2 Eylül 2010 Perşembe

uyuyamayan

Uyku düzenim orta yerinden çatladı. Nemli yaz akşamları kararmaya, Eylül Ağustos’a çelme takmaya, Merkür inceden gerilemeye başlarken benim güzelim ılık uykum çalkalanıverdi son bir haftada. Nefesten yogaya, gevşeme teknikleri ve aromaterapik yağlara dokunduğum her şey bir nebze ferahlık ve gevşeme getirse de, organizma zaman içinde bir takla atmışcasına tersine dönüverdi işte. Yanımda mışıl mışıl uyuyan Altan’a iç geçirerek bakıyor, uykuyu davet eden tüm ritüelleri sıralıyor, neticede dönüp dolanıp savaşmayı bırakıyor, ya bir kitaba, ya i-pod’a ya da laptop’a uzanıyorum. Sanki zihnim başımdan midemin orta yerine inmiş gibi, gövdemin merkezinden bir güç kaldırıyor beni, adım adım yürütüp bir meşgaleye sardırıyor. Uzun uzun okuyup, yazıp, dergi karıştırıp zihin kendiliğinden yayılmaya, gözkapaklarım çaresizce kapanmaya başlayana dek aktif kalıyorum. Hele bir de bana dokunan birşeyler olduysa o günün ortasında, onunla, kendimle bir hesaplaşma süreci de bölebiliyor uykumu. Bu gece sadece beden uykuya direniyor, ama bir kaç gece öncesinde, içimdeki gelgit yavaşlayana kadar ağrıdan çatlayan başım ve bir parça iç mücadeleyle geçti gecenin tam yarısı...

Yaşını başını almış birinin uzun uzadıya ama inceden eleştirdiği bir seçimimi, küstah veya kaba görünmemek adına savunmadığım, 40 dakikaya yakın vaazını dinlediğim ve saygısızlık etmemek için yutkunup sadece başımı salladığım bir akşamın ardından, tepkiler ve duygular cümbüşümle karşılaştım gecenin kaç saati boyunca. Neticede, kendi tercih ve yolumu anlatsam dahi dinlemeyecek, dinlese de kendi değer ve yargı sisteminde yerleştiremeyecek bu insanın yaşına, başına ve mertebesine hürmet edip susmuş olduğum için kendimi doğru bir karar vermiş buldum. Yine de onun kabarmış “ben bilirim” duygusu, benim sınırlarıma hiç çekinmeden dalıvermesi ve benim tecrübemi kendi geçmiş tecrübesiyle karşılaştırıp kendi hatasını bana biçmesi içimi daralttı. Onun baskın egosu dürtükledikçe huysuzlanıp karşı saldırıya geçmek için şişen egom “Benden yaşça çok büyük olabilirsin ama sen benim hayatımı yaşamadın, benim duygusal ve ruhsal süreçlerimden geçmedin, benim deneyimimi bilemezsin ve böyle hunharca iddia edemezsin!!!” diye bas bas bağırmak istedi. Tabi bu şansı bulamayınca hiddeti yavaş yavaş söndü, sönümlendi. Ama bana geride bıraktığı bilgi, hala diğerlerinin, her kim olurlarsa olsunlar benim zekamı, derinliğimi ve kişiliğimi takdir etmelerini beklediğim oldu. Ve bu takdir yerine, taban tabana zıt yaşam öncelikleri olan ve adab-ı muaşerete göre saygı göstermem gereken bir kişinin kendi değerler ekseninde beni dilediğince yargılayıp “ileride benim de anlayacağımı” da ekleyerek konuyu kapatmasının beni nasıl öfkelendirdiği!

Kabul; dönüp dolaşıp insanların takdirini, açık görüşle beni görmelerini, anlamalarını bekliyor bir yanım. Ve evet, artık çoğu durumda tümüyle eriyip gitti bu beklenti. Sınırlarımı tanımayıp, geçip, bir de beni neredeyse üzerek kendi doğrusunu dayatmaya çalışan biri olduğunda, ya gerekeni söyleyip onu sınırdışı ediyorum, ya da anlaması ve yeniden yorumlaması için bir şans veriyorum; beni kabul edip onaylamasını beklemiyorum. Fakat bunları yapma fırsatını, kişinin yaşı, oturduğu koltuk veya kimliği nedeniyle kendi ellerimle bir kenara koyduğum bu olayda, yani kendi içimden fışkıran doğruyu, yanıtı orada ifade etmediğim o akşamda, o kişinin beni kendi çizip içine oturttuğu saçma şablonun bir parçası olarak görüyor olması bana dokundu! Hayatımın dışındaki, kırk yılda bir nezaketen gördüğüm bir kişinin, kendi dünyasında söyledikleri ve bana yaklaşımı bana ne diye dokundu? Kim olursa olsun, ve kendini hangi yetkide görürse görsün benimle böyle konuşmaya hakkı olmadığına inandığım için dokundu. Onu kendi dünyasına bırakıp, kendi iç gerginliğimi gevşetip olayı ardımda bırakmam zaman alacak sanırım, zira bu satırları yazdığıma göre, öfkem ve tepkim hala dipdiri ve benimle!

Yaş ve tecrübe kimi insanları kemikleşmiş, katılaşmış, tüm esnekliğini yitirmiş bir doğrular yığınının içine yerleştiriyor. Her birimiz yaşamda geçirdiğimiz yıllar devrildikçe, bilgi ve deneyimin birikimiyle dolmaya, bir doğrular sistemi oluşturmaya ve kendi doğru bildiklerimizde netleşmeye başlıyoruz. Hiyerarşi, yaşı ve tecrübesi daha fazla olan kişiyi dinle diyor. Oysa Osho’nun “Çocuk” ve “Olgunluk” kitaplarını okudukça, aslında yaş almanın, geleneksel yaklaşımda kişiyi olgunlaştırmak, zekasını uyandırmak, bilgeliğe yaklaştırmak ve özgürleştirmek yerine çoğunlukla kişiyi katılaştırdığını, kabuklarını güçlendirip, hafızadan, tecrübeden örülü bir kalıp yarattığını, bu katı kalıbın içinde kişinin gittikçe daha çok bilgi içinde atıl ve sönük kalmaya başladığını anladım. Tecrübe, çoğu kez potansiyelin ve önümüzdeki sonsuz seçeneklerin budanmasında kullanılan bir tırpana dönüşüyor; aldığımız darbeler, yaşanan acı ve düş kırıklıkları ile kişi korku ve sıkı sınırlar oluşturuyor. Ve sonsuz açıklıkta, pırıl pırıl parlayan, yaşam, coşku ve özgürlük saçan bir çocuk, tecrübeyle, bilgiyle, hiyerarşik yaklaşımın getirdiği dev egoyla ağır ağır baskılanıyor, yönlendiriliyor, gereksiz bilgi ve kalıplarla koşullandırılıyor. Oysa Osho’nun dediği gibi, hepimizin çocuklardan öğreneceği çok şey var; onlara birşeyler öğretmek yerine, onlara olup kalpten hissetmeyi, yeni ve şaşırtıcı fikir ve sorularını dinlemeyi, oyunların katılıp yeniden coşkuyu, zekayı, bedeni hissetmeyi öğrenebiliriz. Ve her birimiz, bizden yaşça daha küçük olanları, daha yeni nesilleri dinlemeyi öğrenmeliyiz; onlar daha kısa süredir bu yaşamda, ve büyük olasılıkla bizden daha az koşullanmış durumdalar, daha çok soru sorabiliyorlar ve daha parlak fikirlerle dolular. Bizden daha cesur, meraklı, hareketli ve enerji dolular. Yaşam onlarda daha akışkan. Yıllar geçtikçe bu akışkanlık azalıyor. Yaşamın içlerinde aktığı, coşkunun ve neşenin kaynağı olanları dinlemek gerekli. Her ne kadar bizden öncekilerin deneyimlerinden damıttığı pek çok bilgiyle, sistemle, bilim ve teknikle ilerlese de uygarlık, dedelerimiz ve babalarımızdan gelen tüm bilginin ötesinde, bizden sonra doğanların durgunlaşmamış, bulanmamış, tortulanmamış enerjisiyle aydınlanıyor dünya.. Daha korkusuz, daha açık ve cesur zihinler onlar...

Bundan 3 sene kadar önceydi sanırım, bir kırılma noktası yaşadım. Yıllarca kardeşime bir arkadaştan çok abla, hatta ebeveyn gibi hissettiğim, onca içiçeliğimize ve sırdaşlığımıza, can yoldaşlığımıza rağmen bana danıştığı durumlarda ona tavsiyede bulunurken, kendi tecrübelerimden yola çıkarak kimi zaman korkularımı, kaygılarımı sözlere döktüğümü, çoğu kez koruyucu yanımın gereksiz miktarda öne çıktığını ancak üç yıl önce anlayabildim ve kabul ettim. O gün Canset’in önünde oturup, “Bugüne dek bilerek veya bilmeyerek sana aktardığım ve bilinçaltına ilettiğim tüm korkularım, kaygılarım ve kendi deneyimlerimden dolayı sana verdiğim taraflı tavsiyeler için özür dilerim.” dedim. Dışarıdan en rahat ablalardan biri gibi görünürken içten içe kendi korku ve travmalarımın izlerini nasıl ona yansıttığımı anladığımda içten bir özür dilemek şart olmuştu. Tabi ki işin en aydınlık yanı, Canset’in doğasında yatan pırıl pırıl aslanın, o güne dek benim farkederek ve farketmeyerek ona sunduğum herşeyi silkeleyip içinden sadece kendine doğru gelenleri almasıydı. Bu onun doğası. Ve o andan itibaren, ne zaman benimle konuşsa veya bana danışsa, ona, kendi doğrusunu bulmasına rehberlik edecek doğru sorularla cevap vermeye çalıştım. Mümkün olduğunca dinleyerek, varlığını hissederek, kalben onunla olarak ve kendi yolunu bulmasını sabote edecek taraflı cümleler kullanmamaya özen göstererek. Hatta o konuşmamızdan sonra ben ondan öğrenmek için açtım kendimi, onun doğuştan gelen sorgulayıcı ve başına buyruk duruşundan çok ilham aldım. Benden küçük diye yıllarca ‘korumaya’ çalıştığım güzel varlık, benim gereksiz katmanlarımı soymak için öncü isyan birliğiymiş meğer...

Sözün özü, çocukları, bebekleri, gençleri dinlemeli.. Bizden büyükler de kendi ego çemberini kırıp biraz bizleri dinlemeli. Her bireyin, hele de daha özgür beyinlerin kendini ifade etmesine izin verilmeli, bizim görebildiğimizin, damıtabildiğimizin ötesini görebilen gözlerin gördüklerini anlamaya alan verilmeli. Tecrübe, değerli bir veri kaynağı da olsa, kimi zaman geride bırakılıp maceraya atılabilmeli. Öğütler hiç bir zaman yerine ulaşmayacağı bilinerek kısa kesilmeli. Dünya deneyimi kimi zaman güveni kıran, acı ve buruklukla dolu olsa da, yeniye yer açmak, yeniden başlamak için cesaretle adım atılabilmeli. Birileri öyle yazmış, inanmış ve anlatmış diye bize anlatılanlara takılıp kalmak yerine, her birimiz kendi hikayesini kurmak için yelkeni açıp limandan ayrılabilmeli. Korku kültürüyle büyüdüğümüz bir toplumda, gömlek gömlek bu korkuların zincirlerinden özgürleşip, kendi korkularımızla barış edip, bizden taşmasına gerek kalmadığı bir bütünlük hali kurulabilmeli. Bu bütünlük ve birlik halinden akabilmeli yaşam, bizlerin çocukları cesaret, aşk ve özgürlük hikayeleriyle büyümeli. Kim olursa olsun, kimsenin hayalleri küçümsenmemeli, insan, hele de çocuk asla karşılaştırılmamalı. Bugün gerçek olan herşeyin bir vakit bir düşten ibaret olduğu hatırlanıp, düşlere ve kalben atılan adımlara destek verilmeli..!

Daha neler neler yapılmalı ve edilmeli, ancak şehrin bu en sessiz saatinde, uyku saklambaçın en katmerlisindeyken, belki de ekranı kapatıp yatağa doğru yavaştan yürünmeli. Oysa hala gözkapaklarımın ardından cin gibi bakan gözlerim, beyaz ışıkla daha da uyarılmış halde pek bir uyanıklar. Bir kaç gece öncenin öfkesi ve içimden fışkıran cümleleri dökülüverdi gerçi, ama bu gecenin uykusuzluğuna bir çare olu mu derseniz, hayır! Merkür gerilerken hepimizin ayakları biraz dolandı; benim de en çok ifade ve seyahat alanıma çomak sokan Merkür, iç hesaplaşma ve meditasyon sürecine ise beklenmedik bir yoğunluk kattı. Uykum üzerinde de etkili oldu mu bilmem, ama böyle giderse benim içsel saat tam tersine dönecek..!

İyi geceler ve kocaman bir günaydın derken, Özdemir Asaf’ın sevdiğim bir sözüyle bitiriyorum:
“Öğüt, zamanında taze yenmemiş bir ekmeği, başkasına bayat yedirme denemesidir...”

Deniz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with Thumbnails