26 Kasım 2010 Cuma

hep orada


İçimden yollar geçti. Kayalara oyulmuş odalar, geçitler, tüneller, kucağında kayısı ağaçları sararan vadiler geçti. Göğün yedi kat altında kurulmuş şehirler, duvarlarda asılı kalmış nice umut ve hayal, bulutlarına arasından göz kırpan gündoğumu geçti. Dili çözülen neyin buruk nağmeleri, taş kubbenin altında baş döndüren gülsuyu rayihası, semazenlerin teslim olmuş gözleri, yüzleri geçti. Bunlar geçedururken, tanımadığım yaprakları açıldı, bilmediğim ezgileri döküldü yüreğimin. Bir yanım dinlenmeksizin yürür, konuşur, gezerken, öbür yanım dinlemeye tutuldu. Dinlerken dinlenen zihin, bir çocuğun elleri gibi meraklı ve duraksız dokunmaya başladı her ne varsa yeniden döndüğünde şehrine. Bir yandan uzaklaşmanın ve rutin düşünce ilmeklerini seyreltmenin getirdiği boş beyaz sayfalar, bir yandan taştan, türbeden, topraktan, başka bir şehrin insanlarından bana sakin buseler gibi kalan bilinmedik, ılıh bir ilham.

Evime başka gözlerle baktım, işime, şehrime, kendime. Bakıp da göremediğim nice şey görünür oluverdi. Gürültü ve kalabalıklardan örülü sarmaşıklar başımı, kendine bakmayı reddeden insanların şikayet ve sızlanmalarından örülü ağlar kalbimi sarıp kuşatmadan kalmayı istedim. Herşeye yepyeni gözlerle bakabilmeyi bir süre daha. Yogama, derslerime, dokunuşlarıma dokunan bu tatlı ıssızlık, yumuşaklık, duyarlılık sürsün.. Nitekim kaldı benimle bu ılık, yavaş ve başka bir yerden konuşan danseder hal. Ve yaşam, bu kendiliğinden gelip içime yerleşen arpa boyu merkezlenmeyi sınamaya başladı kaşla göz arasında. Mücadele, çekişme ve itişme sızmaya başladı her köşeden, yeniden. Birazı tanık olduğum, birazı maruz kaldığım, birazı etrafımda dönen. İzlerken içine çekilmeden, yanıtlarken nefesimle ve bedenimle bağ kurarak kalmayı denedim. Ama gelip içime bıçak gibi dayanan bir hal yine geçemediğim köprü oldu..

Bir insan kendi acısıyla başa çıkabilir. Acısını drama çevirmemeyi, kabul edip sahiplenmeyi, ardından acısına neden olanları onurlandırıp geride bırakmayı öğrenebilir. Ama insan en sevdiği insanların acısına tanık olmayla baş edemeyebilir. Ben, sevdiğim insanların çaresiz ve çözümsüzce derinleşen düğümleriyle, kilitlenmeleriyle, akan gözyaşlarıyla, üzüntüleriyle baş edemiyorum. Merkezimde kalıp onların acısını içselleştirmemek, empati kurarak destek vermek ama acıyı içime almamak, sahiplenmemek bana bencillik gibi geliyor. Kendimi dışarıda tutmak beni korurken, onlara büyük bir haksızlık yapmışım gibi hissetmekten kendimi alamıyorum. Sanki onların acılarını, mutsuzluklarını onarmak için adım atmazsam bana düşeni yapmamış gibi hissediyorum. Bir doğrusu, bir yanlışı yok belki de tavrın. İnsan, yaşam kaynağından dökülürken attığı her adımda belirliyor kim olduğunu, veya deneyimliyor. Duyarsızlaşma sınırına varmayacak kadar dışında kalabilmek, içinde tutuşup yanmayacak kadar yakınlaşabilmek esas hikaye. Ve bu hikayeyi ruhen kavrayana kadar vicdani salınımlar içinde yoğruluyoruz. İnsanın anasının, babasının, kardeşinin, kocasının, karısının kaderine ve belki de kendini yineleyen yaşam örgüsüne saygı duymayı, bunu onurlandırmayı öğrenmesi gerek. Herşey elimizde değil..

Dahil olmanın ve hariç olmanın kıyılarında salınırken eteklerim, semahın orta yerinde fışkıran gözyaşlarımın gölgesi tenimde hala. Tepeden tırnağa aşka teslim, aşk ile dönen beyaz silüetler zihnimin kalabalık duvarlarını beyaza boyayarak dönmeye, dönmeye devam ediyor. Kalbimde uyananı, aklımla bulduklarımla aynı tasa bırakıyorum her akşam. Tasta mayalanadursun her ne varsa, sakin uykuya dalarken başucumda yanyana dizili sarı yapraklar, teslimiyet taşı ve çilehaneden hatıra tesbihim. Anlamlarına erişmenin hayalinde değil, ilhamının peşindeyim aşkın. Bir defa içime dokunduysa, hep oradadır; bir defa geçtiyse içimden bir tutam toprak, bir sarı yaprak, bir ağacın kokusu, hep oradadır. Vadilerin kızıl sessizliği, yürünmekle bitmeyen yollar, halk ozanlarının dizeleri, hep oradadır…

Yeni gözlerle bakmak için her bir nefese,
Daha nice diyarlar gezmeli kim bilir hem iç, hem dış alemde...

Deniz

12 Eylül 2010 Pazar

bırak


Düşünce ve duygu ayağında yoğunluk dolu bir sürecin son kavşağı olduğuna inanmak istediğim soru işaretleri ve değişken hislerle dolu yağmurlu bir Pazar. Şehir, soğuk gibi görünen basık ve puslu bir örtüye bürünmüş. Haftalardır gözümün değdiği heryerde asılı duran propaganda ilanlarının boşa düştüğü sabahtayım. Son bir haftanın duygusal çözülmelerine ayak uyduran bedenim erken başlayan periyodumla karnımın ortasına bir yumruk yerleştirirken, 11 Eylül ve 12 Eylül gibi iki ağır travmalı tarihin tortusunu üst üste bindiren takvimin üzerine inceden damlamaya başladı yağmur. Gözlerimi açtığım anda aldığım vefat haberiyle çerçevesi çizilen gün, yıldırım ve gökgürültüleri arasında kocaman bir gölge gibi değdiği her yerin ışığını emiyor. Ölüm hayatın en sorgusuz gerçeği. Bu gerçeği içeri alıp, varlığın ve yokluğun bilinciyle şu anı yaşamak, şu anda olmak ve anın hakkını vermek tek yolum; bilerek, hissederek, içime çekerek.

Tatilleri gözüm kapalı bir kaçışa çevirme isteğime karşı, hayat bana o an ihtiyacım olan çözülmeyi veriyor. Bazen çok art arda gelse de bu kendimle ve yaşamla karşılaşma anları, kendimle kalmaya vaktim olması hazmetmeyi ve gevşeyip izlemeyi kolaylaştırıyor. Yakınımda gördükçe beni öfkelendiren iradesizliğin başka bir boyutta kendi iradesizliğimin bir yansıması, ülkeme hakim olan ve gördükçe midemi bulandıran ayrımcılığın kendi saklı ayrımcılığımın karşıt bir yansıması, insanlarda eleştirip durduğum hırsın farklı ölçek ve yönelimdeki kendi hırsımın bir yansıması olduğunu yakından izlememi ve tanık olduğum gerçeğe, gölgeye dayanabilmemi, tüm bunların bendeki varlığına şefkatle yaklaşabilmemi sağlıyor. Kendimle kalmaya vakit ayırabildiğimde meditasyon hali daha kolay erişilebilir oluyor. Sakinlik ve sessizlik içinde kalıp, bir bebeğe bakar gibi şefkatle bakabilmek, “bu bende nasıl olabilir?” öfkesine, utancına veya üzüntüsüne, yani kendime yönelik yıkıcı ikincil düşünceler ve buradan doğacak yıkıcı duygulara kapılma olasılığını azaltıyor. Sistemin nasıl işlediğini anlama patikasına hiç girmiyorum, yani bendeki bastırılmış iradesizlik mi çevremdeki insanlarda düşük iradeyi ortaya çıkaracak aksi yöndeki enerjiyi sağlıyor, yoksa bendeki bastırılmış iradesizlik yüzünden mi ben iradesizliği görmeye daha yatkın ve bundan etkilenir oluyorum, yoksa kavranamaz bir bilinç dokunuşuyla bir çok iradesizlik örneğini bir mıknatıs gibi, kendimi anlamak ve şifalandırmaya uyanmak için ben mi kendime çekiyorum..? Hangisi veya hangileri olduğu veya bunun dibindeki müthiş sistemi çözüp cevabı verme ego tuzağına kapılırsam bunun sonu yok; buna kafa yormanın, bu konuda yazılmış onlarca kitabı hatim etmenin, veya aralarına yeni bir kitap eklemenin faydası yok. Faydası olan, kendimi görmek, gördüğümle kalmak. Herşeyde varolan sonsuz sevgiyi, her bir hücremde varolan sonsuz bilinci davet etmek ve sadece sevmek. Yogayı, dokunmayı, yemek yapmayı, yürümeyi, koklamayı, dans etmeyi, her eylemi sevgiye adamak, sevginin uyanması ve herşeyi sarmalaması için duvarları, katılaşmış kuralları, dirençleri ve kalıpları bırakmak. Gevşemek, bir sahil gibi, açılıp, sakinlikle yayılmak ve sevginin dalga dalga beni kavrayıp yıkamasına izin vermek...

Günün ve haftanın beni yoran kederli haberlerini, yaşadığım ülkenin geçirdiği buhran ve bölünmeyi, zihnen çözemediğim çatışmanın bedenime sirayetini ve karar süreçlerinin kimi zaman yarattığı suni gerginliği sımsıkı tuttuğum avuçlarımı aralayıp yavaş yavaş bırakıyorum. Tepkimi dürüstçe, insanca, samimiyetle ortaya koyup, olay ve durumlara tutunmayı bırakıyorum. Kimi zaman bir durum ya da olaya sımsıkı tutunmaya devam etmek, elektrik geçen bir teli inatla tutmaya benziyor. Sürekli olarak dikkati belli durumlara takılı bırakmak, zihni kaldıramayacağı bir yüke maruz bırakıp allak bullak ediyor. Art arda gelip çarpsa, canımızı acıtsa, içimizi burksa da, tutunmaya ve takılmaya değil, elimizden geleni yapıp, gerisini yaşama bırakmaya yönelmek, beden için de zihin için de en sağlıklısı.. Aynı şey farkına vardığımız ve uyandığımız gerçekler için de geçerli. Bir uyanış, bir silkinme anında zaten bilinç, varlık dönüşüyor; uyanışın ve farkedilenin üzerinde kalıp, bununla bir üstünlük tatmini yaşamak, bundan gurur duymak ya da farkındalığa neden olan olayın posasına sımsıkı sarılmak, vesile olana tutunup kalmak: Her iki tavır da yeniden sınırlayıcı kalıplar örmeye, gölgeyi büyütmeye ve bütünlük halini dağıtmaya başlıyor.

Ne olanın tortusunu sakla avuçlarında, ne de tutunmaya çalış bir kayaya; arala parmaklarını, aç kollarını, nehrin akışına bırak varlığını...
Ne öğrendiğinle övünüp gururlan, ne de tutunup kal yakaladığın bilgiye; farkındalık ayrılık değil, bütünlük getirir çünkü, ve her an yeniden, yeniye uyanacak açıklığı...

Sevgiye, sevgiyle...
Deniz

2 Eylül 2010 Perşembe

uyuyamayan

Uyku düzenim orta yerinden çatladı. Nemli yaz akşamları kararmaya, Eylül Ağustos’a çelme takmaya, Merkür inceden gerilemeye başlarken benim güzelim ılık uykum çalkalanıverdi son bir haftada. Nefesten yogaya, gevşeme teknikleri ve aromaterapik yağlara dokunduğum her şey bir nebze ferahlık ve gevşeme getirse de, organizma zaman içinde bir takla atmışcasına tersine dönüverdi işte. Yanımda mışıl mışıl uyuyan Altan’a iç geçirerek bakıyor, uykuyu davet eden tüm ritüelleri sıralıyor, neticede dönüp dolanıp savaşmayı bırakıyor, ya bir kitaba, ya i-pod’a ya da laptop’a uzanıyorum. Sanki zihnim başımdan midemin orta yerine inmiş gibi, gövdemin merkezinden bir güç kaldırıyor beni, adım adım yürütüp bir meşgaleye sardırıyor. Uzun uzun okuyup, yazıp, dergi karıştırıp zihin kendiliğinden yayılmaya, gözkapaklarım çaresizce kapanmaya başlayana dek aktif kalıyorum. Hele bir de bana dokunan birşeyler olduysa o günün ortasında, onunla, kendimle bir hesaplaşma süreci de bölebiliyor uykumu. Bu gece sadece beden uykuya direniyor, ama bir kaç gece öncesinde, içimdeki gelgit yavaşlayana kadar ağrıdan çatlayan başım ve bir parça iç mücadeleyle geçti gecenin tam yarısı...

Yaşını başını almış birinin uzun uzadıya ama inceden eleştirdiği bir seçimimi, küstah veya kaba görünmemek adına savunmadığım, 40 dakikaya yakın vaazını dinlediğim ve saygısızlık etmemek için yutkunup sadece başımı salladığım bir akşamın ardından, tepkiler ve duygular cümbüşümle karşılaştım gecenin kaç saati boyunca. Neticede, kendi tercih ve yolumu anlatsam dahi dinlemeyecek, dinlese de kendi değer ve yargı sisteminde yerleştiremeyecek bu insanın yaşına, başına ve mertebesine hürmet edip susmuş olduğum için kendimi doğru bir karar vermiş buldum. Yine de onun kabarmış “ben bilirim” duygusu, benim sınırlarıma hiç çekinmeden dalıvermesi ve benim tecrübemi kendi geçmiş tecrübesiyle karşılaştırıp kendi hatasını bana biçmesi içimi daralttı. Onun baskın egosu dürtükledikçe huysuzlanıp karşı saldırıya geçmek için şişen egom “Benden yaşça çok büyük olabilirsin ama sen benim hayatımı yaşamadın, benim duygusal ve ruhsal süreçlerimden geçmedin, benim deneyimimi bilemezsin ve böyle hunharca iddia edemezsin!!!” diye bas bas bağırmak istedi. Tabi bu şansı bulamayınca hiddeti yavaş yavaş söndü, sönümlendi. Ama bana geride bıraktığı bilgi, hala diğerlerinin, her kim olurlarsa olsunlar benim zekamı, derinliğimi ve kişiliğimi takdir etmelerini beklediğim oldu. Ve bu takdir yerine, taban tabana zıt yaşam öncelikleri olan ve adab-ı muaşerete göre saygı göstermem gereken bir kişinin kendi değerler ekseninde beni dilediğince yargılayıp “ileride benim de anlayacağımı” da ekleyerek konuyu kapatmasının beni nasıl öfkelendirdiği!

Kabul; dönüp dolaşıp insanların takdirini, açık görüşle beni görmelerini, anlamalarını bekliyor bir yanım. Ve evet, artık çoğu durumda tümüyle eriyip gitti bu beklenti. Sınırlarımı tanımayıp, geçip, bir de beni neredeyse üzerek kendi doğrusunu dayatmaya çalışan biri olduğunda, ya gerekeni söyleyip onu sınırdışı ediyorum, ya da anlaması ve yeniden yorumlaması için bir şans veriyorum; beni kabul edip onaylamasını beklemiyorum. Fakat bunları yapma fırsatını, kişinin yaşı, oturduğu koltuk veya kimliği nedeniyle kendi ellerimle bir kenara koyduğum bu olayda, yani kendi içimden fışkıran doğruyu, yanıtı orada ifade etmediğim o akşamda, o kişinin beni kendi çizip içine oturttuğu saçma şablonun bir parçası olarak görüyor olması bana dokundu! Hayatımın dışındaki, kırk yılda bir nezaketen gördüğüm bir kişinin, kendi dünyasında söyledikleri ve bana yaklaşımı bana ne diye dokundu? Kim olursa olsun, ve kendini hangi yetkide görürse görsün benimle böyle konuşmaya hakkı olmadığına inandığım için dokundu. Onu kendi dünyasına bırakıp, kendi iç gerginliğimi gevşetip olayı ardımda bırakmam zaman alacak sanırım, zira bu satırları yazdığıma göre, öfkem ve tepkim hala dipdiri ve benimle!

Yaş ve tecrübe kimi insanları kemikleşmiş, katılaşmış, tüm esnekliğini yitirmiş bir doğrular yığınının içine yerleştiriyor. Her birimiz yaşamda geçirdiğimiz yıllar devrildikçe, bilgi ve deneyimin birikimiyle dolmaya, bir doğrular sistemi oluşturmaya ve kendi doğru bildiklerimizde netleşmeye başlıyoruz. Hiyerarşi, yaşı ve tecrübesi daha fazla olan kişiyi dinle diyor. Oysa Osho’nun “Çocuk” ve “Olgunluk” kitaplarını okudukça, aslında yaş almanın, geleneksel yaklaşımda kişiyi olgunlaştırmak, zekasını uyandırmak, bilgeliğe yaklaştırmak ve özgürleştirmek yerine çoğunlukla kişiyi katılaştırdığını, kabuklarını güçlendirip, hafızadan, tecrübeden örülü bir kalıp yarattığını, bu katı kalıbın içinde kişinin gittikçe daha çok bilgi içinde atıl ve sönük kalmaya başladığını anladım. Tecrübe, çoğu kez potansiyelin ve önümüzdeki sonsuz seçeneklerin budanmasında kullanılan bir tırpana dönüşüyor; aldığımız darbeler, yaşanan acı ve düş kırıklıkları ile kişi korku ve sıkı sınırlar oluşturuyor. Ve sonsuz açıklıkta, pırıl pırıl parlayan, yaşam, coşku ve özgürlük saçan bir çocuk, tecrübeyle, bilgiyle, hiyerarşik yaklaşımın getirdiği dev egoyla ağır ağır baskılanıyor, yönlendiriliyor, gereksiz bilgi ve kalıplarla koşullandırılıyor. Oysa Osho’nun dediği gibi, hepimizin çocuklardan öğreneceği çok şey var; onlara birşeyler öğretmek yerine, onlara olup kalpten hissetmeyi, yeni ve şaşırtıcı fikir ve sorularını dinlemeyi, oyunların katılıp yeniden coşkuyu, zekayı, bedeni hissetmeyi öğrenebiliriz. Ve her birimiz, bizden yaşça daha küçük olanları, daha yeni nesilleri dinlemeyi öğrenmeliyiz; onlar daha kısa süredir bu yaşamda, ve büyük olasılıkla bizden daha az koşullanmış durumdalar, daha çok soru sorabiliyorlar ve daha parlak fikirlerle dolular. Bizden daha cesur, meraklı, hareketli ve enerji dolular. Yaşam onlarda daha akışkan. Yıllar geçtikçe bu akışkanlık azalıyor. Yaşamın içlerinde aktığı, coşkunun ve neşenin kaynağı olanları dinlemek gerekli. Her ne kadar bizden öncekilerin deneyimlerinden damıttığı pek çok bilgiyle, sistemle, bilim ve teknikle ilerlese de uygarlık, dedelerimiz ve babalarımızdan gelen tüm bilginin ötesinde, bizden sonra doğanların durgunlaşmamış, bulanmamış, tortulanmamış enerjisiyle aydınlanıyor dünya.. Daha korkusuz, daha açık ve cesur zihinler onlar...

Bundan 3 sene kadar önceydi sanırım, bir kırılma noktası yaşadım. Yıllarca kardeşime bir arkadaştan çok abla, hatta ebeveyn gibi hissettiğim, onca içiçeliğimize ve sırdaşlığımıza, can yoldaşlığımıza rağmen bana danıştığı durumlarda ona tavsiyede bulunurken, kendi tecrübelerimden yola çıkarak kimi zaman korkularımı, kaygılarımı sözlere döktüğümü, çoğu kez koruyucu yanımın gereksiz miktarda öne çıktığını ancak üç yıl önce anlayabildim ve kabul ettim. O gün Canset’in önünde oturup, “Bugüne dek bilerek veya bilmeyerek sana aktardığım ve bilinçaltına ilettiğim tüm korkularım, kaygılarım ve kendi deneyimlerimden dolayı sana verdiğim taraflı tavsiyeler için özür dilerim.” dedim. Dışarıdan en rahat ablalardan biri gibi görünürken içten içe kendi korku ve travmalarımın izlerini nasıl ona yansıttığımı anladığımda içten bir özür dilemek şart olmuştu. Tabi ki işin en aydınlık yanı, Canset’in doğasında yatan pırıl pırıl aslanın, o güne dek benim farkederek ve farketmeyerek ona sunduğum herşeyi silkeleyip içinden sadece kendine doğru gelenleri almasıydı. Bu onun doğası. Ve o andan itibaren, ne zaman benimle konuşsa veya bana danışsa, ona, kendi doğrusunu bulmasına rehberlik edecek doğru sorularla cevap vermeye çalıştım. Mümkün olduğunca dinleyerek, varlığını hissederek, kalben onunla olarak ve kendi yolunu bulmasını sabote edecek taraflı cümleler kullanmamaya özen göstererek. Hatta o konuşmamızdan sonra ben ondan öğrenmek için açtım kendimi, onun doğuştan gelen sorgulayıcı ve başına buyruk duruşundan çok ilham aldım. Benden küçük diye yıllarca ‘korumaya’ çalıştığım güzel varlık, benim gereksiz katmanlarımı soymak için öncü isyan birliğiymiş meğer...

Sözün özü, çocukları, bebekleri, gençleri dinlemeli.. Bizden büyükler de kendi ego çemberini kırıp biraz bizleri dinlemeli. Her bireyin, hele de daha özgür beyinlerin kendini ifade etmesine izin verilmeli, bizim görebildiğimizin, damıtabildiğimizin ötesini görebilen gözlerin gördüklerini anlamaya alan verilmeli. Tecrübe, değerli bir veri kaynağı da olsa, kimi zaman geride bırakılıp maceraya atılabilmeli. Öğütler hiç bir zaman yerine ulaşmayacağı bilinerek kısa kesilmeli. Dünya deneyimi kimi zaman güveni kıran, acı ve buruklukla dolu olsa da, yeniye yer açmak, yeniden başlamak için cesaretle adım atılabilmeli. Birileri öyle yazmış, inanmış ve anlatmış diye bize anlatılanlara takılıp kalmak yerine, her birimiz kendi hikayesini kurmak için yelkeni açıp limandan ayrılabilmeli. Korku kültürüyle büyüdüğümüz bir toplumda, gömlek gömlek bu korkuların zincirlerinden özgürleşip, kendi korkularımızla barış edip, bizden taşmasına gerek kalmadığı bir bütünlük hali kurulabilmeli. Bu bütünlük ve birlik halinden akabilmeli yaşam, bizlerin çocukları cesaret, aşk ve özgürlük hikayeleriyle büyümeli. Kim olursa olsun, kimsenin hayalleri küçümsenmemeli, insan, hele de çocuk asla karşılaştırılmamalı. Bugün gerçek olan herşeyin bir vakit bir düşten ibaret olduğu hatırlanıp, düşlere ve kalben atılan adımlara destek verilmeli..!

Daha neler neler yapılmalı ve edilmeli, ancak şehrin bu en sessiz saatinde, uyku saklambaçın en katmerlisindeyken, belki de ekranı kapatıp yatağa doğru yavaştan yürünmeli. Oysa hala gözkapaklarımın ardından cin gibi bakan gözlerim, beyaz ışıkla daha da uyarılmış halde pek bir uyanıklar. Bir kaç gece öncenin öfkesi ve içimden fışkıran cümleleri dökülüverdi gerçi, ama bu gecenin uykusuzluğuna bir çare olu mu derseniz, hayır! Merkür gerilerken hepimizin ayakları biraz dolandı; benim de en çok ifade ve seyahat alanıma çomak sokan Merkür, iç hesaplaşma ve meditasyon sürecine ise beklenmedik bir yoğunluk kattı. Uykum üzerinde de etkili oldu mu bilmem, ama böyle giderse benim içsel saat tam tersine dönecek..!

İyi geceler ve kocaman bir günaydın derken, Özdemir Asaf’ın sevdiğim bir sözüyle bitiriyorum:
“Öğüt, zamanında taze yenmemiş bir ekmeği, başkasına bayat yedirme denemesidir...”

Deniz

26 Ağustos 2010 Perşembe

tatlı boşluk

Şeftali kahvaltımı doğradım, dolunaya bulanmış geceyi ardımda bırakıp güne başladım. Uzun ağlamanın etkisiyle kasılıp, gevşeyip bütün tortu stressinden arınmış yüzüm düz bir deniz yüzeyi gibi sakin. İçimde ne büyük bir coşku, ne de keder var. İçimde, içine yeniyi almaya açık kocaman bir boşluk var. Seviyorum boşluğu, sevmeye başladım yıldan yıla. Her boşluğa bir cümle, bir kelime, bir program sıkıştırmayı pek seven yapım da değişiyor algım gibi, tenim gibi, yaşamdan beklentilerim gibi günden güne. Boşluğun getirdiği taze ve aydınlık havayı, nefes almaya açılan kocaman alanı seviyorum. Güne hafiflemiş başlarken, gecenin uykusuz saatlerinde yazıp hazırladığım notlar bana bugüne katacaklarımı hatırlatıyor. Bir kaç gündür baş ucuma çakılan lap top’ı alıp salona indiriyorum, kase dolusu buram buram yaz kokan şeftalimi kıyıma çekiyorum, evi hızla toparlayıp esas işe başlamadan önce biraz yazmak için vakit ayırıyorum.

Kuzenim Görkem aradı az önce; gecenin üçünde hala işinin başında çalışırken yazımı okumuş, bir de yorum atmış, sonra da sesimi duymaya karar vermiş. “Ben de şöyle bir ağlayabilsem dedim içimden yazını okuyunca” dedi, “Kadınlar daha kolay bırakıyorlar kendilerini gözyaşlarına, biz de içimize atıp atıp saçları döküyoruz! Bizim için ancak ağlamaya neden elle tutulur bir olay olacak ki ağlayabilelim”. Genellemeler her bünyeye uymasa da, çoğumuzun bildiği gözlemlediği bir gerçek bu. Erkeğin koşullandırılması, erkek çocuğun yetiştirilmesinde var göz yaşı dökmemek, zayıf görünmemek, “erkek” gibi davranmak. Belki çocuğa, koşullandırmaya, psikolojiye dair okumuş ve farkındalığı uyanmaya başlamış bir aile, şimdi, oğlunu böyle kodlamıyor; ama bizlerin arkadaşlarımız, eşlerimiz, kardeş, kuzen ve hatta babalarımız neslindeki çoğu erkek böyle güçlü görünmeye, öfkesini dışa vurabilse de acısını ve düş kırıklığını dile getirmemeye, kederi içinde hapsetmeye koşullandırılmış. Belki yas tutarken dahi çok ağlayamamış, kadınlarına güçlü birer dayanak olmak istemiş, bir araya geldiklerinde sohbeti hep yüzeyde tutup duygulara girmemeye özen göstermiş ve içlerinde saatli bombayla gezmeye başlamış erkeklerimiz. Düşünüyorum da biz kadınlar bir araya geldiğimizde, üç beş sohbet, olay ve durumu aktardıktan sonra hemen derine, insan davranışlarının kaynağına, kendi korku ve kaygılarımıza, heyecan ve aşkımıza, kısacası nasıl hissettiğimize kırarız dümeni. Duygularımızı anlatır, ifade eder, diğerlerinin duygu ve benzer deneyimlerindeki hisleriyle sağlama yapar, birbirimizin yorumlarını alır, hissetme ve empati kurma alanında yayılır dururuz. Eşimden, erkek dostlarımdan algıladığımsa, genelde erkek kardeşlerin ve arkadaşların kendi duygusal koruma alanlarını kapalı tutmaya, bir katmanın hep üzerinde kalarak iletişim kurmaya alışık oldukları yönünde. Altan bana bir olayı aktardığında, “Peki nasıl hissediyormuş?” diye sorduğumda, genelde bir cevap yoktur. Varsayılan histir cevap, veya “anlatmadı..”dır. Çoğu kadının bir cerrah inceliğiyle açıp içine daldığı tenin üzerinde kalır çoğu erkeğin kendi cinsiyle sohbeti. Karıyer, hobiler, arkadaşlar, tatiller, filmler, müzik, teknoloji, kadınlar ve daha neler.. ama çok ender bir erkeği diğerine ilişkisindeki kısır döngüyü anlatırken, ondan hislerine ve duruma dair ince yorumlar isterken duydum. İşte bu iletişime dahi açılamayan hassas bölgede yıllarca birikenler düşünülürse, bir erkekteki patlamanın daha ani, daha güçlü, ve belki de fiziksel bedende olması kaçınılmaz.

Görkem’le uzun uzun sohbet sonrası kahkahalarla kapattık telefonu. Bir kadınla konuşuyor olsam hüzünlü detaylara girip uzatabilirdim muhtemelen, zira aklıma gelen ilk beş isim de sormaya devam ederdi. Oysa Görkem’le az sonra hayata dağıldı sohbet, işe, günlük tempoya, aileye, daha nice şeye. İyi geldi kuzenin destek sesi; ardarda patlayan esprilerle iyice dağıldı dikkatim. Gevşedim ve güne başladım. Açınca monitörü, güzel insanların güzel yorumlarını gördüm bir bir; vakit ayrılıp, hissederek, empatiyle, sevgiyle, deneyimle yazılmış. Teşekkür ettim hayata, dostlarım, ailem için.

Bugün yazılacak yazım, yapılacak duyurularım, atılacak e-maillerim bol. Derin bir nefes alıp kalbimin etrafını yaşamla sarmalıyorum, son şeftali dilimi ağzımda yayılırken yazının sonuna demir atıp, yükselen güneşe ayak uydurmaya başlıyorum. Bedenimin dolambaçsız dilini saygıyla dinlerken, içimin tatlı boşluğu ışıldıyor...

“Günaydın” diyorum, geç de olsa. Gün, aydın.

Deniz

boğulma


Bazen o kadar çok duygu yığılıveriyor ki üst üste, boğulacak gibi oluyorum. Midemden boğazıma doğru ağır ağır yükselen daralma hissiyle nefes almakta güçlük çekmeye başlıyorum. Uzun aralıklarla da olsa yaşıyorum bu duygusal boğulmayı. Yok hayır düşünceler, hesaplar, planlar, yapılacak işlerle hiç alakası yok. Düşünce seviyesinde değil, midemin ortasında ifade bulmayı bekleyen ama benim o yana bakmadığım duygular katmanında. Düş kırıklıklarının bir kaç damla yaşa dökülmeyi beklediği, sevdiğim insanların yaşamda haksızlığa uğradıklarını hissettiğim her anda içimde biriken burukluğun kök saldığı, yüzeyden el etek çeken derin tohum korkuların doğurduğu öfke saçaklarının dans ettiği yer burası. Tükürmek isterken yutkunduklarımın, yutsam da mideme oturanların, isteyip de bir yandan korktuklarımın, başaramamaktan korktuklarımın, daha kötüsü başarmaktan korktuklarımın beklediği yer...

Dudaklarımdan, gözlerimden, kalemimden dışarı dökülemeyenlerin kaynayıp durduğu ve biriktikçe her günün üzerinde ince bir bulantı tabakası gibi yayılan duyguların birbirine karıştığı, birbirini kabarttığı yerden başlıyor yükselmeye bu duygusal boğulma. Meditasyonla - oturarak, dans ederek, şarkı veya mantra söyleyerek, dokunarak rahatlayan, dökülen, dengelenen bir yer burası. Bir süre üstünkörü baktığımda, dinlemeyi ve ifade etmeyi bıraktığımda ise birikmeye başlıyor; ardından bir de ani engebe, dönemeç ve virajlar üst üste geldiğinde duygu yığını boğazıma doğru tırmanışa geçiyor. Yere çarptığım bir yastık, veya kasılan midemden yukarı patlayan bir ağıt olup, hıçkırıklarla bedenimden boşalana dek beni sarsıyor. Bu ani patlayan boşalma öylesine bağımsız ki benden, beden sarsılarak ağlarken, duygular bir renk cümbüşü gibi iç içe geçerek ifade bulurken andan ana geri çekilip kendimi görüyor, izliyor, olan bitene tanık olurken “Nasıl oldu bu şimdi ya, gayet iyiydim bir saat önce?” diyorum bir yandan. “Bu kadar sarsılacak ne var ki?” diyor zihin. Oysa ne oluyorsa duygu-beden ekseninde oluyor. Zihnin biriktirdiği toksinin hislerden çarpıtarak damıttığı ve midemin içine tıktığı tüm duyguları temizleyip kendini bu yıpratıcı karışımdan arındıran yine zekasına hayran olduğum beden. Çünkü beden yalan söylemiyor. Beden daima dürüst, ve yolu gösteriyor. O bulantıyla, o göğsümü sıkıştıran darlıkla, o neşesizlikle. Ve ben değilim başlatan bu temizliği, tıpkı her bir hücrenin kendi çeperleri içindeki gereksiz maddeleri toplayıp seçici geçirgen zarından dışarı atması gibi, tıpkı dokuların kendini mevcut tüm kaynaklarla genlerin izin verdiği ölçüde onarması gibi, tıpkı iyi gelmeyen besin veya içeceği kasıla kasıla dışa atan mide gibi, bedenin bütünü, tüm hücresel zeka bir araya gelip kendini zaman içinde hasta edecek bu duygusal yükün, zehirin atılması için sinyaller veriyor ve en temel sistemleri devreye sokuyor. Ve bedenine izin veren insan, fiziksel atıklar gibi duygusal atıkları da boşaltacak bir zekanın kendi yöntemini uygulamasına izin vermiş oluyor. Ağlamak, bağırmak, belki yastıklara vurmak, belki bedenen sarsılmak, sallanmak.. Bu aşamaya geldiği halde bedenini, hislerini dinlemeyen, bedenin boşalmasına izin vermeyen insan ise ancak mevcut gerginliği daha da büyümeye terk etmiş, daha da derine itmiş oluyor. Beden en katı en elle tutulur katman; burada dahi hissedebildiğin bir sıkıntı varsa, artık düşünceden duyguya, duygudan fiziksel boyuta kadar inip bas bas bağırmaya başlamış yığına bakma zamanı gelmiş de geçiyor. Ve bakmadıysan artık bedendeki sıkışmış gerginlik, hormonlardan başlayarak sistemi zorlamaya, hasara uğratmaya, yormaya, kim bilir belki fonksiyon bozukluklarına doğru götürmeye başlıyor...

Hıçkırıklar durulup, göz kapaklarım hafifleyip, yoğun boşalmanın ardından nefesim derin ve engelsiz bir hale geldiğinde, bu içsel manevrayla bertaraf olan duygusal boğulmadan geriye sadece neleri içime tıkabildiğime dair apaçık resimler kalıyor. Birine “Korkma” derken ona güç vermek için kendi korkumu nasıl sakladığımı, birine tepeden tırnağa güvenip ondan darbe aldığımda sanki buna hazırmışım gibi rahat davranmaya gayret ederken içimde kalan kırıklığı, kendimden beklentilerimi gerçekleştiremediğimde oluşan ve yoksaymaya yöneldiğim memnuniyetsizliği, korkumun nasıl da benden bağımsız bir çok durumu algılayışımı çarpıtabildiğini görüyorum. Aylarca dengeli sularda yelkeni rüzgara göre çevirip, göğü ve havayı takip edip, denize kulak verip denizle hareket etmeyi öğrendikten sonra, biraz gözlerimin daldığı bir vakit aniden tepetaklak olmak daima mümkün, görüyorum.

Hep farkında kalacak, farkında olduklarının akıp ifade bulmasına izin verecek, kim ve ne pahasına olursa olsun içine atıp bırakmayacaksın. Biraz gözden kaçırdıysan, merkezinden koptuysan, hissetmediğin gibi davrandığın durumlar atlattıysan da içinde biriken ve biriktikçe seni tıkayan duygusal düğümü çözülmeye, boşalmaya bırakmanın bir yolunu bulacaksın. Hiç biri olmadıysa ve aniden gözlerinden yaşların, dudaklarından bir ağıtın dökülmeye başladığını, yastıkları yumruklayıp bağırmak istediğini farkettiysen de, kendine güvende hissettiğin bir ortamda bu gelen itkiyi serbest bırakıp, içindeki tıkılı bin bir duygunun bir bir dökülmesine alan ve zaman açacaksın... Dürüstlük, duyarlılık ve açıklıkla durup, sadece sevgiyle, sabırla, tanık olarak orada kalacaksın. Ta ki duygusal birikinti yerini saf boşluğa bırakana dek...
İşte o zaman şifa kendiliğinden gelecek.

Deniz

15 Ağustos 2010 Pazar

fazlalıklar

Ağustosu var gücümle yuvarlamaya uğraşırken iklimin gitgide ağırlaşan kolları her an omuzlarımda. Sokakta, derslerde, toplu taşıma ve kısa yürüyüşlerde, elimde pazar çantam sebze-meyve seçerken, bir görüşmeden diğerine yetişirken terlemenin ve yorgunluğun yeni bir boyutunu deneyimliyorum sürekli. Sabrım sınanırken diğer uçta burnum, genzim yanıyor; kuru ve serin klima havasıyla nemli ve sıcak şehir havası arasında mekik dokuyan bedenim, uyum göstermeyi reddetmeye başladı. Her fırsatta duşa girmek, bol su içmek, günde sayısız atlet-çamaşır değiştirmek işe yaramıyor. Klimasız evde duramaz, uyuyamaz oldum. Evde ölçüyü ince ayarlasam da, alışveriş merkezleri, sinemalar, girip çıktığım dükkan ve ofislerin 16-18 derece aralığındaki klimatize havaları, ardından sokağa çıktığımda canıma okuyor. Neticede gün boyu hapşırmaktan, genzimdeki sürekli kaşıntıdan ve sulanan gözlerimden bitap düştüm. Sızlanıp şikayet etmeyi sevmem ama, zaten uzun ve yorucu geçen kışın ardından beklediğim yaz bu değildi... Gerçi herhangi birşeyi beklemek ne kadar anlamlı o da bir başka nokta; ancak insanın doğasında var beklenti...

Bunaltıcı havanın verdiği yorgunlukla kolkola girmiş bir başkası daha var, yüzünü bir türlü tam göstermeyen, rengi sesi anlaşılmaz, girdiği yeri karıştıran ve tutunacak sabitlik bırakmayan yanar döner bir silüet; belirsizlik! Kimi zaman kollarında tamamen gevşeyebildiğim, kimi zaman dip köşe kaçıp saklanıverdiğim. Tabi ki yıllar geçtikçe belirsizlikle daha rahat olmayı, bilmediğim alanda adım atmayı ve rahat nefes alıp vermeyi öğrendim deneyimle, hislerle. Ancak zaman zaman kontrolcü ve plancı yanım baskın çıkıp kendi konforunca, mantığınca ve verimlilik hesabınca yazıp çizmeye başlıyor. Böyle zamanlarda belirgin dış hatları, sınırları ve hesaplarıyla netleşen bir konfor alanında biraz daha sağlamcı, güvende hissetmek tohum korkularımı rahatlatıyor, eski kalıplarımın yüzeyini okşayıp rahatlatıyor. Ama hiç vakit geçirmeden denge bozuluyor, sınırlar dağılıp erimeye, planların ortasında beklenmedik ani durum ve hikayeler sivrilip yükselmeye, iğne deliği rastlantılar gelip üst üste binmeye ve konfor alanı sallanarak bölünmeye başlıyor. Sanki yaşam, bilinç – bana da dahil olan ve bende de bir akış bulan – bana anımsatıyor yırttığım eski sözleşmeleri, artık gerek duymayıp bıraktığım alışkanlıkları, eski konfor anlayışımı. Geride bıraktığım(ı sandığım?) duygusal bağımlılıklara yeniden sarılıp kök salamadan, kontrolümüz dışı ve ötesindeki sürekli değişimin, büyük bilincin ufak bir hatırlatmasını geçiyor. İlk an “ne yapacağım şimdi?” diye düşünmeye başlarken, kısa bir müddet sonra bütün bu kaosun, adeta benim yükselen kontrol eğilimimle eşzamanlı yükseldiğini, ben örneğin 3 birim kontrol ereğiyle kabardığımda, yaşamın bunu dengeleyecek 3 birim kaosla bana yanıt verdiğini, zıt kuvvetlerin birliğini ve yaşamın kendine has dengesini hatırlıyorum ve kesiliyor bin bir düşünce. Düşünerek kavranamayacak gerçekler, varılamayacak yerler var. Bir yanım planlamaya devam ederken diğer yanım hafife alıyor yaptığım programı. Ben de izin veriyorum kendiliğinden gelen, o anda oluveren akışa. Herşey ve hiçbirşey olan büyük bilinçle savaşmak bir seçenek olabilir mi zaten? Sıcaklarla da, belirsizlikle de savaşamıyorum. Savaşmayı denediğimde hep bir yanda kendim yara alıyorum. Bütün bu hikayenin sonunda er ya da geç, dönüp dolaşıp yüce sözcüğe geri geliyoruz: “Evet!”...

Onca zahmetle sürdüğüm ojelerin yarım saat geçmeden bir köşesinden dökülüşü gibi, Scrabble oynarken hazırladığım 7 harfli sözcüğün yerleşeceği köşenin kapılması gibi, ödüllü bir filmi izleyeceğiz diye oturduğumuz akşamda kesilen elektiriğin bizi balkon sefasına taşıması gibi.. Apansız değişiyor herşey, irili ufaklı. Özen ve arzuyla tasarlayıp planladığımız seyahatin ortasına yerleşiyor zorunlu bir başka görev. Dönüp evet diyene kadar iptal oluyor bir teklif. Nefes alış veriş hızında yer değiştiriyor piyonlar birer birer. Ajandalara yazılı sözcükler tippexle siliniyor tane tane. Ben de izliyor, görüyor, tanık oluyorum sürekli değişime.

Eski bir dostum bana derdi ki “Senin en büyük zayıflığın yaptığın planlara, sarıldığın hayallere çok takılman. Ufacık bir değişiklik seni darmadağan ediyor..!” On yıl önce bunu değil kabul etmek, duymaya tahammül etmek bile yoktu benim için. Oysa içine daldığım özkeşifçi ve dürüstleştirici öğreti ve uygulamar içinde, kat kat soyulurken varlığımdan bağımlılıklarım, inançlarım ve kalıplarım, yüzleştiğim en zorlu örtülerden biri oldu ve olmakta herkesin temel sorunu “kontrol yanılgısı”... Kendime daha yakından bakmaya cesaret ve güç bulmaya başladığım andan beri soyunmak ve yalınlaşmak kendiliğinden geldi. Soyuldukça kabuklar, yaşamın doğasıyla daha barışık, daha halinden memnun, değişime daha kolay evet demeyi öğrenen bir Deniz çıktı meydana. Daha özgür, daha coşkulu, varolan andan zevk alabilen. Ve sonra esas soru çıkıp geldi soruların arasından: Peki aslında o kabukları soyan, ya da kabukları soyulan, öğretiler ve arayışlar içinde yol alan kim..?

Rodin’e nasıl heykel yaptığını sorduklarında, “Ben aslında birşey yapmıyorum, onlar taşın içinde var, sadece fazlalıkları atıyorum.” demiş ya hani; arayan insan da bir ömür fazlalık atıyor, özdeki, merkezdeki gerçek varlığı bulmaya çabalıyor: oraya varıp varmayacağını, varılacak bir yer olup olmadığını ve varmaya çalışanın aslında kim olduğunu bilmeden...

Deniz

resim: Hands/ Rodin

2 Ağustos 2010 Pazartesi

adaptasyon


Puslu, yarı karanlık ve rutubeti yüksek sabahın yapışkan dokunuşuyla uyanıyorum. Bilincim açık, gözlerim kapalı, odadaki sesleri dinlemeyi ve ucundan kopup düşüverdiğim tuhaf rüyayı hatırlamayı sürdürüyorum; adım adım geriye gidip rüyanın gizemini çözmeye uğraşıyorum. O yaşlı garip adamı kolundan tutup eve, tanıdığım biriymiş gibi getirmemin arkasında bir plan var ama ben daha o temel niyete ulaşamadan rüyanın ipleri çözülüp dağılmaya başlıyor.. gözkapaklarım ve pike aynı anda kalkıveriyor, pencereden dışarı tutuyorum yüzümü ama bir damla serinlik yok. Derken tenime aydınlık bir duygu yerleşiyor; içimde çiçek açan şeker pembesi tomurcuklar sabahın planını müjdeliyor, Çelen’le kahvaltı!

Özleyince dostumu, gözlerinin içine dalıp uzun uzun dinlemek, boş bir kase gibi durup bana dökülüşünü içime çekmek, eriyen kar suyunu yudumlayan bir göl gibi tazeliyor özsuyumu. Önce dinliyor, sonra anlatıyorum, sadece Çelen’in duyabileceği yerden akıyor cümlelerim, onun dokunduğu, hissettiği, duyduğu yer başka çünkü. Ne zamana, ne sebebe, ne de koşula bağlı dostluk. Sadece gönüle. Ve gönül, gönüle açılmayı bildiğinde, iki açık gönül kucaklaşabildiğinde, o en yalın, en duru haliyle görünür oluyor gerçeğimiz, yüzümüz, göz bebeklerimiz... Kahvaltının kokusuna karışıyor sohbetin ılık şerbetsi tadı. Ağzının ne dediği değil, o an özünden özüme akanla olup bitiyor herşey. Kucaklaşıp ayrılıyoruz sabah yuvarlanırken ağır ağır, ben de uzun bir yürüyüşe başlıyorum, adımlarım birbirini izlerken günün işlerini diziyorum sıraya zihnimde.

Tamamlanacak, bitecek ve başlayacak ne çok şey var bugün. Ağustos’a merhaba diyorum içimden, yeni bir sayfa gibi gelip açılıyor önüme yeni ay, bildiğim ve bilmediğim nice yokuşları, tırmanışları, virajlarıyla, taze dökülmüş asfaltları ve çetrefil dağ yollarıyla.. Biliyorum ki ilk karşılaştığım anda şaşırıp donakaldığım, ya da sevinçten zıpladığım herşey, yavaş yavaş yerleşiyor beynime, yeni bir nöron ağı oluşturuyor üzerinde düşündükçe, dinledikçe, okuyup öğrendikçe, strateji geliştirdikçe. Ve bir an “yeni” olan, bir an sonra hayatının gerçeği oluyor. Tüm yabancılaşmaya, tüm garipsemeye rağmen herşeye alışıyor insan, her gerçeğe. Kişinin gerçeklik olarak algıladığı ve bildiği zemindeki değişmez olgusal gerçekler örgüsü, kimi zaman ağır bir olayla, kimi zaman derin bir inzivayla, ancak kişi kendiyle, yaşamla, “olan”la doğrudan karşılaştığında sarsılmaya ve dönüşmeye başlıyor. Tıpkı ortaokulda kare ve karekök almayı, eksi ve artıyı iyice öğrendikten sonra bir gün karmaşık sayılar başlığı açılıp karesi “-1” olan “i” sanal sayısıyla karşılaştığımız an gibi. Matematikle yürürken gittikçe sınırları genişleyen, hipotez ve teoremleriyle zemini oturan mantık ve hareket alanının, yeni bir bilgi girdiğinde hafifçe sarsılıp yeniden yerine oturması gibi. O güne dek olabileceğine inanmadığın, hatta olmayacağından kurallarla, mantıkla, kimi zaman duygularınla emin olduğun bir deneyim apansız gerçekleştiğinde, duvarları sallanmaya, çatısı dökülmeye, camları kırılmaya başlayan o binada tek başına oturup yerle bir oluşunu, ve belki dökülen parçaların seni yaralayışını izlediğinde “yeni”nin doğacağı enkaza bakıyorsun aslında. Yeni bilginin, yeni gerçekliğin, ve yeni değerlerin doğacağı belki de. Duygusal dengen, meditasyon halin, bedensel gücün, çevrende sana destek veren insanlar gibi pek çok faktörün seviyesi etkiliyor yeni binanın hangi hızla eskinin enkazından yükseleceğini. Ama er ya da geç temelleri, kolonları, kirişleri, odalarıyla önünde oluşmaya başlıyor yeni gerçeklik. Ve sanki hep oradaymış gibi bir alışmışlık, bir rahatlıkla yerleşiyorsun içine..

İnsan, adaptasyon yeteneği çok güçlü bir varlık. Gizemlerle dolu beynimizin öğrenme, işleme ve aktarma yeteneği, hafızamızın zamanı içeri buyur edip etrafı puslu örtüsüyle kaplamasına göz yumuşu, yaşamın zihinde her bir an yeni bir gündem oluşturacak yoğunlukta işaretler, karşılaşmalar, ilham ve düşler uyandıran tılsımlı parmakları bizi sarmalayıp, her yeni duruma uyum sağlayacak, alışacak bir bilinci mümkün kılıyor. Aklın erişemediği, anlama gayretinin beyhude kaldığı sonsuz okyanus “olmaya” devam ederken, dalgalar da andan ana dönüşerek ve adapte olarak harekete devam ediyor.. hem her an yeni, hem de özde aynı olduğunu bilmeyerek.

Puslu sabah daha da puslu öğlene gebe, elimde mavi alışveriş çantam, içinde yumurtalar ve ekmek, ayaklarıma dolanan şehire takılıp tökezlemeden evimin kapısına varıyorum. Rutini otomatikleşmiş beden hareketleriyle sürdürürken, kulaklığımdan konuşuyorum sevdiğim pek çok insanla. Geçtiğimiz haftanın bende yarattığı sallantılar ve adaptasyon sürecini ardımda bırakıp bir düğüm atıyorum zamanın fitiline. Ağustos ve Eylül kaçamaklarının planlarını işlerken düşlerin ilmekleriyle, akşamki yin yoga dersinin müziklerini diziyorum bir yandan ilmeklerin arasına. Bir yanım planlarken, bir yanım geride bırakmaya devam ediyor. Evden çıkmadan şimdiyi doya doya, koklaya koklaya, içine dalarak ve teslim olarak yaşamak için bir saatim var.. Şimdi’yle pek çok yerde ve şekilde buluşuyoruz başbaşa; ama iki yer var ki, onlar pek gözde. Biri yoga, diğeri yazmak.. İki kardeş gibi benziyorlar birbirlerine, ve iki kardeş gibi bambaşkalar..

Duruyorum, derin bir nefes alıyorum, ve ayaklarım beni klavyeye taşıyor. Ellerim de tabi, ayaklarımı takip ediyor...

Deniz

28 Temmuz 2010 Çarşamba

dostlar

Önceki gecelere kıyasla bir nebze daha serin geçen şekerli uykunun kucağından, bir bayram sabahı neşesiyle kalkıverdim bu sabah. Akşam yediğim bol rokalı salata ve sadece bir kadeh sauvignon blanc eşliğinde tatlı sohbet iyi geldi anlaşılan. Cenap’ın İtalya’dan gelmesi şerefine toplanmamıza rağmen, ancak ders sonrası yetişen ben Cenap ve ailesini sadece 25 dakika görebildim. Ardından, her birimiz bir önceki görüşmeden bugüne olup bitenleri, duygu hallerini, işleri, hayatı, hayalleri konuştuk hafif esintiye bırakıp tenimizi. Hala küçülmeye niyeti olmayan ay platin parıltısıyla tepemizde asılı dururken, Bilkan’ın 24 haftalık göbeğini izledim uzun uzun, nasıl da uyumlu, kendinden emin, sevgi dolu bir anne adayı olduğunu görmek, doğuma hazırlanırken egzersizlerini hiç aksatmadığını duymak harikaydı. Akşam kaplumbağa adımlarıyla sakin ve yavaş akarken, birbirimizin kaçırdığımız anılarını, görüşemediğimiz onca vakitte biriken yeni haberlerini topladık bir bir, dalından koparır gibi şişmiş kirazları. Cem ve Emrah yine döktürdüler tabi ki, bir ara bacağımı döve döve, çeneme kramp girerek gülmekten iki büklüm olduğumu hatırlıyorum..!

Birbirinin neredeyse çocuk yüzlerini bilen, birlikte gece yarılarına kadar kahve eşliğinde akışkanlar mekaniği çalışmış, dersi kırıp İstiklal’in şenlikli sokaklarını keşfetmiş, t-cetvelleri elde kar altında gümüşsuyu yokuşunu arşınlamış, birbirinin büyük aşklarını, düş kırıklıklarını, suya düşen hayallerini dinlemiş, okuldan hayata adım atarken ilk iş görüşmelerini, master dönemlerini, hayattan yedikleri silleleri paylaşmış, geçtikleri engebeli patikaları, gözyaşlarını ve kendi yollarını çizişlerini bilmiş bu küçük grubun her bir araya gelişinde aynı tatlı, tanıdık duygu sarıyor her birimizi. Bekarların azaldığı, evliliklerin, yoldaki ve kucaktaki bebeklerin arttığı ekibin içinde yeni duygular, kaygılar, sorular var. Otuz’un sihirli eğişinden atladıktan sonra “hayatımdan ne istiyorum” sorusu öncekinden farklı yerlere dokunmaya başlamış, yıllar önce taş binanın geniş merdivenlerinden çıkarken taşıdığımız soruların çoğu defalarca cevaplanmış, yerine yeni sorular bırakmış. Ama ne vakit bir araya düşsek, sanki ders arası kantinde dizilmiş gibi, aynı samimi, maskesiz, utanmasız sıkılmasız çemberin içinde buluyoruz kendimizi. Herşeyi söyleyebildiğimiz, yaramazca, kalpten ve dostça..

Pamuk helva tadındaki akşamı geride bırakıp, kısa bir yürüyüşten sonra eve girip ince pikenin altında uzanıyoruz. Sabahında benden beklenmeyen bir atiklikle neredeyse zıplayarak kalkıyorum yataktan, çaylı yumurtalı bol tahıllı ekmekli kahvaltıyı incir reçeliyle taçlandırıp Altan’ı işe yolculadıktan sonra son bir çay daha koyup, hala gecenin taze havasını taşıyan salona geçiyorum. Güneşin hünerli parmakları balkondan içeri sokulmadan klavyeye geçip birkaç satır yazasım var...

İşe ve güne girişmeden son yudumu alıp, akşamın tadını anımsıyorum. Gün önümde açılırken dudaklarımla kaçınılmaz bir gülüş takılı kalıyor. Yılların kareleri gözümün önünden geçerken, dostluklara, ortak yaşamlara, birbirimizin gözbebeklerine dalıp gitmeye kaldırıyorum ince bellimi!
Sohbet olmasa neye yarar konuşmak?
Dostlar olmasa neye yarar yaşamak?

Deniz

27 Temmuz 2010 Salı

balkon


Klima açık uyursak kurumuş bir nefes yoluyla uyanıp bütün gün hafif çarpılmış dolaştığımız, cam açık uyursak sabaha kadar nemden ve sıcaktan bunalarak çarşafa dolandığımız muhteşem temmuz geceleri devam ederken, dün akşam bu tabloya bir de muson’u andıran kocaman damlalı kesintisiz yağış eklendi. Akşam dersinin başlamasıyla gürleyen göğe, yandaki damı dövercesine dökülen damlaların gür sesi eklenince, ister istemez ders çıkışı bizi bekleyen maceraya göz ucuyla bir bakıp, ardından supta baddha konasanaya doğru erimeye başladık. Ders çıkışı bol sohbetle yağmurun hafiflemesini beklesek de nafile, çıktığımızda sandaletler ve terlikler suya bata çıka evlere doğru dağıldık. Ne giyersem giyeyim o günkü havadan nasibini almaya alışan bendeniz, hem stüdyoya, hem çantalarıma bol bol yedek giysi yerleştirmeye başladım; hatta stüdyoya bir de spor ayakkabı bırakacağım, şehrimin sürprizlerine hazırlıklı olmalı!

Şehrin çoğu zaman boğucu havasında bir parça taze nefes, biraz ferahlık için akşam 22.00’den sonra sahilde yürümek, çay içip suyu izlemek, boğazın üzerine serilen ışıklı geceyi içine çekmek harika bir seçenek. Bir diğeri de serinletici hafif içecekleri doldurup, kısık klima altında sürükleyici bir kaç diziye takılmak bu ara; Fringe bitince heyecan için FlashForward’a, eğlenmek için Chuck ve How I Met Your Mother’in son bölümlerine dadandık. Tabi hangisini seçersek seçelim, eve gelir gelmez hızlı ve serin bir duş ile başlıyor akşamın açılışı; temiz suya ulaşabilen şanslı insanlar olarak şükrediyoruz her sudan geçtiğimizde. Neredeyse tam kurulanmadan hafif giyecekler geçiriyoruz üstümüze; su tenimizden buharlaşırken biraz daha emip götürüyor ısıyı. Tıpkı çocukluğumun İzmir akşamlarında balkon sefası gibi!

Gaz sobalı, 3 odalı, yerleri taş, banyosu ufak, küçük mutfağından yan binadaki teyzenin salonunu izlemeye bayıldığımız, yaş farkına rağmen iki kardeş aynı odada yaşamaktan pek keyif aldığımız, en sevdiğimiz kısmı da uzunca L biçimli balkonu olan çocukluk evimiz. Canset’in pencereden günlüğümün anahtarını sırıtarak attığı, dolaplara saklanıp biri gelene kadar çıt çıkarmadığı, buzdolabından aşırdıklarını koltukların altına sakladığı zamanlar. Annem güzel ve narin bir genç kadın, saçları siyah, incecik bir yüzü var, bütün gün hem bizi, hem evi idare ediyor, arada da kitap okumaya, bizi alıp parka götürmeye, arkadaşlarını ziyaret etmeye vakit buluyor. Babam genç bir denizci, gür bıyıkları ve güzel bir gülüşü var, bir var bir yok, uzun haftalar, kimi zaman aylar boyu seferde, ülkeye döndüğünde bavuldan dökülen hediyeleri bir bir açıp kucağına çıkıyoruz hasretle. Gözümün önüne gelen o ilk kare, ışıklı balkonlarla bezeli upuzun 1731 sokak; başında vitrinlerine yapışıp pembe kız ayakkabılarına bakakaldığım mağaza, ortada mis gibi kaymaklı yoğurtlarıyla Temiz Mandıra, sonunda her hafta gidip pul topladığım kırtasiyeci amca. İzmir akşamlarının hatırı sayılır sıcağına en basit çare, balkonda bir leğen su, bir de maşrapa; suyu maşrapayla azar azar kollara ve bacaklara döküp, yavaş yavaş buharlaşırken azıcık esintide bile epeyce serinlemek, akşam sohbetlerini ve oyunlarını, çevre apartmanlardaki tüm aileler gibi balkonda yalın ayak, yarı ıslak sürdürmek. Ve tabi ki eninde sonunda leğende ve yerlerde yuvarlanıp tepeden tırnağa ıslanan Canset’in üstünü değiştirmek!

Sanki İzmir’de balkonsuz ev yoktu gibi hatırlıyorum, ya da benim gördüğüm her evin bir balkonu vardı o vakit. İlkokul arkadaşımın, kuzenlerimin sünnet düğünlerine gittiğim, ender de olsa babamın en sevdiğim süprizi faytona bindiğim, Sevinç pastanesinden dondurma yediğim ve annemle misafirliğe gittiğim zamanlardı. Her gittiğim evin bir balkonu vardı, ben de her balkona çıkmaya, oradan sokağı, gelip geçenleri izleyip kendimce hikayeler uydurmaya bayılırdım; bir de kağıt kalem verirlerse elime, hemen resmetmeye başlardım gördüklerimi. Kuzenlerle ve yaşıt misafir çocuklarla evde oynarken de balkon en sevdiğimiz yerdi. Çoğu zaman yere bir örtü serilir, oyuncaklar üzerine yayılır ve legodan şehirler, ülkeler balkonun zeminine inşa edilirdi. Tabi buzdolabının kar yapan buzluğundan avuç avuç topladığımız karı sokaktan geçen çocukların kafasına yağdırdığımız da olurdu, o hiç kar görmediğimiz şehirde. Balkonda tutardık bir kutuda dut yapraklarıyla besleyip koza örmesini beklediğimiz ipek böceklerini, öğlen meyvemizi balkonda yer, serilip uzun uzun resim çizerdik. Balkon başlı başına bir yaşam alanıydı o zaman. Şimdiyse çoğu evde fazla eşyalar için bir ardiye. Bizim balkon gürültüsüne ve ufak ebatlarına rağmen önü açık olması sayesinde bahar akşamlarında pek keyifli; ama yerleşeli bir yıl olmasına rağmen gönlümüze göre bir masa iki sandalye bulamadığımız için balkonumuzu çok ender kullanıyoruz. Oysa benim gönlümde minik beyaz bir masa üzerinde iki kadeh, biraz peynir, birkaç mum ve ayaklarımızı uzattığımız balkon demirlerinin ardından çakırkeyif göğü izlemek var, tabi trafiğin ve gürültünün azaldığı bir vakitte... Sanırım ne yapıp edip, yaz bitmeden portatif ve dayanıklı bir masa edinmeli; belki de o “aklımızdaki seti” bulmayı beklemeden. Ne de olsa geçiyor yaz, geçiyor yıl, yaşam..

Çocukluğumun İzmir’inden koparıp, mevsimlerin birbirine karışıp tökezlediği bu İstanbul Temmuz’una bırakıyorum yeniden kelimeleri. Yağsız yayla çorbası, buzlu ayran, kasa kasa soda, bol salatalık ve meyveyle dolduruyorum buzdolabını. Hem içmeye, hem dökünmeye suyu bol tutuyor, günü toparlarken bir yandan bayrama kaçamak planları yapıyorum. Hayat devam ederken örmeye şimdiyi, ben o küçük masanın ve birkaç kulaçlık daha dinlencenin peşine düşüyorum. Bir de masalı ya da masasız, bu hafta bitmeden balkonda ayakları uzatıp Şiraz’ı yudumlamanın...

Nemin biraz olsa düştüğü şu bir kaç günde, rahat uykulu, bol esintili, sevdiklerinizle keyifli bir yaz akşamı dileğiyle..!

Deniz

22 Temmuz 2010 Perşembe

şu anın sayfası

Annemlerin yazlık eve yaptığımız minik kaçamağın ardından sadece 10 gün geçmiş, oysa o bir gramlık dinlenme sanki 10 hafta geride kalmış gibi geliyor. Tenimizin denizin tuzunu emdiği, serin çıplak ayaklarımızın taşlara bastığı, hamakta uyuyakalıp anne mutfağından çatlayana kadar yediğimiz küçük tatilimizin anıları rüzgara, hatta hızlı bir fırtınaya kapılıp savruldu gitti demek doğru olur. Daha ne olduğunu pek anlayamadan içimi gıdıklayan yeşilli, taşlı, mavili tatil resimlerini bir yana bıraktığım gibi tozlu kaldırım taşlarını, uzun mesafe otobüsleri, şehrin kavurucu sıcağını, hipnotize edici dijital ortamı arşınlamaya başladım. Güzel karelerin zorlu karelerle sırt sırta verdiği bir albüm gibiydi son 10 gün. Değil yazmaya ayırmak iki parantez arası teneffüsü, 10 gündür evde bir tencere yemek pişmedi, apar topar aldığımız bol meyve, soda ve süt ürünleri dışında eve torba taşınmadı, ayak uzatılıp da şöyle bir iç çekilmedi. Evdeki vakitler ya bilgisayar başında, ya da bayılırcasına düşüp kaldığım yatakta geçti. Evin dışında ise bolca iş, ve bir kaç nefes neşe! İkinci yıldönümümüzü kutlamak için birbirimizi yorgunluk ve rehavetin ılık kuyusundan çekiştirip çıkarmasak, yemeğe giderken üzerime kayda değer bir giysi giymeye, makyaj yapıp iyi görünmeye harcayacak enerji kırıntısını dahi bulamazdım herhalde..

Şehrin tam anlamıyla dört köşesini keşfe çıktığım etkinlik sayesinde metrobüs hattını, ayak basmadığım semtlerin dolmuşlarını ve güzergahlarını, üstümde şehre uygun yoga kıyafetlerim ve yüklü sırt çantamla bir bir dolaştım. Güneşin kızgın parmakları şehrin nemine bulanınca bir başka terletiyor toplu taşımanın kalabalığında. Yürüürken şapkamı geçiriyorum başıma, otobüste en az noktaya dokunmaya çalışıyorum, minibüste çantamı kucağımda tutmak 15. saniyede terlemeye başlamak demek, bir yana koyuyorum; oysa her ne yaparsam yapayım yüzümün bir yanı pembeleşiyor güneşten, kıyafetimse her bindi-indide sırılsıklam oluyor. Uzun yola ithafen yedek kıyafet ve hatta çamaşır taşıyorum yanımda. Şehr-i İstanbul’u karışlamak bir yanda dursun, diğer yanda kampanya ve tanıtım çalışmaları için metin hazırlığı, yazışmalar ve konuşmalar bütün günüme yayılıyor. Yatakta, masada, mutfakta kucak üstü bilgisayarı hep yakınımda. Gök cisimleri nasıl bir raksa tutuşmuşsa bu ara, bir yandan da yeni fikirler ve atılımlarla dolup taşıyor beynimin kıvrımları; gece baş ucuma yeniden yerleştiriyorum not defterimi, uykum kaçıp aklıma yeni bir düşünce çengel atınca hemen lambama uzanıyorum, Altan’ı uyandırmadan sessizce notumu alıp yeniden başımı bırakıyorum yastığıma. Eve, stüdyoya, irili ufaklı hedef ve özlemlere dair notlar kolkola giriyor küçük sayfalarda; bense kağıda emanet edince fikrimi, içim rahat dalıyorum uykuya. Ama yine de bölünüyor uykum varoluşa ve nefes almaya dair his ve düşüncelerle. Birini yakından tanıdığım iki insanın ölüm haberlerini alıyorum bu süreçte, yaşamı geride bırakan güzel insanları kendimce uğurlarken içim karışıyor inceden. Döngüye, yaşama bakıyor, bakıyorum, anlamdan uzak, kimlikten uzak, sebepten uzak. Sadece bakıyorum ve gördüğüm gizemi derin bir nefesle çekiyorum içime.

On günlük albümün az uyku, bol ter ve hızlı adımlarla bezeli yapraklarında kahkahalı, aşk dolu, coşkulu ve rahatlatıcı küçük kareler de var tabi ki; Kara Efe’yle tanışıp kıkırdamaktan çeneme kramplar giren bol mezeli Karaköy Lokantası akşamı (Barış sağol!), arayıp arayıp hiç bir yerde bulamadığım Magnum Gold ile ilk buluşmam, Ece Anne’yle uzun ve keyifli doğumgünü kahvaltımız, ard arda dünyaya gelen Asya bebek ve Bora bebeğin doğum haberleri, ters bir zamana da denk gelse biraz ferahlık getiren website güncellemesi, tam zamanında gelen omuz & sırt dersim ve yeni tanıştığım onca güzel insan!

Herşey gibi geride kalırken bu nabız yükselten hız, karalanmış taslak fikirler bir bir sıyrılıp beyaz sayfalardan, ete kemiğe bürünüyorlar şimdi. “Herşey, bir zamanlar yalnızca düşünceydi.” Sarkaç salınmaya devam ediyor, tempo normale dönüyor belli bir süreliğine, düşünceler programlara, tasarım yaratıma dönüyor, yorgunluk zindeliğe, buzdolabımdaki boşluk ise birkaç tencere yemeğe..! Anlardan ibaret yaşam akmaya devam ediyor, elimi uzatıp bir kenarına tutunup kimi zaman durgun bir göle, kimi zaman dik bir şelaleye dönüşen bu sonsuz güzergahta bir sonraki an ne çıkacak bilmeden, yalnızca o anı hissederek, o ana anda yanıt vererek “ol”maya devam ediyorum.

Albümün geçmişte kalan karelerine keyifle, boş sayfalarına merakla bakarak şu anın sayfasında duruyorum. Sayfada pişmekte olan ekşili kabağın eve yayılan naneli kokusu, klavye başında saçları tepeden toplanmış, yarı gülümseyen bir ben, fonda ise Bono & Sinatra’nın “Under My Skin” düeti var...

Deniz

8 Temmuz 2010 Perşembe

saçlarım çimenlerde..

Rüzgar çanının sesi, taze yeşil çimen kokusuna dolanıp kulaklarıma takılıyor. Zeytin ağacının gölgesi kıpır kıpır, yüzümü gıdıklayan yaramaz çimler durmak bilmiyor. Burnuma çalınan bin bir rayihanın zemininde bir tutam toprak, bolca çimen, hanımelleri ve açık mavi deniz meltemi var. Hamakta uyuyan kocamın hala kucağında kitabı, gözünde gözlükleri duruyor; yukarıda toz pembe şekerlemeye dalmış kardeşim ve anneme, verandada kitabının sayfalarına dalıp giden halam ve içeride bilgisayarına dalmış babamı da ekleyince, eşitliğin diğer tarafında akşamın yedisi çıkıyor. Hareketin kapı dışında kaldığı, seslerin dolaplara saklandığı, günün yorgunluğunun sere serpe koltuklara uzandığı saat; günün en şerbetli, en unutkan, en tılsımlı rehavet vakti.

Bitmeye yaklaşırken bitmesin diye sızlandığım romanın son yapraklarını da örtünce hikayesinin üzerine, evden bahçeye yayılan gevşekliğe tutunup, çimenlere iniyorum küçük adımlarla. Çok geçmeden zeytin ağacının dallarından sızan güneşin gün sonu öpüşlerine teslim, dinlemeye başlıyorum, her ne varsa. Cırcır böceklerinin kanonu karşılıyor beni sahnenin önünde, hızla çocukluğumun yaz gecelerine çekiyor ilk çağrışım. Ege’nin en serin sularının bütün gün kayaları dövmekten yorulup yavaşlamaya başladığı saatlerde, şıpıdık terliklerle uzun yürüyüşler yaptığım sahil sitesinin gecelerinden eksik olmayan cırcır böcesi sesleri. Her bir zeytin ağacı, iğde ağacı ve zakkumun yanından geçerken yankısına yanaştığım, ama ne zaman yerini tespit etmek için ağaca adım adım yaklaşsam varlığımı, merakımı ve adeta gözlendiğini bilip de sesini kesen cırcır böcekleri... Bir adım arkada birbirine sürtünen, dokunan ve çarpışan yaprakları var limon selvilerinin, begonyaların ve yaseminlerin. Bir türlü yemediğim, istemediğim yemeyi dudaklarımın zırhından içeri kabul etmediğim, kaşık gördüğümde başımı sağa sola çevirip kaşığı kandırmayı denediğim zamanlarda, rüzgarlı yazlığın bahçesinde annemin beni hipnotize eden şarkısına konu olan çeşit çeşit yapraklar. “Deniz’in aaağaçları ve yapraklaaarııııııı..!!” Yaprak sesleriyle kolkola girmiş denizin kabaran dudakları; dalgaların sahile yayılıp gerisingeri toplanışları az yukarı, gölgelikli yeşil bahçemizin geniş karnına sokuluyor yumuşakça, diğer sesleri usulca selamlayıp, koskoca gövdesini bırakıyor bahçenin ortasına. Sanki ayağımı biraz daha uzatsam suya değecek parmak uçlarım. Dalgalarla yaprakların arasına, cırcır böceklerinin iki gıdım arkasına tembel tembel salınan rüzgar çanı kurulmuş; kimi ılık ezgilerle belli belirsiz şakıyor, kimi hesapsız ve kalıpsız öylesine çınlıyor. Sahnenin en gerisindeyse bir gölge gibi her varlığa takılan, her bulduğuna dokunan ve geçici şekiller veren rüzgar var.

Sessiz akşamın yeşil, mavi ve şeffaftan örülü yaşam kokan tınılarında, çimenlere yayılıp uzatıyorum bacaklarımı iki yanıma. Usulca dinliyorum iç ritmi, iç renkleri; bedenim aradığı şekle doğru tatlı kavisler, dönüşler ve eğilişlerle akmaya, sıvılaşıp formdan forma uzanmaya başlıyor. Olabilecek en yavaş, en serin bırakış içinde damla damla dökülüyorum yin yoganın dragonfly pozuna. Ellerim hiç olmadığı kadar hafif, gövdem hiç olmadığı kadar ağır; her nefes verişte kasıklarımdan karnıma gevşeyip, biraz daha bırakıyorum gövdemi yere. Bacaklarımı sarıp sarmalayan uzun çim öbekleri, ben eğildikçe yarı utangaç yüzüme dokunmaya başlıyor. Nefesimin iç sesi cırcır böceklerinin, zeytin dallarının, kabarmış duvar sıvalarının kabuklarında yankıyadursun, kalp atışlarım sanki benden toprağa, topraktan otlara, otlardan havaya karışıyor ben teslim oldukça. Ben katlanıyorum, bahçe katlanıyor kendi içine, ve bütün dünya da bahçenin içine..

Dragonfly’ı izleyen isimli-isimsiz açılış ve kapanışların sonunda, yin yoganın en gönül açıcı pozu geliyor doğallıkla. Topuklarıma oturup ayaklarımın üstünü bırakıyorum toprağa, çimenlerin krallığında dev Gulliver gibi uzanıp yerleşiyorum saddle pozunun o haz dolu kıyısına; saçlarım yerin kımıltılı kokularına karışıp dağılırken, güneş yudum yudum çekiliyor akşamın serin omuzlarından. Bıraktıkça daha da ait oluyorum biçime, yere ve nabzımın ritmine. Uykunun köpük köpük kıyıları sandalımı çekerken düşlerin bahçesine, hafif bir ürpertiyle ayılıp açıyorum gözlerimi, sakinlikle çıktığım pozun ardından yüzümü gömüp ekşi çimlere, çocuk pozunu kucaklıyorum iç çekerek ince ince..

Ev kıpırdamaya, dudaklar aralanmaya, ayaklar adımlara başlayınca, süzülüp en müsait klavyenin başına ilişiyorum. Akşam kara kadifeden örtüsüne sarınıp, mutfakta kadınlar, mangal başında erkekler toplanınca, yemek hazırlıklarının şenlikli sohbetlerine katılmak için son bir kaç sözcüğü de avcumda sallayıp bırakıyorum bu son satıra.

Bir tatil akşamından, uzağımdaki herkese selamlarla!
Deniz

7 Temmuz 2010 Çarşamba

sayfalar

Uykunun efsunlu parmakları beni öte yana çekiştirirken inatla kirpiklerimin arasından uzanıp cümleleri içime çekmeye devam ediyorum, ta ki başımı sağa düşmüş, kitabı kucağımda uzanmış bulup artık direnmek yerine başucu lambamı söndürdüğüm ana kadar. Ne zaman bir anlatının dili beni sürükleyip götürse çalarım uykumdan; zihnimin çocuk ayakları merakla koşarken bir sayfadan diğerine, çarşaf-yastık birbirine karışır, sırt üstü başlayan yolculuk yana döner devam eder, yorulan elimi değiştirip, bir o omuza bir bu omuza yüklenir, akışına dalarım kitabın. O iklimde nice aşklar, korkular, keder ve hikayeler dolanırken birbirine, bu uçta dudaklarımı kemirir, ayak parmaklarımla çarşafı çekiştirir, nefesimi tutarken bulurum kendimi kimi zaman... ‘Mahrem’in his yumağına sarılı bir gecenin kitap kucağımda uyandığım yarısını geride bırakıp ılık rüyalara kulaç atıyorum çok geçmeden. Her yolculuk öncesi olduğu gibi, sabah içimde bir parça boşlukla uyanıyorum. Nereye gittiğim hiç fark etmez, ister kıtalar arası yol alayım, ister 3 saatlik mesafe, ister aylarca uzakta olayım, ister bir kaç gün, ister iş için toplayayım bavulumu ister aşk tatili, değil mi ki başımı koyduğum yastığı, pılımı pırtımı, şehrimi geride bırakıyorum, o pervasız boşluk gelip kuruluyor her defasında göğsümün baş köşesine.

Dalga ve rüzgar sesini örtüp üzerime okumak için öğlen sıcağı şemsiye altında, baş ucumdan kitaplarımı seçiyorum dalından meyve toplar gibi, dokunup her birine, tartıp elimde, dikkat ve keyifle. Önümdeki yığına bakıyorum. “Çok mu oldu acaba... Gereksiz yük olmasın..?” Sonra geçen seneyi hatırlatıyorum kendime; götürdüğüm kitaplar yetmedi de tatilde, ikinci tur okudum ya her birini. İki takım bikini yeter artar çantada, ama kitaba cimrilik yapmamak lazım, sonra yanımdakilerin kitaplarından otlanmaya çalışsam da bir işe yaramaz. Gönlümün iklimine uymayan, üslubu dimağımı okşamayan, betimlemelerine kapılıp gidemediğim bir kitabın sayfaları sırtıma yük olur kalır; ayak sürüye sürüye elime alıp, bir türlü içinde kaybolamadığım, susuzluğunu çekmediğim kitap bir prangaya dönüşür sonunda. Kıssadan hisse, bolca kitap almalıyım yanıma, içlerinden seçmeliyim o gün merdivenlerini ineceğim kuyuyu, semasını arşınlayacağım ülkeyi, saçlarının kokusunu duyacağım hikayeyi.

Uzağın sessiz limanına seyrederken içimde büyüyen boşluk, demir atmamla birlikte dolmaya başlar “yeni”yle. Yeni mekanın kokusunu içime çeker, ayaklarımın altındaki o başka dokuyu hisseder, kılıfını yırtıp içine daldığım şehrin nabzını dinlemeye başlarım. Dinleyince ancak örtüşmeye başlar nabızlarımız; misafir gittiği evin mutfağına dalıp buzdolabını karıştırmaya başlayan bir çocuk gibi merakla, iştahla ve doğallıkla yerleşir, evim ilan ederim olduğum yeri. Evimin kapısını kilitleyip havalimanı ya da otogara yol alırken çöken sebepsiz hüzün bir çırpıda dağılır gideceğim yere vardığımda. Hemen keşif başlar, gittiğim yeri önceden bilsem, tanısam da. Zamanın becerikli elleri dolaşmıştır her yerde nasıl olsa. Muhakkak yeni bir yüz, yeni bir koku, yeni bir tat vardır yıllardır demir attığım o limanda. İlk defa vardığım bir topraksa, zaten havasından suyuna, duvarlarından insanına keşfin sonsuzluğu çekip götürür apansızca. Sokakları, bitkileri, insanları ve yemekleriyle gözümün önünde açılan bin bir yeni dünyanın cilvesi içimi gıdıklarken, hiç sektirmem, hemen kendime bir köşe yaratmaya başlarım bu yeni dünyada. Dış keşif, iç keşifle kolkola gezer her daim. Gözlerim dışarı baktığınca bakar içeri, ‘dışarı’ varsaydığım dünyanın ‘içeri’ dediğim sonsuz okyanusa düşen aksini izler dururum. O yeni ritmin, dokunun, lezzetin, rayihanın bende oluşturduğu izlenim ve hislerdir daha da heyecan uyandırıcı olan. Bu başkalığıyla baş döndüren, ama yine de aynı gezegenin tanıdık sarılışıyla kendimi yabancı hissetmediğim yeni köşeye yerleşir, burada okur, yazar, yoga ve tefekküre dalarım. Mekan değiştirmenin zaman duygusunda, aidiyet duygusunda, benlik duygusunda yarattığı kimi belirsiz titreşimler, kimi derin girdapları karıştırır, bunların arasına üslubuna aşık olduğum büyük yazarların romanlarını, anlatılarını katıp deneyim-dil örgüsünün ince hazlarına açılırım.

Kundera olmazsa olmaz bu tatilde, küçük yığınıma yerleşiyor, hemen Paul Auster ile Elif Şafak’ın arasına. Yığını terliklerle kıyafetlerin arasında, kapakları zarar görmeyecek şekilde sarıp sarmalayarak yerleştiriyorum; ödünç verilip geri gelmemiş veya çantadan çantaya fena hırpalanmış kitaplarımın acılı anısına saygıyla pür dikkat bakıyorum yeni kitaplarıma. Bu küçük yazlık kaçamağında bir nefes deniz, bir gram sessizlik, bir tutam samanyoluna gidiyorum aslında. Bir de kesintisiz okumaya, uzun duruşlarla yin yogaya, erken uyanmaya, mavinin tuzuna ve şarabın buğusuna karışmaya...

Çengelli iğneyle takılmış bir nazar boncuğu gibi içime ilişmiş boşluğu yadsımıyor, gitmeden tamamlanacak bekleyen işleri bir bir deviriyorum gün takla atan bir çocuk gibi hızla yuvarlanırken. Matımı, havlumu, kitap aralığımı toplayıp İstanbul’a göz kırpıyorum;
“Çok kısa yokluğum, bekle beni - az gevşeyip, az dinlenip geliyorum!”

Deniz

2 Temmuz 2010 Cuma

anlam

Dipsiz görünen karanlık çukurun bir köşesinden gün ışığının sızdığı, bacaklarımdan sırtıma gücümün yeniden yükseldiği, kendimi ansızın içinde bulduğum kozavari kılıfın bir kenarından delindiği gündeyim. İklimin karışmış kafasına takılıp dört bir yanı saran kelebekler gibi şehrimin caddelerinde, beni de beklenmedik, sebepsiz bir kıpırtı basıyor bu sabah. Nereye düştüklerini bilemeyen kelebeklerden bir kaçı birbirini kovalarken mutfağımda, uyanıyorum bu renk filtresi değişmiş gibi görünen sabaha. Başımın etrafını saran puslu tülbent dağılmış, bedenimi yavaş yavaş sarmalayan canlılık beni şaşırtıyor; bir de bakıyorum ki günlerdir değil ziyaret etmek, evimin önünden geçmeyen yoldaşım ‘anlam’ başucumdaki romanların arasına yerleşmiş, uzun kirpiklerini süzerek bana gülümsüyor!

Parmak uçlarımda yürüyorum sanki, öyle uslanmaz bir hafiflik, öyle çocuksu bir coşku var tenimde; içimde nabız gibi atan aşkın ta kendisiyle başlıyor gün. Taştan yontulmuş kurbağam ve filim burun buruna, kelebekler pencerenin içinde birbirini kovalıyor, gördüğüm herşeyi sevesim, aynada gördüğüm kızı tutup sımsıkı sarılasım var! Aynada gördüğüm kız elinde sabah akşam bir buz paketiyle geziyor bu aralar; kalçasında hafif bir ödem var, buz tutunca 10 dakika bu defa da üşüyüp üzerine hırka giyiyor, hapşırıyor, kocası dönüp “Ne hassas şeysin sen, herşeyin incecik bir ayarı var senin için, azıcık değişse iklimin değişiveriyor. Ne yapacağım ben seninle?” diyor. “Ben de bilmiyorum ne yapacaksın benimle..?” deyip çıkıyorum hınzır bir gülüşle. İşin doğrusu ben bilmiyorum ki kendimle ne yapacağımı!

Çoğunlukla tanıdığım bir desene uyuyor ayak izlerim, ama kimi vakit haritadan çıkıveriyorum, rüzgar, yağmur, dolunay alıp götürüyor beni öteye, kendimi perdenin diğer yanına dalıp gitmiş buluyorum, gözle görünür olanın ardındaki anlama, öze, aşka yayılırken, ya da kimi vakit bu kimliğin, bu bedenin, bu adlandırmayı pek sevdiğim duyguların, bağların, anların sonluluğuna kederlenirken. Okuyup, dinleyip, sohbetlerde binbir sözcükle öre öre tinsel ağıma işlediğim üzere, şu anın büyüsüne bırakıp, kapılıp gidiyorum kimi vakit. Ve ardından, zihnin buğulu camlarına parmakla yazılmış gibi yeniden görünür oluyor planlar, programlar, zamanımı daha doğru kullanabilme kaygısı, işimi, evimi ve ailemi bir arada en iyi şekilde idare etme ideali. Günün orta yerinde o an olan bitenden, yaşamın kokusundan kopup kendimi dev bir kara tahtanın önünde buluyorum adeta; temmuz, ağustos, eylül, 2010, 2011, stüdyo, ev, tatiller, kurslar, para, zaman, bebek... Bir elimde tebeşir diğerinde ıslak bir bez, bir elimin yazıp çizdiklerini diğeri siliyor arkasından. Bir bakıyorum ki ineceğim durağa gelmişim bile, koşar adım iniyorum metrodan, ayağımda platform topuklu 19 dolarlık yazlık ayakkabılar. Kalça ağrıma bakan doktorum biraz fazla kullandığım eklemim dinlensin diye bir dizi öneri ve kuralın arasına sıkıştırıverdi ne de olsa; düz ayakkabı giyilmeyecek, çok yüksek topuklu da olmasın, ayağı destekleyen hafif bir eğim. Üst üste dizili babetlerim, sandaletlerim bana bakadursun, tanıma uyan bir tek NY’da indirimden kaptığım 6 yıllık pembe bantlı ayakkabım var. Bu haftalar ister istemez pembelere bürüneceğim yani. Neyse ki yogada ayaklarım çıplak, lastiklerini yeni onardığım mavi ve kahve şalvarlarımı giyebilirim yoga yapar ve ders verirken..!

Hafiflik alıp başını tüm günü bir boyama kitabı gibi renklere bulamaya başlıyor, ne yaptığım işler iş gibi geliyor bugün, ne ağrım ağrıya benziyor, herşeye ‘pekala’ deyip usulca eğiliyorum gelenin önünde. Bilgisayar başında yapılacakları, cevaplanacakları tamamladıktan sonra evin bekleyen köşelerini toplamaya başlıyorum. Ardından kalça rotasyonu az, tek bacak dengeleri orta şekerli, arkaya eğilmeleri bol bir yoga uygulaması ve yetişebilirsem ufak bir buluşma var.

Buz paketimi kaldırıyorum dolaba, sonra camları ardında dek açıp tutsak kelebekleri İstanbul semalarına bırakıyorum. Kara tahtam ve üzerinde yazılanlar silikleşiyor bugün, anlamla kolkola girip kozamdan geriye kalanları topluyor, önümüzdeki günü merak ve boşlukla selamlıyoruz."İyi ki geldin" diyorum, özlemişim.

Deniz

28 Haziran 2010 Pazartesi

sabır...

Sol arka azı dişlerimden üçü düşmüş, avucumda bana bakıyorlar. Ne yapacağımı bilmiyorum, donup kalmış gibiyim. Yakın bir arkadaşım aslında diş hekimiymiş, halledebileceğini söylüyor, ama sanki saatler geçiyor çenem uyuşmuyor, elimdeki dişler dağılıp unufak oluyor. Eski, yüksek tavanlı bir evin genişçe odasında, iki karşılıklı duvara yanaşmış ayrı yataklarda yatıyoruz sevdiğim bir hocamla. Yukarıda nasıl bir yük varsa tavan sarkmaya başlıyor, tavanı tutan bağlar uzamaya, üzerimize doğru eğilen taş ve demirler az sonra çökecekmiş gibi titremeye başlıyor. Ben kıpırdayamıyorum, sanki felç olmuş bedenim, hocamsa uyuyor, ses çıkarıp uyandıramıyorum... Sabah ter içinde uyandığımda, bir yanım tutulmuş, başımda dinmeyen bir ağırlık. Birkaç gece üst üste gergin rüyalarla dönüp durmaktan sabahları yorgun kalkarken, gece sıktığım çenem de gün boyu rahatlayamıyor. Meditasyonumun sakinliği aynı gerginlikle kuşatılmış, tüm eklemlerim yumuşuyor, çenem yumuşamıyor. Oturdukça ucunu görmeye başlıyorum içimi kasvetle saran rüyaların ve ağır gecelerin. Kendimi sıktığım halde sıkmıyormuş gibi davranmamın sonucu herşey.

Gömülüp stüdyoyu, yazın temposunu, hesapları düşünmek, ve kendi normlarıma göre beni zorlayan bir mevsimden geçmekle başlıyor zaman zaman beni dürten gerginlik. Düzenli bir maaş almayı ardımda bırakalı bir buçuk yıl olmuş, boyumca bir girişime adım atalı neredeyse sekiz ay; hayallerinin peşinden koşmak yalnızca ilk adımın içsel cesareti, hayatının birikimi ve sevdiklerinin desteğini değil, sürdürebilmenin gücünü ve yutkunup sabredebilmeyi de gerektiriyor. Sabır, koç boynuzlarımın en eksik erdemi, her kavşakta karşıma dikilen, her yolculukta bir arpa boyu ancak gittiğim. Düşüme sımsıkı sarılıp bana düşeni sırtlanırken büyük bir keyifle, tüm zayıflıklarım ve aşırı uçlarımla da karşılaşmamı, sebatımı ve inancımı yeniden kuşanmamı ve elimi uzatıp yola koyulmamı bekliyor yaşam. Gönülden konuşanları dinleyip, gönlü örtülü olanlardan öte yana bakmamı, ve ne olursa olsun yoluma azimle devam etmemi bekliyor düşüm. El ele, omuz omuza bir yolculuk da olsa en yakınlarımla, sevdiklerimle, kimi vakit iç dünyamda tetiklediği girdaplar beni alıp götürdüğünde, sele dönüşüyor en sakin akan ırmaklar, ıssız köşelerine sığmayıp yüzeyde bir bir beliriyor en sessiz korkular. Bin bir yanılsama ve kalıplara takılıp iç alanımdan savrulduğum zamanlarda, sarılmanın, sohbetin, yakınlığın tesellisiyle yüzeydeki kaygı fırtınasını yatıştırmak değil, o iç dengemi, merkezimi yeniden bulmak için birbaşıma oturmak ve kendimle temasa geçmek üzere sakinliğe dalmak benim çıkış patikam. İşte o oturuşta, veya oturamayışta, yalnızım her insan gibi. O mindere giden taş yolda, kimi zaman dikenli dallara takılıp kalan, kimi zaman masmavi bir rayihayı taşıyan meltemle ferahlayan benim. O mindere oturduğunda kimi zaman yaşamın sesini, damarlarının ritmini duyan, kimi zaman kopup hayallere ve planlara dalan, bazen herşeye ve hiçbirşeye açılan, boşluğun kendine has kokusunu alan, kimi zaman en derin öfkesini haykıran benim. Ne kadar şükretsem de yanımdaki dürüst, gayretli ve güzel insanlara, herkes gibi kendi yolunu yürüyen benim ve tabi dert varsa o da benim derdim. “Derdim bu olsun canım” demek güzel bir adım geriden bakıp kendime, ama deneyimin içine girip o kimi zaman puslu camın ardından bakarken resme, bazı anlarda kendimi sıkmamak -şimdilik- elimde değil.

Şimşekli gök gürültülü haftanın basık halet-i ruhiyesinde, çoktan seçmeli kabuslarım bir bir dökülürken önümde, hormonlarımın düşüşü ve dolunayın semaya tırmanışı da aynı vakte denk geldi. Gevşeyebilmek için bir romana kaptırıp sürüklenmenin edebi hazzıyla karıştırdım baş ucumda ya bir parça çikolata veya bir parmak likörü; uykuya dalmadan önce bir yumak keyfe sarıldım inceden. Sabahları ağırlığımı atmak için uzun duşun ardından aç karna minderime oturup yumdum gözlerimi, gevşemeyen çeneme rağmen toprağa bıraktım kalan herşeyi; önce içeride buldum hizamı, sonra yola koyuldu ayaklarım. Bu elektrik yüklü göğün üstünde nice yıldız ve gezegen kim bilir nasıl dizildi yine, aynı göğün altında içime dizildi cümleler, kelimeler. Dökülmesinler diye açmadım önüme klavyemi, sabah uyandığımda içimde bulduğum öfkeyi, çiğneyip geri yutmayı denedim defalarca. Ancak bir sabah “evet” dedim, sahip çıktım da öfkeme, o sabah biraz olsun aydınlandı sanki yüzüm.

Zorlu hafta geride kaldı; kabussuz geçen bir gecenin sabahında yalın ayak çakıl taşlarında yürürken baktığım ayaklarımın görüntüsü geldi gözlerimin önüne. Üç yaşındayım, belki dört, doktor ‘Çakılda yalın ayak yürüsün’ demiş, düşük tabanlarım uyansın, ayaklarım güçlensin diye. Ayaklarımın altına batan taşlar kimbilir hangi sinirleri, kasları uyarıyor, benim aklımsa bir an önce denize girmekte. En fırfırlı elbiselerin altına bile bağcıklı ortopedik ayakkabılar giyerken, taşlı ve süslü kız ayakkabılarına nasıl baktığımı hatırlarım. Çocukluğum sol ayağımı içe basmamam gerektiğini hatırlayarak ve reçeteli botlarımdan kurtulmayı hayal ederek geçti, sabretmeyi öğrenmek ne kadar zordu. Salt ayaklarımda değil, sabır çok hikayemde yer aldı. Babamın aylar süren seferlerden dönüşünü beklerken, bir ilkgençlik boyunca yazarak ve okuyarak fark edilmeyi düşlerken, dağlar kadar iş yükünü temizledikçe bir o kadar daha önüme dizilirken ve bunun aylarca böyle geçeceğini bilirken, sevdiğim adamın birlikte bir yaşam kurmak için karar vereceği o günü beklerken... İrili ufaklı her taşın altından sabrı öğrenmem gerektiği çıktı karşıma, çeşit çeşit insandan, beklenmedik örgüler içinde öğrendim gıdım gıdım sabrı. Zor anlayan insanlar, zor karar veren insanlar, inatla iğneleyen insanlar, yüzsüzce talep eden insanlar, varlığını özlediğim insanlar, ve daha niceleri. Annem diyor ki “Daha anne olacaksın, sabrı o vakit anlayacaksın.”. Yani daha çok yolum var. Biliyorum, öncelikle bu darboğazdan geçmeli, sebatla oturup minderimde, evimde ve işimde kendimi merkezlemeli, dinleyince kalben bildiğimi, zihnimin çarpık aynalarına ince ince işlemeliyim. Her şey olması gerektiği gibi, ve zaten başka türlü olamazdı.

İçimde uyanan sıkıntı, içimde sürece direnen ve başka türlü olsun isteyen, bir an önce olsun isteyen yanımdan doğuyor. Bir çok insan gibi benim de değişmesini hayal ettiğim bir şey var. Zamana, akışa bıraktığımda, olduğu haline “evet” dediğimde hafiflediğim, ama birkaç gün sonra yeniden kendimi ağlarına dolanmış bulduğum. Değişmesini istemek, olduğu haline evet diyememekten, olduğu halini reddetmekten geliyor. Oysa ben değil miyim süreç sonuca götüren bir araç değil, sonuç da varılacak bir yer değil, yaşamın kendisi, maceranın, doğanın ve yoganın kendisi şimdide, sürecin akışında diye söyleyip duran? Kendime değil de kime söylüyorum ki zaten her dillendirdiğimi? Kişi zaten en çok duymaya gereksindiklerini söyleyip durmaz mı herkese..?

Kaç oturum daha alacak gevşemesi sıkışmış tellerin, kaç fırın ekmek daha yiyeceğim uyanana dek bu hipnozdan, kaç kere daha takılacağım dipteki koşullandırılmamın zincirlerine kim bilir, bir nefeste, gönül-zihin-beden tümden “evet” diyene, direnen yanım eriyip resme karışana dek..

Deniz

27 Haziran 2010 Pazar

zaman


Ada’nın gülücükleri, pürüzsüz bebek teni ve sanki konuşuyormuş edasıyla çıkardığı mırıltılı sesleri geride bırakmak güç oldu, ama Gözde’lerle uzun sabah kahvaltısı ve yürüyüşün ardından, üzerimizde birkaç nemli leke, içimizde şeker kokulu bir hisle el sallaşıp ayrıldık. Kucaktan kucağa geçen ve her fırsatta göbeğimizden omuzlarımıza doğru adım adım tırmanmayı deneyen bu minik şahsiyet, incecik saçlarına takılı kırmızı fiyonk tokası ve yazın moda renkleri kırmızı, lacivert ve beyaz renklerde fırfırlı elbisesiyle onlarca fotoğraf karesinin ortasın bir güzel yerleşti. Ada yokken nasıl kahvaltı ettiğimizi hatırlamaya çalıştım, şimdi sanki herşeyin kokusu, tadı, ve tabi odağı başka..

Ada’yı konuşa konuşa eve döndük, Altan Sonisphere’in üçüncü günü için hazırlanırken ben de iki satır yazmak için klavyemin başına geçtim, Canset’le sözleştiğimiz buluşmaya kadar az da olsa vaktim var, tabi tahmin ettiğim sürede kendine gelip toparlanabilirse... Zira dün akşam mezuniyet töreni vardı Canset’in, ve gece de sabaha kadar partisi! Akşamın telaşı tüm güne yayılmış gibiydi, kutlama için gelen halalarımız, annem ve babam bütün günü hazırlanarak geçirdiler; uzun süren tören konuşmaları ve diploma dağıtımı sırasında Işık Ayazağa kampüsün dev spor salonunda kalan seyrelmiş oksijen ve gittikçe ısınan havanın da etkisiyle herkes yarı baygın ama bir o kadar da ayıktı. Alkışlar, ıslıklar ve flaşlar arasında geçen törenin sonunda kepler atıldı, konfetiler yağdı ve kokteyl alanına gitmek üzere kalabalık salon iki kapıdan sel gibi boşaldı. Heyecan, gurur, coşku ve sonrasında temiz havayla karışan bol şarap etkisini bol kahkahalı ve sohbetli bir akşamda gösterdi. Canset olağanca güzelliği ve elindeki bölüm ikinciliği meşalesini doğallıkla taşırken, müziğin sesi mini elbiseli genç mezun kızları kıpırdatmaya başladı bile. Ve sonrasında onlar partiye yollanırken biz de iki gram deniz havası için Hisar’a doğru kırdık direksiyonu.. Bir zamanlar başını eğmeden bacaklarımın arasından yürüyüp geçebilen, gelip minik parmağıyla göz kapağımı itip açarak “abya kaksana” diye beni uyandıran, kocaman gamzeleri ve durmak bilmeyen hareketleriyle evin neşesi olan küçük bebek, bugün alımlı, güçlü ve kendini bilir adımlara sahneye çıkıp iki diplomasını teslim almış, yaşamın her geçen gün gösterdiği bambaşka çehreleri arasında dimdik durmayı ve sabırla gülümsemeyi başarmıştı. Şarabın ve heyecanının çarpmasıyla – annem kadar olmasa da- hepimiz çakırkeyif olmuştuk. Boğazdan geçen gemileri, akşam kuşlarını, ve dolunayın güçlü yansımasını izledik artık gölgesi kalmamış çınarın altında. Herkes kendi yaşamınca, kendi yaşınca bir duygu kokteylinin dibine yuvarlanırken, gecenin loş kucağında hepimize göz kırpan ortak dostumuz, yoldaşımız ‘zaman’dı. Bir bebeğin yalın tenine değince, yağmurdan önce sızlayan dizlerde, aynada değişen çehremizde, her yeni düğün ve cenazede andığımız, kimi kimi yavaşlatmayı hayal ettiğimiz ve her gün biraz daha farkına vardığımız ‘zaman’.

Büyüyen herşeyin ardında bıraktığı anılar, eskiyen fotoğraflar ve zamanlar geçip dururken konuşmalarımızdan, bir süredir babama, anneme daha hasretle sarıldığımı, kardeşimi, kocamı daha derinden kokladığımı, sevdiklerimle daha çok olmak istediğimi anlar oldum. Sanki eriyip hiçliğe karışacakmış gibi tanıdık gülüş ve tınılar, sanki toplayıp biriktirmek istermiş gibi dinlemeye, kayıt etmeye, dokunmaya başladığımı farkettim son zamanlarda. Bazı anlar, bilir gibiyim o anın hep benimle olacağını. Ömründe bir defa açan nadide bir çiçek gibi kendine has ve tekrarsız her an; tıpkı her yaşamın, insanın, aşkın eşsiz olduğu gibi. Eşsiz ve tekrarsız, eşsiz ve geri alması imkansız. ‘Şimdi’ye dair kitaplar ve konuşmalar arttıkça anlamını yitirip klişeleşmeye eğilse de bu sözcük, tekrarlandıkça sıkıcılaşsa da ‘şu anın tadını çıkarmaya’ yönük anlatı ve makaleler, yavaşlayıp nefes alışının hızına indiğinde farkındalığın, anlıyorsun ki şu andan başka bir şey yok. Ve “anı yakala!” onlu yaşlardayken anlamak istediğimiz gibi daima ‘koş git yapacağın ne varsa bir an önce yapıver, bungee jumping yap, paraşütle atla, çıplak yüz, sevdiğin kişiyi aniden öp’ demek değil - tabi yap bunları da ama – dur ve her ne varsa mevcut anda, dinle, gör, kokla, tat, içine çek ve yaşa demek gibi geliyor bana. Tam da bu nedenle elimin uzandığı anda daha özel bir zamanı beklemeyip açıyorum Gladiator Chardonnay’i, babamın kucağına oturuyorum içimden geldiğinde, Canset’le dansediyorum sokağın ortasında, Ada’yı koklarken gözlerimi yumuyorum, kocamı dinlerken gözlerine bakıyorum, en dağıldığım, en yorulduğum anda öfkelenirken öfkemi yaşıyorum, yanaklarım ıslak uyandığım sabahta acımı tadıyorum. Ancak hissederek mümkün otomatikleşmiş hareket ve ritüelleri geride bırakmak. Hissederek mümkün yaşamak ve yaşatmak. Hislerinden uzak insan, uzak yaşamı içine almaktan. Ve çoğu zaman kendinden, bedeninden uzak, statik bir duygu hali içinde, gündelik kalıpların şeklini alan insan uzak hissedebilmekten.

Tam da hissedebilmenin kapılarını açan sanat yoga. Belki sağ ayağının dış kenarını yere bastırabilmeyi, üst kolunu dışa doğru açarken ön kolunu içe doğru çevirebilmeyi, baldırlarını güçlü bir şekilde yere bastırırken çenesini gevşek muhafaza edebilmeyi denerken başlayan o yepyeni hissetme - farketme - anlama süreciyle insanın içine sızan ve yerleşen yoga. Önce öne katlanırken bacaklarını aktif tutmayı, ayakları canlandırmayı, kalça eklemindeki kasları birbirinden ayırt ederken sırtı ve enseyi uzun, yüzü ve pelvik zemini gevşek, nefesi doğal ve göğüs kafesini açık tutmayı anlamaya ve süreklileştirmeye açılan zihin-beden, zamanla o öne eğilmede sadece karnının, ağzının ve nefesinin kalitesini değil, o anki bedensel yoğunluk ve değişimleri, yüzeye yaklaşan anıları ve hisleri, poza ve yogaya dair tepkilerini, ne kadar açık, duyarlı ve şu anda kalabildiğini fark etmeye, bedenini ve özünü hissetmeye başlar. Ve bir defa hissetmeyi, bedenin her noktasını ve her anı bir nabız gibi birlikte atarak tüm farkındalığıyla içine çekmeyi öğrenmeye başlayan çoğu insan, bunun tadını, etkisini, ve yaşamına dokunuşunu bırakamaz. Yogaya zaman ayırmak, yaşama zaman ayırmak demek. Yogaya eğildikçe, yoga uygulamak, yalnızca pozlar ile akan bir dersin içinde değil, pazarda meyve alırken, parkta koşan çocuklara bakarken, yanından geçen bir köpeği okşarken, trafikte beklerken, otobüse binerken, zor geçindiğin bir kişiyle temastayken, işyerinde çalışırken ve daha nice eylem içindeyken de devam etmeye, ene azından zaman zaman mümkün olmaya başlar. Mat üzerinde geçen dersin kabuğu çatlayıp, yaşamının inceliklerine işlemeye başladığı andan itibaren bir yaşama sanatına dönüşen yoga, varlığının, tutumunun, nefes alıp verişinin bir parçası olmaya başlar..

Nasıl aldığın büyük kararlarla, birleşen ve ayrılan yaşamlarla, doğan ve ölen insanlarla derinden dönüşüyorsan, yoga gibi seni sana, bedene, doğaya, yaşamın döngüsüne, mevcut ana yakınlaştıran disiplin ve çalışmalarla da dönüşüyorsun. Yaşamın bir dönüşümler, değişimler örgüsü halinde akıyor yıl üzerine yıl. Yeni geleni kucaklayıp, eskiye veda etmeyi, sevinip kutlamayı, üzülüp yas tutmayı, kimi zaman durup dinlemeyi veya isyan etmeyi tadarak, öyle veya böyle büyüyorsun. Ve bir bebekten bir yetişkine dönüşürken bin bir çetrefilini tadarak toplum içinde büyümenin, yitirdiğin onca değeri geride bıraktığını çok sonradan farkediyorsun. Ancak gönülle yaşanan bir ritüel, bir sanat veya aşkın kendisi yeniden doğarca özgürleşmene alan veriyor. Gönlünü dinlemeye, hissetmeye izin verdiğinde özgürlüğün, gücün, doğum hakkın olan coşkun geri gelmeye, yeniden uyanmaya başlayabiliyor.. Ve bir bebeğe baktığında, onda görüyorsun o doğal varoluşun katkısız, kalıpsız özgürlüğünü. Gördüğünde, bir an dahi olsa anımsıyor ve özlüyor, onu içine çekmek, onu yeniden yaşamak istiyorsun.. Yoga ve aşk, benim için hissetmenin kapısını aralayan, hatta açan iki yol. İkisi de kimi zaman tümden teslim olmanın büyüsüne eriştiğim, kimi zaman bir adım gerisine düştüğüm ama artık teması kaybetmemeye niyet ettiğim...

Evdeki parantez arası birbaşınalığımın mor salkımları öyle tatlı sardı ki heryeri, bıraksam kendimi durmadan yazarım akşamın cılız ışıklarına dek. Oysa verilmiş bir sözüm ve yetişecek bir buluşmam var - gün daha nelere gebe hiç bilmeden, niyet edip yola dökülmek en güzeli. Ben yazımı yazıp planlar yaparken, dostum zaman hiç geri kalmıyor, yelkovan bir tam turunu tamamlarken, Ada’nın pantalonumda bıraktığı iz kurudu bile..!

Zaman ne hızlı geçiyor diye hayıflanmak yerine, hissederek dokunun bugün dokunacağınız ilk kişiye!
Sevgiyle
Deniz

15 Haziran 2010 Salı

Om

Dövme yaptırmanın da yaşamdaki herşey gibi bir vakti var. Eğer bu beden, kendi seçtiği bir biçimi, bir duyguyu, bir simgeyi, bir yolu kendine ekleyecekse, ekleyeceği varsa, günü geldiğinde hikaye kendini yazmaya başlıyor. Hikayenin akacağı yoksa klavyenin başında oturmak nasıl verimsiz ve havada asılıysa, “acaba dövme yaptırsam mı, ne yaptırsam..?” diye düşünmek de bir o kadar ilişkisiz dövmenin doğasıyla. O, hazır olduğunda ortaya çıkar, yerini belirler, ne olduğu, ne olacağı baştan bellidir. Sen ne zaman çeşitlendirmeye, araştırmaya, bakınmaya devam etsen de, bedenine işlenecek biçim, anlam, ifade baştan bellidir. Çünkü o bedeni, şimdi ve burada bütünleyecek olan, o bedene, o duruşa, o hisse katılacak olan zaten bir adım ötede beklemededir.. En azından benim kendi dövme sürecimden ve Ruhsel’in cümlelerinden süzdüğüm bu..

Cümlelerimin keskinliği (belki küstahlığı?) ardında yılları bulmuş bir tecrübe veya felsefe yok, ama daha o dövmeyi istediğimi bildiğim anda yeriyle, biçimiyle, büyüklüğüyle içimde uyanan her neyse, onun bedenimde yer bulmuşluğunun bilgisi var. Bu benim için saklı ve uzak dünyaya adım atıp kulaklarımı açtığımda dinlediğim ve hissettiğim derin bağlar ve ifadesini bulmuş ruhlar var. Bu hislerin ve uyanışların bana fısıldadığı tek bir şey var; seni dövmeni seçmezsin, dövmen seni seçer..

Ruhsel o derinden sesiyle anlatırken durup, yolundan geçmiş binlerce insanın onda bıraktığı izden, kendi bedensel ve sanatsal yolculuğundan, mesleğinin duru deneyiminden dökülen içten cümlelerini dinledim. Onun gibi ifade edemesem de anladığım: Her insanın bir bedeni var, beğendiği veya beğenmediği, hassaslıklarını ve güçlerini zaman içinde keşfettiği, daha keşfederken değişiveren, zamanın parmak uçlarında eğilip bükülen, değişen, dönüşen ama bir o kadar da aynı kalan. Her insanın bir bedeni var, öyle veya böyle, birlikte yaşamayı, iyi hissetmeyi öğrendiği, ve büyük olasılıkla tümüyle kendi seçimi olsa kimi özelliklerini değiştirmeyi seçeceği. Ve o “beden”le “öz” arasında bir kopukluk, bir bütünleşememe duygusu yaşayan insan o bedene, kendi özünden doğan bir anlamı, sembolü, şekli işlediğinde, bütünlenme ve o bedenin gerçek sahibi olma hissi doğuyor. Annen ve babanın hücrelerinden doğan ve topraktan ödünç aldığın bedene, sana ait olan özün dokunuşunu kattığında o beden artık senin bedenin oluyor. İşte Ruhsel, dövmeyi böyle anlatıyor..

Yıllar önce, karnıma bir Om “ॐ” dövmesi yaptırmayı düşünmüştüm uzun uzun. Düşünme sürecinin bir sonucu olarak fikir uzadı, eskidi, emin olamama ve gel-gitler sonucunda unutuldu ve zamanın tozlarına karıştı. Bir buçuk ay kadar önce, bir meditasyondan kalktığımda ise, sırtımın orta üst kısmında, ensemin hemen altına yerleşecek güçlü bir Om içimde uyanmıştı. Bu “bilmek”ti, kalben özlemek, bir an önce kendime katmak istemek. Ve her türlü düşünce, uyarı, risk ve benzeri duraksatıcı müdahalesine rağmen küçük zihnimin(ve bu zihni tetikleyen diğer zihinlerin) o dövme, kendi zamanında, kendi ritminde, kendi seçtiği yere geldi ve yerleşti. Çizilirken hissettiğim o tatlı sızı, tam da o 20 dakikaya denk gelen ülkeler geçidinin binbir müziğine karıştı. Yüz üstü uzanırken ilk başta heyecandan ağzım kupkuru, kalbim hızla atıyordu, ama Ruhsel iğneyle bana dokunduğu andan itibaren usul bir teslimiyet, rengarenk bir dönüşüm haresi yayarak bütün odaya yayıldı. Yaşadığım en keyifli, en “bana ait” deneyimlerden biri içinde akarken yüzüm ve nefesim rahatlamaya, içimde sonsuz durgunlukta bir göl manzarası uyanmaya başladı. Yerimden kalkıp çapraz aynadan onu gördüğümde, artık dövmesi olan insanları anlayabiliyordum. Bedenime yayılan endorfinin de etkisiyle duraksız bir gülümseme sardı yüzümü. Çıkarken tüm dünyayı kucaklayacakmış gibi hissediyordum...

Eğer içinizden yükseliyorsa, durmayın derim, tabi ki yürüdüğü yolu yakından tanıyan etik, insancıl ve doğru bir ustayla..!

Om
Deniz

Vaha Ada - Burgaz


Kaldırım taşlarından yükselen yakıcı sıcak, ensemde hissettiğim güneşe eklenirken, elleri yükle dolu bir kadına yol vermeyecek kadar kaba ve görgüsüz birkaç adama çarpmamak için durup yolumu değiştiren yine ben oluyorum. “İstanbul’da yürümek” başlıklı bir kitap veya kullanma kılavuzu pekala yazılabilir, çünkü 30 santim kenara çekinmeyi mesele gibi gören ve nezaketin yakınından geçmemiş bir erkek kitlesi çoğunluğu oluşturmakta. Sürekli sağa sola çekile çekile, ve bunu onların varoluşunun, koşullandırılmalarının ve eğitimsizliklerinin bir ürünü olduğunu kendime hatırlatarak geçirgen kalmaya çalışa çalışa, soluması güç havayı yararak elimde sebze-meyve, sırtımda sırt çantam evime ulaşmaya çabalıyorum. Kulağımda her türlü korna, fren, otobüs gürültüsü, atılan saçma sapan laflar ve şehir vızıltısını agresif bir ritim ile gölgeleyen Moby var, “Go” parçasının 14 farklı mix’i dönüp dururken ayaklarım birbirine ancak yetişiyor. Eve varıp bir an önce ince askılı hafif bir ev elbisesi giyinmek, yalın ayak mutfaktaki taşlara basmak ve buzlu bardaktan ayran yudumlamak var aklımda..

Düdüklü tencerenin buharını duyduğumda gevşemeye başlıyorum, güneşliklerin yardımıyla göreceli olarak serin kalmış salonda en sevdiğim köşeye, yazma köşeme kurulup ayran bardağında kalan buzları ağzımda döndürerek “god moving over the face of the waters” eşliğinde sandalyeme yerleşiyorum. Burgaz Adada çektiğim az sayıda resmi yükleyip keyifle iç çekiyorum. Nihan ve Niso ile geçen upuzun Pazar Altan ve benim üzerimizde müthiş yenileyici bir etki yaptı. Sabahımıza yayılan vapur seferi boyunca cam göbeği köpükler ve sulara bakarak vapurun kıçında bağdaşta oturduk; bebekler, köpekler, müzik dinleyen çocuklar, fotoğraf çekenler, poz verenler arasında iki küçük gözlemci olup dalgaların ve martı kanatlarının altında gizlendik adeta. Gözlerimiz biraz uzakları, hayalleri, mavileri taradı, biraz birbirimizi. Kınalı Ada’da dayanamayıp vapurdan denize balıklama atlayan gençlerin yarattığı şaşkınlığın ardından, Burgaz’da indiğimizde taze dövmeleriyle Nihan ve Niso bizi bekliyordu. Soda ve kahve üzerinden hızlıca bir hasret ve tanışma sohbeti yaptık, sonra kendimizi eve ve oradan da Bayraktepe’ye kadar uzanan keyifli bir yürüyüşe bıraktık.

Tempolu inişler ve yavaş tırmanışlarda kertenkeleler eşlikçimizdi; sanırım 8 yaşımdan beri ilk defa bu kadar çok kertenkeleyi bir arada gördüm. Hışırdayan çalılara her kaydığında gözlerim, uzun kuyruklu arkadaşlardan biriyle gözgöze gelerek sürüp gitti yolculuk. 2003’teki yangından sonra ağaç dokusunu büyük ölçüde kaybetmiş olan tepenin inatla yeşillik çalılarla kaplı olması da iç ferahlatıcıydı. Marta koyu ise nefes kesiciydi, gidip koyun ucunda çadır kurmuş efsane insana imrenmemek elde değildi. Aşağılarda, at kestanesi ve çınar ağaçları arasında, hiç biri birbirine benzemeyen muhteşem evleri gezerken Nihan’ların aşina olduğunu siyah kedi yavrularıyla ilk defa karşılaştım, bir tanesi annesinden süt emerken, diğerleri naif bedenleriyle oradan oraya yürüyorlardı. Adanın doğal, sakin ve samimi havasının gevşetici etkisi sürerken, Büyük Klübün önündeki minik seyyar dondurmacıdan taze çilek ve limondan yapılmış katkısız (ve sınırlı miktardaki) dondurmadan aldığımız ilk ısırıkta keyfimiz iki katına çıktı. Senenin ilk deniz sefasının tatlı serinliğine doyamadıysak da, tadı damağımızda kaldı. Ama ardından hayallere, yaşama, potansiyellerimize ve toplumun yeni ve farklı olan herşeye yönelen bastırma ve yıldırma girişimi üzerine uzun uzun konuştuk. Otuzların başlarında yaprak yaprak açılmaya başlayan onlarca duyguyu, uyanışı paylaşırken zaman nasıl geçti anlamadık. Ardından grup büyüdü, keyif büyüdü ve akşam Kalpazankaya’da kıpkırmızı gün batımına eşlik eden sürpriz tandırla pazarımız taçlandı! Vapura son 15 saniyeyle yetişirken elimde günün üçüncü dondurma külahını taşımaktan az biraz utansam da, adanın, dostluğun, güzel anların ve iyi dondurmanın önünde eğilip keyfini çıkarmak dışında yapılacak bir şey olmadığını bilerek adanın yavaş yavaş küçülmesini izledim..

Büyük ada adı üzerinde büyük, hikayeleri, yolları, adanın kendisi gezmekle bitmez, Heybeli ada –bende kalmış bir ilk gençlik sızısı dışında - piknikler ve yürüyüşler için şahane, Kınalı deseniz bir uçtan diğerine denize girilen, en çabuk varılan ada.. Burgaz Ada’yla daha bu ilk ziyaretimizde bize bir başka dokundu; neredeyse evimizde gibi hissettiğimiz, sakinliğine ve kuş seslerine çarpıldığımız, yakındaki bir uzaktı ada. Şehrin fokurdayan kalabalığı, birbirini dinlemeyen insanları, durmaksızın inleyen asfaltı ve bitmeyen uğultusundan sıyrılıp, köpüren dalgalar arasından iki kanat çırpışta konulacak taze bir nefesti ada; yavaş ve derinden...

Bir gün muhakkak koklayın, görün, yürüyün Burgaz Adayı.
Deniziniz, taze havanız, düşleriniz bol olsun..
Deniz

10 Haziran 2010 Perşembe

sorun yok


Yürüyerek kahvaltı edilir mi? İdeallere uymasa da, Komşufırın’dan ciabbata üzeri zeytin/peynir ve yanında limonata alıp, günlerdir yağan yağmurun ardından ilk güneşli günde mavi babetlerle yürüyorsan pekala edilir! Hele de uzun ve karmaşık bir rüyadan uyandıysan, kimi ve neyi kurtarmaya çalıştığını hatırlamıyorsan, yine de kalbinin derinlerinde bir kurtarıcı hissi kımıldıyorsa, ama kendine kahvaltı hazırlayacak kadar bile gücün yoksa, perdeyi araladığında parıldayan güneşi gördüysen ve bir an önce onu teninde hissetmek istediysen, işte o zaman bir elinde ciabbata, bir elinde limonata, güneş gözlüklerinin altında mobil kahvaltını mideye indirirsin. Mistik ve yorucu rüyanı, gece bir anda dökülen sebepsiz gözyaşlarını, ve içine uyandığın “hayat ne kadar büyük” düşüncesini – yarı korku, yarı merakla yoğrulmuş – ardında bırakarak..

Nasıl son üç dört gündür sebepsizce yaşamla dolup taştıysam, dün akşam da aynı beklenmedik hızda yavaşladığını hissettim içimdeki güçlü makinanın. Sanki bir adım geriye çekildi cesaret, biraz sesi kısıldı coşkunun, belli belirsiz bir keder, bir sebepsiz korku yayıldı içime. Sonra bedenin sigorta sistemi devreye girdi, ruhum yıkandı, içim boşaldı, kendimi bıraktım hıçkırıklara. Tıpkı biriken gerginliği,travmayı boşaltırken hayvanların titremesi gibi, biriken ve yüzeye çıkmayan duygular da kimi zaman ağlayarak boşalıyor..

Kelimenin tam anlamıyla o boşluk hakim olduğunda içime, sakinledim, yumuşadım. Hayatın heybeti, bedenin zekası, herşeyin daha büyük bilincin dalgalarıyla akıyor olması, kendi küçük direnç ve yoksayma mekanizalarımız göründü bir an için gözüme. Anlamak isteğim kayboldu. Sadece durmak, dinlenmek ve düşünmemek için izin verdim kendime. Ardından ikinci turuna girdiğim Osho’nun “Çocuk” kitabının sayfaları arasında dolaştı gözlerim, ve yastığıma gömülüp diğer tarafa geçtim..

Yaşamın, ruh halimin, eğilim ve hislerimin “ben” diye adlandırdığım bilinçten bağımsız hareketini artık savaşmadan izlerken, spontane güne daldım. Yürüyerek kahvaltımın ardından gün önümde açılıp kendi tekliflerini sunmaya, patikalarını açmaya başladı, ben de önümde açılan yollara içgüdüsel adım atmaya başladım. Planlamaya çalıştıkça zorlaştığını görünce bir defa daha, bıraktım kendi yoluna aksın diye. Hayatın bir “yapılacaklar listesi” olmadığını karnımın orta yerinde hissettikçe, çok kısa bir süre öncesine kadar neden bu listeye o kadar yapıştığımı, neden bunu çok yaşamsal sandığımı, kısacası kendi kendimi anlayamaz hale geldim! Şu an, yine hiç mi hiç ifade edemediğim bir his içindeyim, baktığım, gördüğüm herşeyde hayatı kutlama hissi var. Hayatın büyüklüğüne, sınırsızlığına, kendi yoluna bir eğilme var. İnsanların gözlerinin en derinlerindeki gerçeğe, cana, yaşama saygı var. Yüzeyde yaşadığımız göstermelik paylaşımlar ve sosyal gereklilik kapsamındaki davranışlardan derin bir sıkıntı var. Bir an önce herşey gerçek oluversin, herkes gerçeğini ifade etsin, gerçek duygularıyla yaşasın, dokunsun istiyorum. Gerçek olmak, yüreklice söyleyivermek. Ve söyleyiveriyorum da bir çırpıda: “En çok istediğim şeyler, arka planda en ödümü koparan şeyler aslında!”:

Tartısız ölçüsüz içimden geçeni söylemek, inanmadığım şeye inanıyormuş gibi yapmamak, istisnasız dürüst olmak! İçimden aktığı gibi ders vermek, insanların beklentilerinden bağımsız olmak, içimden gelmedikçe yakınlaşmamak! İnatla kurumsal formata girmemek, gerekenleri değil - sadece içimin onayladığı işleri yapan bir işletmeyi sürdürmek! İçime doğru gelmiyorsa, ailem de olsa, dostum da olsa, kıvırmadan, yumuşatmaya ve inceltmeye uğraşmadan “katılmıyorum!” demek! Çocuk sahibi olmaya karar vermek, hamile kalmak, doğal doğum yapmak, bir anne olmanın sorumluluğunu almak!! İstiyorum, ve korkuyorum..! Herkes korkuyor. Korkmuyormuş rolüne yatıyoruz ama tavrımızda, bedenimizde, kalıplarımızdaki değişim, içten içe ödümüzü koparıyor. En çok söylediğim, anlattığım, derslerime, sohbetlerime serpiştirdiğim şeyler, aslında en çok geliştirmeye niyet ettiğim şeyler. Sana, ona söylerken kendime söylüyorum aslında. En kendimden emin söylediğim şeyler, fondaki perdenin arkasında dizlerimi titretiyor aslında. İşte gerçek. Ve güzel haber, bunda bir sorun yok. Korkmakta bir sorun yok. Ama korkunun akışı durdurma gibi bir etkisi yok. Benim korkuyla, korkunun varlığıyla rahat etmeyi, onun varlığını onurlandırmayı ve cesaret etmeyi seçme etkim var. Korkmakta bir tuhaflık yok. Hayat çok büyük çünkü, ve bizim derin koşullandırılmalarımız çok küçük. Hayatı alamıyor içeri. Alırsa da çarpıtıyor, ve işte korku orada çıkıyor ortaya. Çarpıtılmış algı, gerçeği olduğu gibi görememek, programlanmış zihin. Korku. Neyse ki ağlamak var, neyse ki dansetmek, sevişmek, şarkı söylemek var, koşmak, zıplamak, bağırmak var boşaltan. Neyse ki disiplinler var, doğru nefes almayı öğreten, kendini dinlemeyi, kendinle kalabilmeyi, her ne varsa olduğu gibi görebilmeyi, ve şu anın içinde rahatlamayı öğreten. Neyse ki aşk var, teslimiyet var, yoga var.

Güneş sanki 3 gündür İstanbul’u sarsan yağmura inat gittikçe yükseliyor, gök pırıl pırıl, hava bildiğin sıcak şimdi. Akşamın kederi, sabahın yorgunluğu, kahvaltımın kırıntısı kalmadı içimde. Gönlümden aramayı geçirdiğim birkaç dost, yazıp toparlayacağım birkaç sayfa, bedenimin bir an önce içine girip solumayı beklediği birkaç asana var. Bugün yin yoga dersim yok, yerine Şiddetsiz İletişim Tanıışma akşamı var. Bu defa ben de katılacağım, içimde serin ve kıpırtılı bir hevesle. Öğrenecek çok şey var, ve yeni bri anlayışın perdesini aralarken içim, tıpkı loş odanın perdesni aralayıp güneşle karşılaşırkenki coşkuyla doluyor. Bilgi, sözcüklerden süzülüp kalbime, bedenime indiğinde, daha sade, daha koşulsuz, daha katkısız bir yaşam için bir arpa boyu daha yol gidiyorum. Bilgi, saf ve güçlü ise, birey birey büyüyor ve yayılıyor, koşullanmaları kırıp, içeri biraz daha ışık alıyor..

Işığınız, güneşiniz, cesaretiniz bol olsun.
Deniz

resim: 'sower with setting sun' - Van Gogh
Related Posts with Thumbnails