11 Kasım 2009 Çarşamba

Outsider


Bugün bıraktım... Yarı uykuda yarı uyanık halde, kalkıp ajandamın derinliklerine dalmak yerine kendimi yatakta bıraktım. Sabah dersim olmadığının bilgisi ve Altan’ın rüyamda mı yoksa gerçekte mi fısıldadığını bilmediğim “biraz daha uyumalısın, dinlenmelisin” cümlesiyle, tıkalı sinüslerim ve kaşınan genzimin fonda oluşturduğu rahatsızlığa aldırmadım ve bedenimi öylece bıraktım. Ayaklarımı yere basabildiğimde, bedenimin ağırlığını uzun zamandır hissetmediğim kadar belirgin hissettim; aynada gözlerim kendimle buluştuğundaysa, sanki 10 gündür ilmek ilmek çözülen ve kendini sunan bilgi vurdu yüzüme. Zen Terapi çalışmasının ardından, sevgi, sınırlar, alanlar üzerinde dönüp dolaşan ve hem sarsıcı, hem de özgürleştirici etkileri olan öz bilgi, yavaş yavaş yaşamıma dokunmaya başladı. Daha önce algılamadığım bir katmanda farketmeye başladım kendimi; dinleyince bedenimi, dinleyince kendi sesimi.

“Herkes beni sevmek zorunda değil”. Basit bir cümle. Benim içinse çok büyük ve çok yeni. Çünkü ben bu cümleyi henüz telaffuz edebildim, 29 yıllık yaşamımda ilk defa geçen hafta söyledim, kendi ağzımdan çıkanı duyan kulaklarım yavaş yavaş alıştı, duyduğumla uyanan hisler ise tanımsız bir özgürlük ve ferahlık melodisi ile durmaksızın çınlıyor. Söylüyorum, tekrar söylüyorum. İçime aldıkça, bu gerçeğe gönlümde bir yer açtıkça nefesim açılıyor, rahatlıyorum. Bir ömür bunu nasıl hiç düşünmemişim, nasıl bunun tersine inanmış, katı bir gerçek, bir gereklilik gibi bağlanmış ve bunun için yaşamışım - inanılmaz! Başka bir alternatif olamazmış gibi, heryerde, herkes tarafından sevilmeyi arzulamış, sevilmediğim yerde içerlemiş, üzülmüş, sebebini anlamak için çabalamışım. Dışa vurmasam da, içimde yaralar açmış onaylanmamak. Ama, işte, menkıbe bu ya, daha ilkokuldan başlayan hikayemde, her dönem bir tavrımla, bir kararımla, ya da yaptıklarımla büyük grubun dışında kalmış, kimi zaman dışlanmış, ve yüzeyde görünen gülüşlerin arkasında hep parmakla gösterilen ve arkasından konuşulan o insan olmuşum. Hep bir alien hissiyle geçmiş bütün çocukluğum ve ilk gençliğim.. Ya topluluğun etik kurallarına uymamış olduğum birey, ya bekleneni yapmamışım beklendiği anda, ya da olmadık yerde içimden geleni söylemişim. Sevilmek için “uymaya” çalıştığım uzun dönemler olmuş, ama bir noktaya gelip kırılmış kurmaca kimlik. Hep az ve öz dostum olmuş, onlar da beni olduğum gibi alabilenler... Ama içten içe, dışında kaldığım gruplara, hayatımdan çekilen insanlara baktığımda hep anlaşılmak istemişim, bilinçaltım rüyalarımda tamamlamış yarım kalan herşeyi... Bu sabah hatırladığım duygu, tam da o kantinden içeri girip, onlarca kişinin bana bakışlarını algıladığım, gözlerimle etrafı taradığımda arkadaşım olan iki kişiyi zar zor seçebildiğim anda hissettiğim duyguydu. Outsider. Dışarıda kalan. Gömülmüş duygu. Ne zaman bir zerresiyle karşılaşsam, bana ağır gelen duygu. Onlarca arkadaşım, eşim, ailem, herkesle sevgiyle akarken dahi, bir tek kişinin kabulünü ve ilgisini hissetmediğim anda yüzeye çıkan o basit duygu..

Zen Terapide, dinamik meditasyonlarda, ve sonrası günlerde uyanan özgürlüğün ve ferahlığın altyapısında bu var; duyguma sahip çıktım, çünkü her ne olursa olsun, olduğum gibi olabilmenin ve içimden geldiği gibi konuşabilmenin açıklığı ve özgürlüğüydü o duygu. “Dışarıda kalan” olmakta yanlış birşey yoktu ki; bu yalnızca benim “Sevilmeliyim” kalıbıma göre bir sorundu. Sadece benim mevcut kodlamam bunu bir yüke, bir acıya, bir soruna dönüştürüyordu. Ve ferahlıkla, rahatlıkla, gönül dolusu söylediğimde, bu gerçeğe içimde bir yer verebildiğimde, omuzlarım gevşedi, karnım yumuşadı, gözlerimin etrafı, şakaklarım hafifledi: “Herkes beni sevmek zorunda değil.” Ve bu da içsel zeminde demek ki, ben herkes beni sevsin diye bakışlarımı, gülüşlerimi, cümlelerimi, duruşlarımı bükmek zorunda değilim, zaten bükmüyorsam da bükemememin suçluluğunu taşımak zorunda değilim. O bir kişi beni onaylasın diye olmadığım gibi davranmak zorunda değilim. Çünkü herkes özgür ve herkes kendi alanında hür. Kendi özgürlüğüm, kendi öz sevgim, alacağım bir dilim ilgi ve onayın çok daha üzerinde. Ve o ilgi, veya onay, veya ilgisizlik ve ret, şimdi ve burada o kadar önemsiz ki. Aslolan tek şey, benim kendimle olan ilişkim, benim hissim, benim sevgim. Aslolan tek şey benim sevgim. Aslolan şey, sevgi. Sevgi, herşeye izin verir, herşeyin olduğu gibi olmasına alan verir, herşeyin kendine has varlığının önünde eğilir. Sevgi, herşeye izin verir, tam da bu yüzden sevginin olduğu yerde “kabul etmek” için bir gayret sarfetmek gerekmez. Çünkü sevgi reddetmez ki kabul etmek için bir çaba olsun, orada herşeye alan vardır.

Niyetleri, duyguları, düşünceleri, tavırları, yaşam görüşleri, inançları, kalıpları, ve bana dair hisleri her ne olursa olsun, yaşamımda yer alan, yaşamıma dokunan ve dokunmayan herkesin ve herşeyin kendilerine has varlıklarının önünde eğiliyorum. Orada olmaları gerektiği için oradalar, ve yüce yaradanın her biri kendine özel ifadeleri olarak varlar. Olan herşeyin olması gerektiği gibi olduğunu bir anlığına da olsa anlıyorum... Ve anladığım anda içimden yükseliyor; biz kimiz ki, bir başka varlığın hislerini ve tercihlerini beğenmeyip yargılama cüretini kendimizde görebiliyoruz..? Şaşırıyorum. Olan herşeyin oluşunu onurlandırıyorum. Ben içimde bir yer açtıkça herşeye, kendimin ve hayatın daha çok farkına varıyorum.

Derin bir nefes doluyor göğsüme, can doluyor bedenime, burun deliklerimi farkediyorum, nefes rahatlıkla akıyor. Bedenimi takip ettim, kahvaltı yerine istediğim sıcak çorbayı içtim ve bedenimin beni çektiği yere, klavyenin başına geçtim, bu sabahın meditasyonu yazma meditasyonu oldu. Uzun uzun izlediğim “Outsider” kartını destenin içine bırakıp bugün için bir kart çektim.. Thunderbolt/Yıldırım kartı çıktı. Bu içsel sarsıntı hem gerekli hem de son derece önemli. Ve izin verirsen, yıkıntıların arasından daha güçlü ve yeni deneyimlere daha açık bir şekilde çıkacaksın. Yıkımı, içine dahil olmadan izle, olana evet de..

Olana, herşeye evet diyerek başlıyorum bugüne..
Olduğunuz gibi kalın,
Deniz

Resim - Egon Schiele

14 Ekim 2009 Çarşamba

bağlar, dostluklar, planlar


Mavi ve puslu sabah; gece boyu açık kalan pencere ve balkon kapısından eve yayılan buz gibi sabah havası yataktan kalkar kalkmaz tenime çarpıyor. Yerler serin, yollar sessiz, alarmın ilk tınlamasıyla hemen açılıyor gözlerim, yataktan doğrulurken yeni güne açığım. Bu dinçlik ve gerilimsizlikten anlıyorum ki, dün akşamki rosé ve mola iyi gelmiş, ve tabi eski bir dostla uzun sohbet ve dökülen gözyaşları da. Noter, ustalar, marangozla görüşme, bankalarla görüşme, telefon, ttnet, turkcell başvuruları, eve alışveriş, ufak bir damar çatlağı müdahalesi, aniden biten derz dolgusu için koçtaş ziyareti ve daha nice hareketle dolu günün ortasında, bir kriz noktasında araya giren, sımsıkı sarılan, duble espresso ve cheesecake eşliğinde yükümüzü boşaltıp sırtlarımızı sıvazladığımız bir dosta sahip olmak ne kadar dinlendirici. Ve tabi akşam buz gibi rosé şarap dilimin ardından kayıp giderken gözlerine bakıp ne kadar aşık olduğumu bir daha farkettiğim kocamın koluna takılıp uzun bir yürüyüş yapmak da.. Şükürler olsun.

Dün, bir defa daha hissettim, hayatta kime dokunacağımız ve kimin bize dokunacağı bizim kontrolümüzün çok dışında. Birlikte olmak, zaman geçirmek, buluşup görüşmek, adım atmak, tatil yapmak ve daha nice şey için niyet edip gayret sarfettiğim ama hiçbirini yapacak gücü, doğru zamanlamayı, motivasyonu veya hevesi bulamadığım onca insanı düşündüm. Sırf niyet edip yapmaya giriştiğim ama yarı yolda kesilen adımlar, bir türlü örtüşmeyen vakitler. Bir de benim gayreti sarfettiğim ve denk bir gayret veya istek göremediklerim var tabi. Kapıyı çalmaktan yorulduğum ve bir süre sonra dönüp gitmeye karar verdiğim ilişkiler.. Buna karşın apansız karşıma çıkan, her fırsatta kolayca yollarımız birleşen, beklenmedik zamanlarda çarpışıp bir arada yol aldığımız ve çok tepki duyarken birden bire en yakınım oluveren arkadaşlarım var; hiç tahmin etmediğim kadar yakınıma gelen ve hayatlarımızı birbirine ören..

Arkadaşı olup, dışarıdan algıladığım onca şeyi dilinden dinlemek, yoluna ortak olmak istediğim, çok iyi anlaşacağımızı hissettiğim ama bir türlü yanına sokulamadığım güzel insanların yüzleri içimde asılı kalır hep. Belki ben de birilerinin içinde asılı kalmışımdır. Uzaktan izlerim, bir yolunu bulup, yakınlaşıp biraz sohbet etmek isterim. Çünkü dilinden dökülenler benim de bulduklarımdır, dokunduğu yerleri hemen hissederim. Ama o mesafe kısalmaz bir türlü, belki benim çekingenliğimden, belki onun mesafesinden. Ama sanki, hep aynı tek kaynağın iradesinden..

Bir de karşılıklı aynı duygu ve dengini bulma hissiyle, kolay sunulmuş her fırsatta derin sohbetlere daldığımız, ama kendi gayretimizle o vakti ayarlayıp bir türlü bir araya gelmediğimiz, tembellikle, ya da başka bir ataletle kalıp, birbirimize uzanmadığımız ve neticede mesafeyi açmaya başladığımız bağlar var. Çok iyi anlaşmak, her zaman çok iyi arkadaş olmayı getirmiyor sanırım. Ya da çok denk zeka ve eğilimlere sahip olup, aynı filozof ve yazarların takipçisi olmak. Belki sevecenlik eksik oluyor, belki samimiyet.. O en iyi anlaşacağını, yakın dost olacağını, iş ortaklığı kuracağını düşündüğün, ya da inanmayı çok istediğin için kendini inandırdığın, zihinde planlayıp yaşamına adapte etmeye kalkıştığın kişi ile mayan tutmayıverir, için rahat etmeyiverir, el sıkışırken içinde birşey kıpırdayıverir. Ve biraz duyarlıysan, o kıpırdayan his, seni o ilişki içinde hep bir parça tetikte tutar, ve bir süre sonra, yeterince kendin hissetmediğin alanda sıkışmaya, rahatsız olmaya ve geri çekilmeye başlarsın..

Yani kendim olabilmek, olduğum gibi davranabilmek, düşündüğümü, hissettiğimi olduğu gibi ifade edebilmek, ve onun alanında rahat edebilmek beni bir insanla olmaya davet edebiliyor. Ne zamanki onun alanında “olduğum gibi” olamıyorum – ki bu benim veya onun gerginliklerinden kaynaklanıyor olabilir pekala – o zaman o müthiş niyet ve uzanan eller geri çekilmeye başlıyor. Ve alanı zorlaştıran enerjinin kime ait olduğunun hiçbir önemi yok, çünkü o alanda olmasının bir sebebi var ve alandaki her iki kişinin de bundan öğreneceği, alacağı ve anlayacağı var. Ve eğer alan açıksa, ya da biraz gayretle iki kişi de alanı rahatlatabiliyorsa, orada ilişki doğmaya, genişlemeye ve büyümeye başlıyor. Orada can buluyor bağ, ve oradan serpiliyor. Ve o hiç tahmin etmediğiniz, etiketlerle uzaktan izlediğiniz yabancı bir gün can dostunuz, eşiniz, elemanınız, ortağınız, sırdaşınız olabilirken, “seçtiğiniz” kişiler yavaş yavaş uzağınıza düşebiliyor.

En yakın dostumla kopmuştuk, seneler önce; 5 sene dip dibe yaşadıktan, heryere birlikte girip çıkıp, hayatımızı şekillendiren öğretileri birlikte takip edip, en büyük sarhoşluklarımızı, eğlenceli tatillerimizi, kahkahalı ve hüzünlü onlarca dönüşümü birlikte kucakladıktan sonra, bir tek gecede bir kaç dakikalık konuşmayla kopup gidivermişti herşey. Nasıl, neden, sorular boş kalmıştı, çünkü sebebini anlamamıştım. Onun gidişine tanık olmak, tüm kalbimle evet diyebilmek, rüyalarımda ona sarılmayı bırakmak yaklaşık bir yılımı almıştı.. Sonuçta, birbirimizle yolculuğumuzun – şimdilik – bittiğini anlayabildim, ve bunda rahatlayabildim. Artık sebebini sorgulamıyorum, çünkü anladım ki sebebi, veya kimin sebep olduğu da önemli değildi; uzaklaşmamız gerekiyordu, ve olması gereken oldu. Aynı, tek bilinç, tek iradeden doğuyor tüm eylemler. O yüzden bir giden ve bir kalan yok, başka bir köşeden bakınca.

Yani, seçemiyoruz, kimle dost, kimle yakın, kimle yoldaş olabileceğimizi. Seçtiğimiz ideal kişileri “ol”durtmak mümkün olmuyor her zaman. Birlikte yolculuk yapmayı umduğum arakadaşım yanımda olmayınca, bir yabancı oturuyor yan koltuğumda, ve bana önerdiği kitapçıya gidiyor, orada yıllardır aradığım kitabı buluyorum. Hep sohbet etmeyi düşlediğim ama yanına yaklaşıp iki cümleden fazla konuşamadığım bir hocayla ancak rüyamda konuşabiliyorum, ve ne zaman yanına yaklaşsam alanı beni kovuyor. Ortak olup bir adım atmaya niyet ettiğim, çok sevdiğim insanların yanında oraya ait hissetmemeye başlıyorum ve adımlarım, kalbim, geri geri gidiyor. Çok sevdiğim, ama o kadar da yakından tanımadığım insanlarla bir gecede sırtsırta verip kocaman bir adım atıveriyoruz. Hakkında önyargılarla dolu olduğum kadın, sonra en yakın dostum olup çıkıveriyor. En sessiz öğrencim bir gün, bana dair en gerçek değerlendirmeyi yapıyor. Hıçkırıklara boğulduğum bir anda ellerini tuttuğum harika insanın, bir zamanlar sadece e-mailini görünce tutuşup, hızla rapor yetiştirmem gereken biri olduğunu hatırlıyorum...

Yine aynı patikaya çıkıyor herşey, açıklığa. Açık olmayı öğreniyorum hayata, çünkü bilmiyorum. Yakınım ve uzağımı seçemiyorum. Niyet etsem de, olanı değiştiremiyorum. Nehir akarken hangi balıklara değeceğimi, hangi kayaya çarpacağımı, hangi kovukta dinleneceğimi bilmiyorum. Çünkü hayat, bizim kontrolümüzün dışında. Kontrolümüzdeymiş oyununu oynamak, bizi kısa bir süre rahatlatabilir, gerçeğe duyarsızlaştırabilir, ve egoyla daha güçlü bir özdeşlik kurarak çok güvende hissettirebilir. Ancak bu oyun bir süre sonra insanı, kendi duygu ve karmaşasıyla çökertiyor. Suçluluk, suçlama ve daha derin gizli bir güvensizliğe doğru götürüyor. Ve biliyorum, çok zor, açık olmak, açık durmak olana, yeniye, bilinmeyene; tam da bu yüzden bırakmak güç sımsıkı kilitlenmiş yumrukları, çeneleri. Ama davet etmek mümkün açıklığı, her yeni temasta, her pozda, her nefeste, her konuşmada.

Balkonun kapısını kapatıyorum, ama rüzgarın uğultusu tüm evi sarıyor. Serin günler başlarken, botlarımı ve paltolarımı gözden geçiriyor, sabah balımı eksik etmiyorum. Hareketli bir güne daha hazırlanırken, planladıklarımı not ediyorum, ama bir yandan da, hiç bir zaman yeterince hazırlanamayacağımı biliyorum.
Bir arkadaşım bir tişört görmüş, üzerinde şöyle yazıyormuş, bayıldım:

“If you want to make God laugh, tell him about your plans!”
Yani:
“Tanrı’yı güldürmek istiyorsan, ona planlarından bahset!”

Ajandalara yazdıklarımıza yetişmeye çabalasak da, çok da bağlanmadan ve kapılmadan, açıklıkla başlasın günümüz,
Sevgiyle kalın!
Deniz

3 Ekim 2009 Cumartesi

açıklık


Çarşaflar değiştikten sonraki sabah, mis gibi kokan nevresime burnumu biraz daha gömmek, açılan perdelerden odaya yağan ışığa bir kalkan gibi yorganı başımın üzerine çekmek nefis birşey. Yataktan çıkmamak için her türlü bahaneyi saymaya hazırım; ama yazılacak metinler, edilecek bir kahvaltı ve yetişilecek bir workshop var. Altan’ın ertelenmeyecek bir doktor kontrolü var, aç gidiyor, ben de klavyenin başında yiyebilmek için en hızlısından bir tost ve sallama çayımı hazırlıyorum. Aklımdaki yumurtalı, domatesli, zeytinli kahvaltı yarın sabaha yerleşiyor. Bu gece Canset gelecek, yaramazca atıştırıp, güzel bir film izleyip, sabaha bomba gibi bir kahvaltı yapacağız. Sonra ben yine worksop için yollara döküleceğim..

Nicole’le workshop için giyindim bile, çantam, suyum, muzum hazır. Keşke bir backbends veya vinyasa çalışması olsaydı diyor içim, oysa yoga masajı ve partner çalışması, yani benim favori alanım değil. Tabi ki tema ne olursa olsun, Nicole gibi müthiş deneyimli ve hiza ustası bir hocayla çalışmak büyük şans. Farklı hocalarla çalışmalara katılmanın, kendi uygulamamız üzerinde kayda değer etkileri var. Farklı ekol ve tarzlardan öğrendiklerimiz bir yana, kendi uygulamalarında derinleşmiş hocaların, kendi bedenlerinden öğrendikleri ince detay ve püf noktalar var. Her beden bir diğerinden farklı; hepimizin zayıf yönleri, engelleri, genetik yapısı başka. Nasıl ben çökük tabanlarımdan, katı hamsting kaslarımdan, hizasında güçlük çektiğim boynum ve omuzlarımdan sürekli öğreniyorsam, her bir yogi ve yoga hocası da kendi limitlerinden ve zorlandığı bölgelerden bir öz bilgiye ulaşıyor. Herkes, kendi deneyiminden aktardığı için, her biri yogaya yıllarını vermiş hocaların öz bilgisinden faydalanma şansımız var. Tias Little kendi tabanlarına o kadar dikkat etmiş ki, onun workshopunda benim tabanlarım da uyandı. Nicole Ohme ile girdiğim birkaç workshop ters duruşlarıma hiza getirirken, Chris Chavez’le çalışmak omuzlarım, kürek kemiklerim ve bel oyuğumda bir farkındalık yaratmaya başladı. Hiç bir poz veya tema bir anda olmuyor, ama bir poz veya geçiş yıllar içinde gelişir ve açılırken, yolda bizle deneyimini paylaşan farklı hocaların her biri ona bir detay, bir uyanış, bir parça daha netlik getiriyor. Poz piştikçe, gereksiz efor ve gerilimlerden özgürleşiyor, tıpkı hayat gibi.

Hayatta da pek çok hocamız var; farklı disiplinler ve öğretilerden değil, hayatın içinden, günlük yaşamdan bahsediyorum. Ailemiz, arkadaşlarımız, partnerimiz, iş arkadaşlarımız, içiçe olduğumuz veya hiç diyaloğa girmediğimiz, ilk görüşte bayıldığımız veya sinir olduğumuz insanlar. Bakarken, aynasında gördüklerimize bayılıp, hayran olduğumuz, gurumuz seçtiğimiz, veya aşık olduğumuz, çevresinde olmayı, ona benzemeyi istediğimiz, ideallerimize dokunan insanlar. Bakarken, aynasında gördüklerimizden rahatsız olduğumuz, bakmak istemediğimiz, utandığımız, öfkelendiğimiz, korktuğumuz, arkasından konuştuğumuz ve bize olmaktan korktuğumuz ve utandığımız herşeyi yansıtan insanlar. Her kim olursa olsunlar, her birinin kendi deneyimi ve yolları var. Her bir insan, kendi deneyiminden anlatıyor, ve kendince doğru olanı, kendi işine yarayanı paylaşıyor. Her birimiz kendi doğrumuzu, bizde işleyeni bir diğerine tavsiye ediyor, öğretmeyi deniyor, göstermeye çabalıyoruz. Deneyimlemek yaşamın ta kendisi, ama dinleyebilmek de yolu zenginleştiriyor; en tahmin etmediğimiz insandan bile öğrenecek birşey çıkabiliyor. Daha az önyargı ve süzgeçle dinleyebildiğimizde her insanın, her hocanın, her farklı disiplinin bize söyleyecekleri var. Burada, bir parça açıklık gerekiyor bizlere. Ne kadar çabuk etiketlersek, o kadar çabuk daraltıyoruz o deneyim veya insandan bize akacak olanı. Doğru, etiketlemek çok zahmetsiz ve alıştığımız bir yöntem, ama bir diğerinin aynasında göreceklerimizi görme fırsatı, açıklıkla kalabilmenin zahmetine değer. Çünkü çoğu kez, yapıştırdığımız etiket, bir diğerinde gördüğümüz ve kaçındığımız kendimizin ta kendisi oluyor.

Nicole için koşarak evden çıkmam gerek, çok istemesem de partner yogaya bir açıklıkla girmeyi deneyeceğim. Yogada birlikte hareket edebilmek, destek verebilmek, iki içinde birin dengesini bulabilmek, belki de günlük yaşamda evlilik için, ortaklık için ve daha nice bağ için bir öngörü ve farkındalık getiriyor. Buna açıklıkla bakmaya ve bundan öğrenmeye niyetle ayakkabılarımı geçirip hemen çıkıyorum!

Yaşama açık olun!
Sevgiyle
Deniz

2 Ekim 2009 Cuma

sabah nezlesi

Çorap giymeye üşendiğimden ayaklarımı bağdaş yapıp baldırlarımdan ısınıyorum, hırkama sarınmış, burnumu çeke çeke, iki posta sabah çamaşırı ardından laptopımın kapağını kaldırıyorum. Artık kırlangıç seslerine serin dokunuşu da ekleniyor Ekim’in, sabahları yorgandan sıyrılıp hırkamı üzerime alana kadar hapşırmaya başlıyorum bile. Babamdan hediye bir “sabah nezlem” var, hava az serinlesin, yataktan çıkar çıkmaz ilk 15 dakikam nezle gibi geçer. Annemden hediye serin ayaklarımı da sonbaharla birlikte polarlara sarmaya başlarım. Hayatıma kattığım harika çalışmalar kan dolaşımımı hızlandırıp sinüslerimi açsa da, genlerimin parmakizleri hep benimle.

Evlendikten kısa bir süre sonraydı, Altan’la konuşurken ağzımdan çıkan otomatik bir cümleyi duyduğumda, sanki ben değil de annem konuşuyormuş gibi gelmişti. Tabi ilk an dehşete düşsem de, zaman içinde izledikçe gülmeye dahi başladım kendime; çünkü biz kadınlar, ergenlik çağımızda annemize benzememeye ant içsek de, zaman geçtikçe onun bazı cümleleri, mimikleri, tipik hareketlerini izlemeye başlıyoruz kendimizde de. Yalnız genler değil, bebekken kopyaladığımız nörolojik altyapı, ve büyürken ister istemez izleye izleye içimize aldığımız davranış modelleri var. Tepkisel zıtlıklarımız ve çok çeşitli faktörlerle oluşan kimliğimizi bir yana koysak, sanırım belli bir yaştan sonra - belki bakmayı ve görmeyi rahatlıkla kabul edebildiğimiz – hepimiz aynı cinsteki ebeveynin bazı hareket ve davranış modellerini taşıyor oluyoruz. Tabi nasıl hissettiğimize, ve onunla ilişkimizin hangi dinamikte işlediğine bağlı olarak, belki keyif ve onurla taşıyoruz bu izleri, belki kurtulmaya çabalayarak. Annemden almışım yüzümü, gülüşümü, hatta fotoğraf çektirirken ikimiz de poz veremeyiz, dudağımızın bir yanı çok çekiverir. Bazı ani tepkilerim, cümlelerim, savunma mekanizmam ve en önemlisi sezgilerim annemden gelmiş. Aynı anda aynı insana dair aynı duyguyu hisseder, birbirimize aynı yorumu yapıveririz; algımız ve yorumumuz neredeyse birebir çıkar çoğu durumda. Ama açıksözlülüğünü alamamışım annemin, o ne kadar dosdoğruysa, diğerleriyle kolayca yüzleşir ve olayları konuşup herkese payını dağıtırsa, ben o kadar içimde tutarım, çünkü çatışmadan kaçınırım. Ama bu tam da bu kaçınmadan doğan defterler dolusu yazılar var, ve belki de dışarıda çatışamayan bir insanın içeride çatışan alerjik bünyesi...

Öte yanda, yirmili yaşlarımın başında babamın 17 yaş günlüklerini okuduğumda, bambaşka hayatlarımız ve koşullarımız olmasına rağmen, aynı yaşlarda aynı derin kuyularda kıvranıp durduğumuzu farketmiştim. Duygularımızı yaşama şeklimiz, yazılı ifademiz, bir konuya daldıkça dalıp kayboluşumuz, ve kafamızın çalışma şekli ne çok benziyordu. Ve hep benzedi de. Aynı felsefi akımları okuduk, tartıştık, ilkgençliğimde beni en çok etkileyen kitaplar babamdan geldi, aynı temel disiplinde eğitim gördük ve ben de onun detaycı gözleriyle bakmayı öğrendim, ya da o gözlerle doğdum. Ve bunlara karşın, en büyük tartışma ve mücadeleleri babamla yaşadım, belki çok benzediğimiz için oldu bu aslında. Birbirimizin aynasında gördüklerimizle, kendi inandıklarımız arasında sarsılıp durduk. Yüklü enerjik bir çözülmeydi aramızdaki, ve gün gelip bunu tamamladığımızda, aslında orada ne tanımlanamaz bir sevginin aktığını görebildim. Aşk’ı deneyimlemek, her zaman beklediğimiz formda olmuyor. Ancak kalıplar kırılıp, adımlar atılıp, bizler farketmeden tamamlanınca bazı roller, gözümüzün önündeki puslu tabaka sıyrılıyor, net görmeye başlıyoruz aslında ne olduğunu. Ben babamı ne çok sevdiğimi, büyüdükçe anladım, çünkü o sevgiyi anlayacak alan, zaman içinde açıldı.

Bir de, kontrolümüzün çok ötesinde olan, seçemeyeceğimiz, bilemeyeceğimiz bir örgüsü var ailenin. Anne ve babamızla ilişkimiz, onların anne babalarıyla ilişkileri, ve buradan geriye doğru aile kökleriyle ilişki ve bağlarımız, bizim bugünkü yaşam ve ilişkilerimizi tahmin edemeyeceğimiz bir ölçüde etkiliyor. Görebildiğimiz bazı durumları ya olduğu gibi bırakıyor, ya da müdahale etmeyi deniyoruz, kimi düzelip dengeleniyor, kimi ise kendi dinamiğinde devam ediyor. Bazı sorunlar var ki, yıllarımızı versek de hep yerinde kalıyor. Çünkü hiç bilmediklerimiz ve bilemeyeceklerimiz var; kimi kopuklukların, bağların, dengesizliklerin nereden kaynaklandığını, yaşadığımız yerden görme şansımız yok. İşte bu noktada derin etkileri olan Aile Dizimi terapisi aklıma geliyor; aile dinamiklerinin ortaya çıktığı, ve tıkanıklıkların açılıp rahatlamaya başladığı, hiç bilmediğimiz ama enerjik olarak taşıdığımız bazı kalıpların çözülmeye başladığı çok güçlü bir terapi. İşimiz, özel ilişkilerimiz, sosyal kimliğimiz, nasıl yaşadığımız üzerinde tahmin edemeyeceğimiz bazı dinamiklerin etkisi olabiliyor, ve aile dizimi ile bunlar su yüzüne çıkabiliyor, açılıp yerini bulabiliyor. Bert Hellinger’in geliştirdiği aile dizimi, herkesin mutlaka bir defa deneyimlemesini önereceğim bir terapi. Özellikle yaşamınızda bir türlü çözülmeyen, tekrar eden sorunlar, çözülemeyen duygusal ve ruhsal sıkıntılarınız varsa.

Ailemiz en büyük öğretmenimiz gibi geliyor bana, en yakınımızda olanlarla en zorlu sınavlarımızı veriyor, bununla birlikte sevgiyi anlamak için en büyük potansiyelleri de yine ailemizle yaşıyoruz. Sanki deneyimin kökü, kaynağı aile. Tam da bu yüzden bir sonraki halkada dengeleri yakalamak daha kolay, ama çekirdek ailede hepimizin takıldığı bir nokta var...


Sabah nezlem geçeli çok oldu, ama ayaklarım hala serin. Şimdi klavyeyi bırakma zamanı, uzun ve sıcak bir duş almak için. Tabi ki babam gibi, tenimin kaldıracağı en sıcak suyla duşumu alıp, annem gibi, duştan çıkar çıkmaz gerilen kuru yanaklarımı kremle rahatlatacağım. Malesef, babamın kurumayan cildini kardeşime kaptırmışım!

Haftanın son günü, rahat ve keyifli geçsin!
Hem bir bakın kendinize bugün; aynada en çok kimi göreceksiniz?

Sevgiyle kalın
Deniz

1 Ekim 2009 Perşembe

günaydın!


Çadırların arasında bir düzlükte oturmuş, bir yandan orada ne aradığımı, aslında İstanbul’da yaşadığımı, bir evim olduğunu düşünüp bir yandan da kuvvetli bir inançla bir savaşçıyı beklerken gözlerim açılıyor. Daha alarm çalmamış, Altan uykuda. Şaşırtıcı bir dinlenmişlik var üzerimde. Erken uyanmanın ve bu müthiş ayıklığın tadını çıkarıyor, alarma kadar nevresimi hışırdatarak biraz o yana biraz bu yana dönüyorum. Rüyamdaki bekleme hissi hala üzerimde, o gelecek ve rahata ereceğiz sanki. Ve alarm çalmaya başlıyor, zıplayıp kalkıyorum perdeleri sıyırıp gün ışığını buyur ediyorum. Günaydın! Altan şaşkın. Bende bir kıpır kıpırlık, yerimde duramıyorum, yarı dansederek yarı zıplayarak odayı toplayıp üzerimi giyinip, allığımı dahi sürüp müslileri hazırlamaya iniyorum. Marketlere yeni giren keçi sütünü denemek üzere müsli, bal ve muz dilimlerini hazırlıyorum. Ne şenlikli bir sabah!

Dünkü inziva ve sonrasında ufak işleri hallettikten sonra aileyle uzun yemek çok iyi gelmiş bana; bekledikçe biriken gerginlik boşalmış, aile sohbetleri tıkalı boğazımı yumuşatmış, uygun fiyatlı ama neşeli bir tınısı olan Şili menşeili Sauvignon Blanc ağzımın tadını yerine getirmiş, Altan’a yaslanmak, babama sarılmak, anneme sokulmak, Canset’le sadece bizim anladığımız espriler yapmak, kuzen Eda’yla çocukluk anılarına dokunmak, ve ardından evde Superman izlerken uyuklamak beni lokum gibi yapmış. İyi ki ara vermişim bir gün, iyi ki dinlenmişim. Her zamanki eğilimim olan kendimden aşırı beklenti hali süzülüp giderken, beni tatsızlaştıran bitkinlik de kapıyı çekip çıkıvermiş. Bu sabah yenilenmiş ve aydınlık gözlerle baktım dünyaya. Yere basan ayak tabanlarıma, saçlarımı tarayan ellerime, bala bulanan ağzıma ve bu yaşamda olduğuma şükrederek. Dün beni içten kıskıvrak tutan suçluluk ve yorgunluk erimiş, bugün el değmemiş fikirler, cesaret ve aşkla doluyum! Dünden bugüne değişen bu hal, kadınların 11 ay noktasını da düşündürmüyor değil!

Bugün çok iş var; marangozla, demirciyle, duvarcıyla, parkeciyle 9.30’da başlayıp ucu açık uzanan upuzun ve hareketli bir gün beni bekliyor. Hayatımın ilk ve dolayısıyla en büyük girişimi için kolları sıvadım, harika ortaklarım, hayallerimiz ve potansiyellerimiz var. Tabi her şey bir mekanla uğraşarak başlıyor. Mayıs sonunda bizim evin tadilat işleri bittiğinde Altan’a dönüp şöyle demiştim; “ Bir daha 10 yıl benden tadilat çıkmaz, çivi bile çaktırmam, bitmiştir!”, ve bundan tam 4 ay sonra, yeniden kırım-yıkım, molozlar ve ytonglar arasındayım. Büyük konuşmaya hiç gerek yok bu dünyada, bir an sonra ne yapacağımızı, neye evet diyeceğimizi, eğilim ve isteklerimizin ne yönde değişeceğini hiç mi hiç bilmiyoruz. Ve de tam bu bilmemek hali yaşamı bu kadar vazgeçilmez kılıyor..

Bundan birkaç sene önce “Well at Work, Well at Life” isimli bir eğitim almıştım, orada eğitmen Sabine bize Stress’in iki tipi olan Distress ve Eustress’ten bahsetmişti. Distress, bizim bildiğimiz tanımla Stress’in ta kendisi, yani duygusal ve fiziksel etkiler karşısında uygun tepkileri vermeyi başaramadığımızda oluşan alarm ve adrenaline salgısı ile kısa süreli dirençler yaratan, aşırı bitkinlik haline, ve hatta fiziksel sorunlara yol açan gerginlik. Ancak Eustress’i ilk defa bu eğitimde duymuştum. Eustress ise stressin olumu bir formu; çoğunlukla kişinin yaşamında arzuladığı ve hedeflediği olay ve durumlarla bağlantılı olarak, kuvvet ve işlevi artırıcı yönde zorlayıcı işler yapma sürecinde ortaya çıkan olumlu bir stress. Her ne kadar fiziksel olarak beden distress ve eustress arasındaki farkı algılayamasa da, zihin iki stress’i birbirinden çok net ayırıyor. Eustress kişiyi daha ileri götürmek için müthiş bir mekanizma, kaldırabileceği yük eşiğini artıran, bedeni ayakta tutan. Ama her ikisi de birikerek artan(kümülatif) özellikte olduğu için, sürecin duygusal kalitesi çok farklı da olsa, bedenin etkilenişi birikmiş gerginlik şeklinde oluyor. Dolayısıyla hedefiniz sizi coşku ve hevesle de doldursa, durup dinlenmeye, nefes almaya, ve sinir sisteminin rahatlamasına alan vermek şart.

Önümdeki uzun güne iki büyük kaşık petekli bal, güne hazır bir beden, çantamda akşam gireceğim yoga dersi için atlet ve taytım ve fonda U2’dan “Mysterious Ways”le başlıyorum. Sanırım rüyamda beklediğim savaşçı geldi!

Harika bir gün sizin olsun, eustressiniz bol olsun! (aman arada dinlenin..!)
Sevgiyle, Deniz

(fotograf: Hususi Muessese, Gokhan & Serkan)

30 Eylül 2009 Çarşamba

bu sabah


Yumurtaları çırparken bir yandan domatesleri tavada çeviriyorum, yüzümde biraz düşük, fazlasıyla sessiz bir ifade, fonda artık kanıksadığım otobüs ve araba sesleri, geç kahvaltımı ilgi çekici hale getirmek için baharatlara uzanıyorum. Midemde bir açlık hissi var, oysa canım yemek istemiyor, tek istediğim bir an önce klavyemin başına geçebilmek. Uyandıktan 3 dakika sonra kendimi hıçkırıklar içinde bulunca uzun, sıcak bir duş aldım ve o andan beri karmaşık duygularımı izler haldeyim. En yüzeydeki duygu da suçluluk duygusu; bu sabah erken kalkmayıp biraz daha uyuduğum için, haftalardır artan tempo içinde kaybolup içimden fışkıran binlerce şeyi yazıya dökecek parantezi açamadığım için, kocama, aileme, arkadaşlarıma yeterli vakti ayıramadığım için, öğrencilerim ve bir çok sevdiğim insanın bana uzanan ellerini tutamadığım için, her gün düzenli yogamı yapamadığım için, ve hatta çok istediğim bir düşümü gerçekleştirmeye yaklaştığım için..! Yapabildiğim ve yapamadığım onlarca şey için biriken bu suçluluk duygusunu yatıştıracak tek şey var, o da hatırlamak için zaman ayırabilmek.. Hatırlamak için, kendi yaşamlarımızda onlarca şeye etki edebilecek gücümüz olduğunu, niyet ve eylemlerimizle pek çok değişimin tohumlarını atabildiğimizi, ama aslında kontrolün bizde olmadığını...

Haftalardır ilk defa bu sabah yetişilecek bir programım olmamasının rahatlığı ve biriken bitkinliğimle yorgana sarılıp alarmı tamamen yoksaydığım bu sabah uzun rüyalarımda konuşup durdum. Bu yaşamda bana büyük etkileri olmuş hocalarım, eski arkadaşlarım, hayatlarına dokunduğum insanlar, o kadar çok insanla konuştum ki. Rüyalarım hep böyledir, yaşamda yaklaşmaya, sarılıp samimi olmaya çekindiğim insanlar bana çok yakın davranırlar, ta ergenlik zamanlarımda üzdüğüm bir çocuktan özür dilerim, bir kahramanım gelir ve beni takdir eder; en yorgun ve karmaşık hissettiğim dönemlerde tıpkı bir terapi gibi işler bilinçaltımın karmaşık spiralleri. Çalan telefonla uyanıp, telefonda kendi kendimi tekrarlarken bulmak, bir gece dolusu rüyanın ya da uykunun rahatlamaya bir gram etkisi olmadığını anlamak, sızlayan çenemin ve yorgun alnımın farkına varmak, ardından sesimin titremeye başlamasıyla herşeyden soyunup kendimi duşa kapatmakla başladı bu geç sabah. Duştan çıkıp ezberlenmiş bedensel hareketler dizisi içinde odayı, kendimi topladım ve mutfağa girdim. İştahsızlığımı yoksayıp, bedenimi güçlü ve zinde tutmak için uygun, ve bende yemek isteği uyandırabilecek kadar lezzetli bir protein-karbonhidrat menüsü hazırlamaya başladım. Omleti 1-2 dakika içinde bitirdikten sonra WAH! CD’mi koydum, büyük bir bardak suyu devirip parmaklarımı bıraktım tuşların üzerine..

Zihin hareket halinde, hemen bir telkin sürecine girmek istiyor bir yanım, bana “ben”in önceliğini hatırlatan güçlü kitaplar, makaleler okuyup, affirmasyonlarla toparlamak istiyorum kendimi, böyle düşmeyi kabul edemiyorum. Çok sevdiğim insanlara, “şu anda tempom o kadar yüksek ki, kendime ihtiyaç duyduğum vakti ayıramıyorum, ve kendime bu vakti ayırmadıkça sizlere ayıramam” diyorum, ve ardından kızıl bir sarmaşık içimi sarmaya başlıyor; suçluluk. Koşturarak geçen bir günün ardından yorgun argın eve gelip ayağımı uzatıp, sıcak çayımı yudumlarken Grey’s Anatomy izliyorum, ama başucumdaki anatomi kitabı ve bugün atladığım yoga pratiğim sanki ensemde, yorgunluk bir bahane olmamalı diyor bir yanım; suçluluk. Hayal ettiğim birşeyi gerçekleştirmek için adım atıyor, emek veriyor, çalışıyorum, ve bunu yapamayan insanları düşünerek yapabilişimden neredeyse utanıyorum bazen; yine suçluluk.. Peki bu çok güçlü his nereden geliyor? O anki sebep ve önceliklerim ne kadar güçlü olursa olsun, kendi koyduğum kurallar ve diğerinin hayalleri, talepleri, ihtiyaçları içimdeki kızıl devi uyandırıyor, kocaman elleriyle suçluluk, beni tutup içten içe sarsmaya başlıyor. Eğer güçlü ve merkezimdeysem, ondan pek etkilenmiyorum, ama biraz zayıf düşersem o beni avcuna alıveriyor.

Anda kalarak ve içinde olduğum anı, duygularımı, tutumlarımı izleyerek, gerçek isteklerimi ve düşüncelerimi ifade edebiliyor, yaşayabiliyorum; çünkü anladım ki, anda kalarak ve dikkat kesilerek aslında bir çeşit kontrol kuruyorum. Bunu yaptığımda, alışık olduğum duygusal kalıbım biraz olsun kontrol altında kalıyor ve gerçek ereğimi ortaya koyacak eylemde bulunabiliyorum. Bu, benim hayatım için biraz daha alan ve rahatlık, daha güçlü ve emin hissetmek demek. Ancak ne zaman yorulsam, günlük yaşamdaki stres seviyem artsa, tempo hızlansa ve anı izleme halinden çıksam kontrolü kaybediyorum, gerçek zaaf ve zayıflıklarım ancak yük altındayken görünür oluyor. Sakinlik içinde oturup merkezlenecek, stresi serbest bırakıp dengelenecek vakti ayıramadığımda, yani benim durumumda düzenli meditasyon ve yogama zaman açamadığımda, bazı eski kalıplar yüzeye çıkıyor. Anliyorum ki, daha kaliteli ve dengeli bir yaşam için, tutum ve tavırlarımı değiştirebiliyorum, dikkat ve özenle kendimi izleyerek, karar ve eylemlerime yeniyi, denenmemişi, farklıyı davet edebiliyorum. Hiç söylemediğim cümleler telaffuz edip, hiç hissetmediğim kadar güçlü hissedebiliyorum, hayatımın kontrolünü elime almışım gibi hissedebiliyorum. Oysa köklü duygusal biçim ve kalıplarımın, yani herşeyin bende uyandırdığı otomatik his ve tepkilerin gerçek anlamda dönüşmesi benim kontrolümde değil, yani aslında kontrol bende değil. Pek çok öğreti ve akım içinde bas bas bağıran “kontrol sizde” bir yanılsamaya yol açıyor. Bazı görünür olay ve örgüler içinde, olasılık hesabıyla önüne bir engel çıkması çok düşük olan hallerde, pekala kararlar verip uygulayabiliyoruz ve kimi zaman belli sonuçlar alıyoruz. Bu da kontrolün bizde olduğu yanılgısını körüklüyor. Oysa düşünce ve hislerin oluştuğu ana dikkat ve açıklıkla baktığımızda, bunun kontrolümüz altında olması bir yana, bir sonraki an ne hissedip düşüneceğimizi bilme şansımız olmadığını görmek çok kolay. Tam da bu yüzden öne eğilmelerde her nefes alışta göğüs kafesini biraz daha genişletip omurga boyunca uzamayı, her nefes verişte kalçalardan gevşeyerek, açılan alanlara doğru ağırlaşmayı hepimiz arıyoruz; bu bir niyet, gayret ve arayış. Ve tabi ki hangi tutum, disiplin, sıklık ve yaklaşım içinde çalıştığımız, öne eğilmelerimiz üzerinde etkili. Buna karşın nereye kadar eğilebildiğimiz, bir gün başımızın bacağımıza uzun bir omurgayla değip değmeyeceği, kalçaların ne kadar açık olduğu ve bir gün dayanacağı sınır, öne eğilmede içimizde uyanan duygular bizim gayret, istek ve tutumumuzdan bağımsız, yani kontrolümüzün dışında...

Diğerlerinin ne düşündüğü ve hissettiğine dair hep gereğinden fazla duyarlı oldum, tabi gereğinin ne kadar olduğuna dair benim “ideal” normlarıma göre. Ve biliyorum ki en basit günlük tercihlerden, hayatımın en yoğun sarsıntılarına kadar, diğerinin ne hissedeceği hep çok belirleyici oldu. Son bir-iki yıldır, yoga ve bende uyandırdığı en büyük hediye su elementi ile, özümden çağlayan tutku, istek ve amaçları dinlemeye, takip etmeye, hatta bunlardan hareket gücü alarak adım atabilmeye başladım. Bu farkındalık ve hediye için öyle müteşekkirim ki... Öbür yandan, bu aşırı empati hali, zaman zaman bende sınırlarımın dağılmasına, önceliklerimi yoksaymama, diğerlerinin talep ve kaygılarına çok çabuk kapılmama, ve ağır duygusal yoğunluklara yol açsa da, bana belli bir ölçüde faydaları da oldu. Kimin nerede nasıl hissedeceğini, tek bir kelimenin insanlar üzerindeki etkilerini, çevremdeki insanların kişilik ve tarihçelerini, hassas noktalarını, sakladıkları yönlerini ve üzüntülerini çabuk algıladım; bu da terapi uyguladığım ve eğitim verdiğim onca güzel insanı anlamak ve onlara ulaşabilmek adına büyük bir kaynak oldu. Ve belki insanı dinlemek, anlamak ve insana dokunmak adına içimde uyanan eğilimi de destekleyen bir yanım oldu. Yani aslında zayıflığım, aynı zamanda gücümdü de. Ve çok yönlü baktığımızda aslında bilmiyoruz, neden böyleyiz, böyle hissediyoruz. Çeşitli terapi ve tekniklerle, belli duygusal kalıp ve kalkanların oraya hangi olay ve durumlar sonucu yerleştiğini bulmak mümkünse de, nihai yaşam akışında bunun “neden” olduğunu bilmek mümkün değil. Her ne kadar istesek de bilmeyi, anlamayı ve değiştirmeyi, belki gerçekten bilip anlasak, zaten değiştirmeyi denemeyeceğiz bile...

Yazmak, meditasyon kadar iyi geliyor bana, kimi zaman çok daha derinden boşaltıyor. Belki boşalan his ve düşüncenin onda birini yazıyorum ancak, ama yavaşlatıyor ritmi, büyütüyor merceği, ve yayıyor süreci. Yazarken açılıyorum, genişliyorum ve yazım biterken baştaki yoğun duygu da dağılmış, göğüm temiz ve parlak oluyor. Yazıya teslim olunca, kontrol de erimeye başlıyor, tıpkı teslimiyeti bulabildiğimiz tüm diğer eylemler gibi. Belki bir sonraki yazımın tohumu bu, teslim olabilmek..?

Eylül’ün bu son gününde, sonbahara teslim olmadan önce, güneşin tadını çıkarmak niyetiyle..

Yeniden, yazabilecek vakti ayırabilmeye şükrederek;
Sevgiyle,
Deniz

20 Ağustos 2009 Perşembe

Los Angeles'ta havalar...

Yine soğuk bir sabaha uyanıyorum, yanımdaki atlet ve şortları üst üste giysem de yeterince ısınamadığım, yanlış hesaplanmış bir hava durumunun avcuma bıraktığı ürpertili Venice günlerinden biri. Yorganla uyuduğum, burnum serin uyandığım, ve dışarıda güneşli bir günün canlı renklerini aradığım. Bavulumu hazırladığım o son akşamda , en eski ve ince kıyafetlerimi seçmiştim, çünkü Los Angeles’in hava durumu 30 derece güneşli gösteriyordu, hem de 10 gün boyunca. Tabi hava durumu için esas alınan bölgenin şehir merkezi olduğunu, ve okyanusa yaklaştıkça bunun 5-10 derece düşebildiğini, bizim kalacağımız 32 North Venice adresinin ise okyanusa bir blok mesafede olduğunu bilmiyordum. Neyse ki H&M var ve 20$’a kocaman bir kazak alıp sahilde sabah meditasyonunda, Santa Monica’ya bisiklet turumda, ve ‘3rd Street Promanade’ olarak anılan trafiğe kapalı şirin caddenin akşamında ona sarınabildim. Yoga yaparken mi? Orada ince atletim, taytım ve kalbim yetip artıyor!

Burada olmamızın esas sebebi olan Erich Schiffmann’la yoga hocalık kursu muhteşem geçiyor. Sabahları bedenimiz elverdiğince erken kalkıp meditasyonumuzu yapıp, bazı açılış akışlarını tekrarlıyoruz. Bir iki defa vipassana yapabildik, bunun dışında Erich’in akışlarını, bazı cümlelerini, kendi deneyimlerimizi konuşuyoruz. Sonra yumurta, peynir, domates, meyve, zeytin, ekmek, fıstık ezmesi ve reçelle donatılmış masada, çaylarımızı yudumlayıp olabildiğince doyurucu bir kahvaltı çekiyoruz, hazırlanıyoruz ve Main street’e doğru yola çıkıyoruz. Birkaç defa hatalı park edip bir defa da sağlam park cezası yedikten sonra ister istemez öğrendiğimiz kapalı otoparka park ediyoruz ve kursun gerçekleştiği yoga merkezi olan ‘Exhale’e yürüyoruz. Exhale’in biri devasa, diğeri orta boy iki stüdyosu, ve sanki bunlardan çok rağbet gören bir mağazası var. Mağazada ünlü markalarda yoga matları, aksesuarlar, çeşitli ziller, mumlar, DVD’ler, kitaplar ve hepsinden çok yoga ile ilgili giysiler var. Çoğu pamuklu ve ‘organik’ olan yoga ve yogi kıyafetleri benim kriterlerime göre çok pahalı. Pamuklu bir yoga pantalonu 66$, tişörtler 40$ ve üstü, biraz daha katma değeri yüksek parçalar 80-100$ civarına çıkıyor. Bu inanılmaz fiyatların arasında, şansımıza yaza özel bir yoga paketi satın alıyoruz; 50$’a iki hafta sınırsız ders katılımı, işte bu harika geliyor. Erich’le kurs öğlen 12de başlıyor ve küçük bir tuvalet molası dışında blok 4 saate yakın sürüyor, işte bu yüzden sağlam bir kahvaltı hayat kurtarıyor. Son iki saat pratikle geçiyor ve çıktığımızda hissettiğimiz açlık sayesinde Main street’te nerede ne yenir hemen öğreniyoruz. Favori yemek noktamız ‘Library Alehouse’, favori kahvecimiz de sınırsız ve koşulsuz internet erişimi sayesinde The Coffee Bean oluyor. Çoğunlukla dördümüz birlikte hareket ediyoruz. Ama ara sıra yalnız zaman geçirebildiğimiz de oluyor.

Erich’le dersler çok ilham verici geçiyor, ders bittiğinde, genelde doygunluk ve yoğun duygular içinde oluyorum. Bu duygular arasında ustaya hayranlık, basit ama hissedilir akışların etkisiyle derin bir keyif, derse hakim meditasyonun denge hissi ve kendi potansiyelime dair tutkulu bir merakla, yolun ne kadar başında olduğuma dair bir anlayış ve tevazu oluyor. Hocanın dudaklarından dökülen her bir heceyi havada yakalayıp öğrenmeye, anlamaya, kavramaya açık duruyorum. Akışları, hep ilk defa yapıyormuşum gibi bir açıklıkla yaşamayı araştırıyorum. Hoca hep hatırlatıyor “her an bir şey yapıyorsunuz, şu an ne yapıyorsunuz? Tam da bu geçişte fark edin, elleriniz bir şey yapıyor.. ne yapıyor?” sürekli izleyerek, orada olarak, kıvrılan bilekte, içeri çekilen karında, açılan kasıkta, uzayan omurgada, her an nefesle açılıp genişleyip, her an nefesle rahatlayarak akıyorum. Ve en can alıcı anlardan birinde duruyoruz. Durup, dinliyoruz yaşamı, olanı. Erich, gün içinde de durun ve ara verin diyor, ara verin ve dinleyin. Ben de burada, bu alışkanlığı davet ediyorum yeniden. Kendimi, ve ötesini dinlemeyi deniyorum.

The Coffee Bean'de otururken dinliyorum kendimi, sabah kumsalda yürürken, insanların içinde otururken, arabada giderken, gece uykudan önce yatakta uzanırken… Bir an için eforu bırakabildiğim ve ‘durabildiğim’ her an, kimi zaman bir an, kimi zaman birkaç dakika dinliyorum ne varsa. Dinleme hali, izleme halinden biraz daha farklı benim iç sistemimde. İzleme, kaba bir tanımla “ben”in zihin, duygu, tutum ve eylemine dair bir tanıklık ve algı hali iken; dinleme, o ana, o anda olan ve olmayana, ben ve ötesine, tanımlanamaz olana bir açıklık ve alıcılık gibi daha çok. Farkediyorum ki yogada, izlemedeyim daha çok, oturarak yaptığım meditasyonda dinlemeyi yaşıyorum. Ancak Godfrey’le birkaç derste yaşadığım bir haldi yogada o derin dinlemeyi yaşamak, ve gayret göstererek değil de, bırakarak ‘ol’uvermişti kendiliğinden. Vinyasa akışında kendimden geçer gibi olmuştum, daha büyük bir şeye ait gibi, sınırların eridiği bir genişleme içinde, sonu olmayan bir şey gibi hissetmiştim. Tanımlanamaz ve tekrar edilemez, taklit edilemez, aranarak bulunamaz bir oluş haliydi. Ve onu aramadım bir daha. O yine gelecekse, gelecek nasılsa. Yoga, mata her adım attığımda başka bir macera, yeni bir yoga zaten. Hep yeni bilgiyle, yeni anlayışla, yeni bir farkındalıkla akıyor. Büyük üstatların söylediği gibi, bir ideale saplanıp o an olanı, yani gerçeği yaşayamamak zaten insanlığın en acılı kısırdöngüsü. Aramayı bıraktığımızda, o anda olana uyanabiliyoruz ve bir an için de olsa gerçek oluyoruz. Aradığımız sürece, bulunacak olana bir hasret ve ondan yoksunluk duygusuyla nefes alıyoruz. Erich’in dediği gibi, O’nunla bağlantıya geçmek, O’nunla birleşmek istiyoruz, çünkü O’ndan ayrı olduğumuza dair derin bir yanılsama içindeyiz. Tabi bunu, zihnen anlıyorum, ama bütün varlığımla bilmiyorum henüz. Erich’e baktığımda ise, her bir zerresi, hücresi, sesinin titreşimi ve gözlerinin derinlikleri aynı şeyi söylüyor, o biliyor. Ve o, sıcacık gülüşüyle diyor ki “Ben aydınlanmadım. Ama buna ilgi duyuyorum evet.”

Burada, içim uzandıkça elim de uzanıyor Osho’nun Yakınlık kitabına, ve bu büyük ustadan da dinliyorum duymam gerekenleri. Bazen bir iki cümle, bazen bir iki sayfa; sonra gözlerimi kapatıyorum ve içime işlemesine izin veriyorum. Ve dinliyorum. Birkaç yıl önce ite kaka okuduğum ve bana çok şey ifade etmeyen Osho’nun cümleleri şimdi gonca güller gibi açılıyor önümde. Bazen bir paragrafıyla yığılıp kalıyorum. Çok basit aslında her şey, zorlaştıran benim. Anlıyorum. Bana dokunan tüm üstatlara, hocalarıma, hayatıma değen her insana teşekkür ediyorum bir defa daha. Bu, gönlümden, içimden yükselen gerçek bir minnet, taklit edilemez, zorla hissedilemez. Bu gerçek. Ve gerçek olan her şey gibi parlıyor.

Tam da yakınlığa dair okurken, uzakta olmanın şaşırtıcı rahatlığını yaşıyorum. Rutinden uzaklaşmanın hareketlerime getirdiği bir özgünleşme ve hesapsızlaşma hali içindeyim. En basit günlük işlerden, evin temposundan, en sevdiğim insanlardan, her gün yaptığım konuşmalardan, ezberlenmiş cümleler ve ifadelerden, yüzüme yapışmış gülümsemeden, İstanbul'un trafiği, toplu taşıması, insanları ve ritminden uzakta, sanki boynumun arkasındaki görünmez "reset" tuşuna basılmış gibiyim. Uykum bir başka, uyanıklığım bir başka. Saatlerim, giydiklerim, konuştuklarım başka. Bazı yerleşmiş gerginlikler kaçınılmaz bir gevşeme içinde. İnsanın kendi yarattığı düzenden uzaklaşması bile kendi içinde yeterli şifa gücüne sahip. Tabi birkaç günlüğüne, ya da birkaç haftalığına! Sonra, saatlerim, programım, alanım, yaşadığım ev değişse de, yeninin o açık gökyüzünde kendi öz notalarım çınlamaya başlıyor. Uyandırıcı olan, her yere beraberimde getirmeyi başardığım, farkında olduğum ve olmadığım o kalıplarımı görebilmek. Çöldeki bir kum yılanı gibi, ait oldukları ortamın rengine ve dokusuna uyum sağlayan kalıplar, Pasifik kıyısındaki bu bambaşka düzenin renk ve dokusunda belirmeye başlayınca çok daha kolay fark ediliyorlar. Fark etmek, artık ihtiyacım olmayanın kendiliğinden elenip gitmesi için ona açık bir kapı bırakıyor. Kimi, kolayca yumuşuyor, kimi direniyor. Ama bıraktıkça, rahatlıyorum. Ve bırakmayı, şu an ve her bir yeni anda, hep öğreniyorum. Kendimle öğrenirken bana ilham veren hocalarıma içimden tekrar ve tekrar teşekkür ediyorum.

Bir başka teşekkür de buraya birlikte geldiğim harika ekibe; birlikte çok öğreniyoruz ve eğleniyoruz. Evin kendine has bir havası var, araba yolculuklarımızın ve karar aşamalarımızın da. Herkes bir anda bir şeyleri üstleniyor, kendi yerini buluyor ve katkıda bulunuyor. Yoga bizi bir araya getirmiş, ama çok daha fazlası çıkıyor bu ‘bir aradalık’tan; derin sohbetler, derin sessizlikler ve aniden ortaya çıkıveren aynalar. Birbirimize gösteriyoruz göremediklerimizi; ve anlık takip ediyoruz yapmak istediklerimizi. “Hadi!” deyip alışılmadık bir yoga dersinde buluyoruz kendimizi, ya da harika bir sushi restoranında. Ve tanıdığımız, tanıştığımız insanlarla, kendimizi her an yeni bir patikada buluyoruz. John’la Chicken Itza’da yediğimiz muhteşem Yucatan yemekleri, Griffith Park Observatory’ye gidişimiz, Dante's point ismi verilen en tepeye tırmanışımız (Hollywood Yazısından daha yukarıda!) ve kendimizi bulutların arasındaki dağlarla çevrili koskoca şehre tepeden bakarken buluşumuz… Tırmanışa dair hiçbir fikrimiz yokken “yılan çıkabilir” tabelaları arasında keçi patikalarından tırmanıyoruz ve ardından yoğun oksijen ve manzaranın gerçek üstü hissi ile doluyor içimiz. Beklenmedik bir şeyler yapmanın o bembeyaz sayfaya benzeyen kokusu içimize işliyor. Hepimizin yüzünde tarif edilmez bir gülümseyiş. İşte en çok bunu özlemişim. Beklenmeyeni.

Beklenmeyen soğuğa rağmen, birkaç gün güneşi de görüyoruz. Yine de Venice sabahlarını ve Santa Monica akşamlarını biraz olsun ısıtabilmek için birkaç kazak ve hırka almak zorunda kalıyoruz. Ama bu akşam gökyüzü çok parlak görünüyor, yıldızları seçebiliyoruz; kim bilir, belki yarın yanaklarım kızarır güneşten, şapka takmak ve burnuma koruyucu krem sürmek zorunda kalırım? Plan, eğer hava açık olursa ders çıkışı arabayı Pacific Freeway’den Malibu beach’e sürmek; tabi ki direksiyonda Çelen ve harita okumada ben, sol arka camdan fotoğraflamada Özlem, vurucu cümlelerle ortamın havasını oluşturmakta Gül!

Daha az bulutlu, kazaksız, çorapsız bir sabaha uyanmayı hayal ederek, yorgana sarınıp, uykudan önce birkaç satır okuyacağım. Yazacak onlarca şey sivrilmesine rağmen içimde, şimdilik burada bırakıp uykuya vakit ayırmak zorundayım. Erich diyor ki, “iyi uyuyun, beslenin, su dengenizi koruyun ve derse geldiğinizde en verimli halinizde olun”. İşte bu yüzden şimdi yatak vakti, hatta geç bile!

Hepinize uzaklıklar arasında yakınlığı keşfedebilme cesareti, arada bir durup olanı dinleyebilecek vakti ve yumuşak iklimli bir Ağustos günü dilerim!

Sevgiyle kalın
Deniz

Not: teknik uyumsuzluk nedeniyle fotoğraf yükleyemiyorum, ama dönüşte bol bol yükleyeceğim!

12 Ağustos 2009 Çarşamba

beklerken

Münih havalimanı; içinde eczanesi, restoranları, masaj ve manikür salonu, uyku kabinleri, hatta sex shop’u olan yürümekle bitmeyen terminal 2. LA uçağına aktarma sırasında bu havaalanında geçirecek 4 saatim var; bağdaş kurup ücretsiz gazeteleri okuyorum, elimde USA today, kulağımda Morcheeba, yürüyerek her köşeyi geziyorum, duty free shop’larda yeni parfümleri deniyorum. Escada “Incredible Me”den sonra “Desire Me”yi çıkarmış, biraz daha altın tonlarında ve şekerli bir versiyon, sol kolumdan ara ara burnuma dokunuyor. Sol elimin üzerinde ise Vera Wang’in “Look”u var; ilk sıktığımda şaşırtıcı bir tazeliği vardı, ama hızla çocukluğumun parfümlerini çağrıştırdı. Dior’un 454 numaralı parlatıcı rujunu denedim, çok beğendim, dönüşte almak üzere numarasını kaydettim; her ne kadar rujlarımı ortalama 3 yılda bitirebilsem, dolayısıyla daima uzun soluklu (hatta sıkıldığım!) birkaç rujum olsa da, eğer rengine çarpılırsam yeni bir ruju da repertuarıma katmaktan çekinmiyorum. Biraz daha yürüyüp aksesuarlara daldım, ama bugün bir satın alma ihtiyacı duymuyorum; tam da bu yüzden o indirimli lacivert Fendi gözlük gözlerimde, ısrarlı bir gülüşle bana bakan George Clooney posterine istemsizce gülümserken, bu seansı yarıda kesip gözlüğü yerine bıraktım. Aynadaki yansımam kaldı aklımda ama, hemen benim olmak zorunda değil. Çünkü o objeye ve onunla gelen imaja yüklü anlamlar şimdi o kadar da önemli değil. Bir yıl önce olsaydı mı? Kesin alırdım!

Bu terminalden son geçişlerim 2008 bahar ve yaz aylarındaydı; düğün öncesi yoğunluk ve Italya sürecinin tüm gerginliğini duty free shop’larda atmıştım. Bir yandan damada malum saatini ararken, bir yandan güneş kremleri, rimel ve parfümlere dalmıştım. Ne kadar tükenirsek o kadar tüketiyoruz ya, ve o tüketimi de son derece haklı buluyoruz; benim için bedenimdeki birikimi boşaltmanın bir yolu da “madem eşek gibi çalışıp ter döküyorum, istediğim gibi harcar ve acısını çıkarırım”dı. Parayı harcamayı biliyordum, ve eğitimlerim için kullanmayı da. Ama kendi tükenme hızımda artıyordu onu objelere ve keyiflere dönüştürme isteği; bir obje veya keyife arzu dahi duymadan kimi zaman. Çok açık ki, parayı hangi duyguyla kazandığımız, hangi duygularla harcayacağımızı belirliyor. Belki “harcamak” değil, “kullanmak” veya “dönüştürmek” oluyor paraya karşılık değerler edinmenin alt anlamı.

Gülüm hocam doğum tarihim ve ismimi üzerinden doğum sayımı yorumlarken “Parayı kullanmayı öğrenmen gerek” demişti. Bu cümle hafızama kazınmış sanki, bir gün gerçekten anlaşılmak üzere. Sonrasında Dan Millman’ın “Hayatınızın Amacı” kitabını okuduğumda, doğum sayımızın bize detaylı ipuçları verebildiğini gördüm. Benim 26/8 olan doğum sayım diyordu ki, ancak 2 ve 6 kavramlarını çözerek ve bu alanlarda olgunlaşarak nihai sayın olan 8’in kavramını gerçekleştirebilirsin. Yanlış hatırlamıyorsam 2 işbirliği ve denge, 6 kabul ve vizyon, 8 de bolluk ve güç idi. Zaten 2’den vurulmuş olan ben daha çok yolum var demiştim. Oldum olalı ödevi, projeyi, işi yalnız yapmayı sevdim. Ne zaman bir partnerle çalışsam iş yükü dengesinde ipin ucunu kaçırıp, neon ışıklarıyla çevrili mükemmelliyetçiliğimle, “ben yapayım da iyi olduğundan emin olayım” gizli kibirim sonucu gereğinden fazlasını yüklendim. Delege etmeyi çok zor öğrendim ve halen öğrenmekteyim. Her neyse, neticede benim doğum sayım 8’e, yani bolluk ve güce bağlanıyor, ve bu alanda paraya yaklaşım ön plana çıkıyor.

İşten ayrılma sürecim ve sonrasında, parayla olan ilişkimi gözlemleme fırsatı buldum. Çocukluğumdan bu yana, aileden gelen bolluk inancı ve paraya dair kalıplarıma, üniversite yıllarımda çeviri yaptığım dönemlere, tam zamanlı çalışmaya başladığım döneme ve alternatif terapi/eğitimlerden gelen kazançlarıma, birinden para alırken ve birine para verirkenki duygularımın nasıl zaman içinde değiştiğine baktım ve hala bakıyorum. Geçen gün bir öğrencimle de bu konuyu konuşuyorduk, o da nasıl kuaförde bahşiş verirken, temizliğe gelen kadına parasını uzatırken, tanıdığı bir kişiye hizmeti karşılığı para verirken zorlandığını anlattı; eminim az veya çok, bir çoğumuzda var bu parayı alıp verirkenki utançla karışık duygular. En azından bende çokça vardı, ve hala da birazı duruyor. Mantıkla baktığımda hizmet ederek bir değeri, yani parayı hakeden kişiye o parayı vermekten daha doğal ne olabilir ki? Ama duygular hemen elimine ediyor göz temasını, geçiştirerek, sanki gizli saklı ödüyoruz bazı hizmetlerin karşılığını.

Ayn Rand’ın “Atlas Vazgeçti” kitabını okurken (Teşekkürler Defne!) insan aklı, yeteneği, yaratıcılığı ve onurunun maddi güce ve servete dönüşmesinin gerçek doğamız olduğunu kavradım. Paranın, o zeka ve yeteneğin gayretle maddeye çevrilmiş hali olduğunu anladım. Para, güzelleşti benim için, ve bir yandan, ona bağlantılı bazı sülük çağrışımlar da dökülüp dağıldı. Utanılacak, saklanacak, üst üste konulup kenarda bekletilecek bir şey değildi para. Bir değerden neden utanalım? Dürüstçe, aklımızla, gücümüzle kazandığımız değerden. Ve neden onu ellerimizle alırken ve verirken ağır duygular yaşayalım? Nereden çıkmış tüm bu asalak çağrışım ve kalıplar? Bunun cevabı çok uzun, ve ben aktarabilecek birikimde değilim. Ama bu felsefi, politik, edebi, güçlü kitabı alın ve okuyun; bu dokunduğum küçücük noktanın çok ötesinde kavramlar ve doyurucu bir anlatımla, insan aklına adanmış bir başyapıtla karşılaşacaksınız. Belki, bende yarattığından çok başka izlenimler bırakacak sizde. Bir şans verin derim.

Doğru kavşakta karşılaştım bu uyandırıcı kitapla; yaşamım değişirken, değerlerim dönüşürken ve parayı kullanmayı öğrenirken. Ne yaptığım değil, hangi duyguyla yaptığımın beni ben yaptığını, yaşam kalitemi belirlediğini, özsaygımı biçimlendirdiğini öğrenirken. Yaş inancı olmayan biri olarak, 30 yaşın bir dönüm noktası gibi algılanmasına şüpheyle bakardım. Oysa şimdi, 30’a yaklaşırken kendi anlayışımdaki değişimlere hayretle bakıyorum. Hayret ve neşeyle..!

Terminal 2’de biraz daha oyalanıyorum, gece hiç uyumadığım için Nap Cab isimli uyku kabinleri feci şekilde ilgimi çekiyor, ama olur da derin bir uykuya dalarsam diye bu macerayı başka bir vakte erteliyorum. Ham ahşap masalı ARAN cafe’de decaf Cafe Lattemi yudumlayıp, ellerim klavyede gezinirken, rica üzerine Kanada’dan dönüş yolundaki Turk ailenin fotoğrafını çekiyorum. Gözlerim ara sıra saate kayıyor, sonra Japon turistlerin konuşmalarına takılıyorum. Bambaşka dillere, kültürlere, inanç ve değerlere doğmuş bu insanları izlemek, çeşitliliği ve renkleri kutlama hissi uyandırıyor.

Boarding’e 1 saat kala, tekrar hareketlenmeye başlıyorum - biraz yürüyüp bacaklarımı, kalçalarımı açayım, sonrasında uzun bir uçuş var. Uyku, gözkapaklarımda bir yoğunlukla kendini hissettirmeye başladı; ondan ödünç aldığım saatleri çekip alacak geri biraz sonra. Lacivert gözlüğün, binbir parfümün, Koreli kafilenin yanından geçip gidiyorum. Herşey biraz buğulu, uyusam rahatlayacağım.

Bir bağlantı bulursam yazıyı hemen yollayacağım, yoksa ne yapalım, vardıktan sonra!
Bolluğa, yola, yolculuğa adadım bu yazımı -Bolluğunuz bol olsun!

Sevgiyle - Deniz

11 Ağustos 2009 Salı

Yol ve Su

Uzun yollardan önce bölünürüm hep. Birkaç gün, sanki bedenim ve ben iki ayrı varlıkmışız gibi geçer; ellerimden, ayaklarımdan yabancı, biraz kopuk, biraz dışarıdan izler gibi olurum kendimi. Sanki, ben yola çıkmadan ruhum çıkmış gibi. Bir yanım yola sevinçle, heyecanla pırpır ederken, öbür yanım sanki bu şehri bir daha görmeyecekmişim gibi takılı kalır boğaz köprüsüne. Bir yanım rutinden çıkıp özdöngüme göz kırpmaya hazır, sanki yıllardır bekleyen bir buluşma için geri sayıma geçer. Diğer yanımsa garip bir hüzünle bulanıklaşıverir, sanki yağmur yağıyor gibi tam gözlerimin önüne. Sonra yolculuk saati yaklaştıkça midemdeki tuhaf boşluk genişler, “gerçek” olmaya başlar yolculuk, bölünme hissi geçmeye, ayaklarımın altında yer belirmeye başlar. Eğer bir uçaksa bindiğim, kitabımı önümdeki fileye, çantamı ayaklarımın arasına, battaniyemi omuzlarımın çevresine bıraktığımda normale dönerim. Yol beni alır götürür, düşünecek birşey kalmaz. Hep öyle olmuştur zaten: herşey, yola çıkana kadar..

Bebekken anlamsızca erken yürümüşüm ama, yaşamda hep çok zorlandım adım atmakta. Oturup öğrenmek, uzmanlaşmak, derinleşmek iyiydi de, eyleme geçmek bir türlü mümkün olmazdı. Öğrenmeye, bilgiyi pekiştirmeye, kendimce içselleştirip temellendirmeye, oradan taştıkça yazmaya çizmeye, ve hep biraz daha bilmeye aç oldum. Hiç yetmedi okuduklarım, bildiklerim. Bildiklerimin, hayal ettiklerimi gerçekleştirecek yeterlilikte olduğuna inanamadı içim. Bu, beni adım atmaktan geri çeken başlıca duyguydu. Daha çok bilmeliyim, daha çok gelişmeli, uzmanlaşmalıyım, hazır olmalıyım ki o adımları atayım. Ben olduğum yerde derinleşip, büyüyüp sığamaz hale gelirken yerime, çevremde akıyordu insanlar; birkaç kelime öğrenip hemen yazmaya başlıyorlar, püf noktalarını öğrenip büyük işlere kalkışıyor, biletlerini kaptıkları gibi plansız yolculuklara çıkıyorlardı. Hep gizli bir hayranlıkla ve şaşkınlıkla izledim onları, cesaretlerini ve girişimci ruhlarını. Onlara benzemek isteyen, gelen dalgayla akıp yol almak isteyen, topuklarından yere sabitlenmiş bir bina gibiydim ben. Her yolculuğumdan önce günlerce gideceğim yeri araştırır, plan-program yapar, bölgeleri günlere ayırır, otellerle emin olmak için iki kere yazışır, ve bavulumu checklist’ime göre hazırlardım. Ani çıkan değişikliklere uyum sağlamak, anlık yaşamak ne kadar zordu..

Kuzey Düğümü kavramıyla ilk karşılaşmam, yıllar önce Jan Spiller’ın Ruhsal Astroloji kitabı elime geçtiğinde olmuştu. Astroloji konusunda bilgim sınırlıdır, ama bu kavram beni çok etkilemişti; batı astrolojisine göre, Kuzey Ay düğümü ya da “Ejderha Başı” noktası, yaşam boyunca gelişmemizi sağlayacak hedefleri ve bu yolda karşımıza çıkacak en büyük fırsatı temsil edermiş. Ancak aynı anda bize gizli yeteneklerimizi, derin arzu ve korkularımızı, dolayısıyla yaşam amacımıza yol almamızı engelleyen taraflarımızı, zaaf ve zayıflıklarımızı da gösterirmiş. O vakit büyük bir heyecanla sarıldığım kitap gecelerce başucumda kaldıktan sonra uzun süre de salonumuzda gezdi. Annem, babam, kardeşim ve dinlemeye hazır herkese okuyordum kendi Kuzey ay düğümlerini. Herkes büyük bir hevesle dinlemeye başlayıp bir kaç sayfa içinde “yok canım ben hiç de öyle değilim ki” demek istiyordu, ama nasılsa elimden alıp okumayı sürdürüyordu. Bazı engellenemez tutumlarımı yorumlamakta bana çok yardımcı olan bu kitaptan öğrenmiştim ki, benim kuzey ay düğümüm Aslandaydi. Ve bu da bir ömür boyu onay beklememi, harekete geçmeden önce daha çok bilmek istememi, ve bir türlü eyleme geçemememi çok net açıklıyordu. Okudum, anlayabildiğim kadarıyla yoluma devam ettim. Kim olduğuma dair bir fikrim, bir hissim daha olarak, buna hiç değilse yakından bakma cesaret ve samimiyetini göstererek. Ama bu döngünün nerede kırılacağını hiç bilmeyerek.

Sonra onca çalışmadan, disiplinden sonra yoga geldi çarptı yaşamıma. Yogayı, olanı, olmakta olanları anlatmaya kalkışmıyorum; ne dilim yeter, ne sözcükler yetişir şu anda. Ama yoga bana dokundu, çok dokundu. Öz gozlemciliğim yıllardır bekleyip durduğu yoldaşlarını, şefkat ve anlayışı buldu. Katı, stabil ve yerinde güçlü benliğim önce eğilmeyi, bükülmeyi, sonra nefesi “almayı”, sonra nefesle akmayı öğrendi. Gün oldu nefesten gayrı birşey olmadığını anladı. Her bir ders, her bir nefes, her bir şavasana kendi hediyeleriyle geldi. O bilgi ve ilhamla dopdolu, ama etrafı kabuklaşıp sertleşmiş dünyam çatırdadı; nefes ve hareket birlikte aktıkça, harekete direnen yanım da harekete alan tanımaya başladı. Vinyasa beni teslim aldığında, artık ne teslim olan kaldı, ne teslim alan. Ne zaman o akış bana “aşk” oldu, bana birşeyler oldu. Akmaya başladım yaşamda, akıp dökülmeye, dökülerek anlatmaya. Anlattıklarım, hazırladığım bilgi ve deneyim paketleri olmaktan çıktı, anlatılacaklar ağzımdan dökülmeye başladı. Duraklamalarım, çekincelerim, tıkanmalarım seyreldi. Önünde durup yeterince güçlendiğimde yıkıp geçmeyi hayal ettiğim bazı duvarlar, kendiliğinden ve kolayça devriliverdi. Suydu benimle çağlayan ve her adımımla genişleyen, yaşamıma can katan, karnımdan fışkıran duygulara yer açan. Söylemeye, adım atmaya, yol almaya ve “an”da olmaya başladım. Ve gerçekten görmeye duygularımı, insanları, onların duygularını. Görebilmeye ve yakından bakabilmeye, ve sonra “yakınlık” sorunumu da görebilmeye.

Meğer bana su gerekirmiş yıllardır; ateş ve toprağın beni saran kollarını gevşetecek, kendime koyduğum kati kuralları ve kendimden aşırı beklentilerimi esnetecek, bedenime ritmi, açılıp kapanmayı, yükselip alçalmayı, sivrilip yuvarlaklaşmayı hissettirecek, önce matın üzerinde barajları yıkacak, ardından gücünü engelsizce yaşamıma bırakacak. Toprağıma su katacak, içime ferahlık, dilime “evet”, yoluma hız..

Nasıl bir kurgu ve döngüyle oluverdi bilmiyorum, ama şimdi suyu hissediyorum. Bunca yılın susuzluğunu yavaş yavaş giderirken, bir yandan tam da kuzey ay düğümüme dair bir çözülme yaşıyorum. Şimdi, aklım kadar karnımla da öğrenirken, eylemin içinde de öğrenilebileceğini öğreniyorum. Bilginin statik gücü, eylemin kinetik akışına dönüşürken, sanki bedenim de bundan çok zevk alıyor ve hafifliyor gün geçtikçe. Hafifledikçe yeniye açılıyor, bilinmeyenle daha rahat ediyor, adım atarken ayağımın altına bakmadan da rahat edebildiğimi görüyorum. Çin tıbbından Ayurveda’ya tüm doğu ilimlerinin neden “element dengesi”nden söz ettiğini bir gram daha anlıyorum.

Yogayla gelen bir başka hediye de bedenime karşı daha duyarlı ve dinleyici olmaktı; bedeni dinledikçe, sınırlarını, yorgunluklarını, yapmak istediklerini ve kaçındıklarını, belli yerlerde yoğunlaşan katılıkları ve sıkışan duyguları görmemek imkansızlaştı. Kalçalarımda bekleyen çaresizlik ve omuzlarıma çöreklenmiş öfke bir yana, sol dizimdeki tuhaf duyguyu, iç bacaklarımdaki çekmeleri, bedenimde nereyi incitmeye yaklaştığımı farkediyor olmak doğallaştı. Bedene yaklaştıkça ona daha iyi bakmaya başladım; aromaterapik yağlar, organik eklem jelleri, kendi kendime yaptığım ayak bakımları ve acı hissettiğimde kaçmayıp doktora gitmeyi örnek verebilirim. Son bir kaç haftada “oluveren” yeni deneyimlerimden biri de, kendime uzundur bekleyen bir hediyeyi vermekti: Manfred’le terapi! Dinleyen eller, bedenimin tepkileri, ağrılar, birikmiş laktik asit ve çeşit çeşit duygular. Islak gözler ve yanaklarla çıktığım terapinin başında Manfred ayaklarıma dokunup orada birikmiş korkudan bahsetti. Adım atma korkusundan! Ve bu nedenle adımlarımın çok sert, belli kas gruplarımın aşırı kullanılmış olduğundan. Çocukluğumda ayaklarımda ne yaşadığımı sorunca, özellikle sol ayağımı içe bastığımı, bu yüzden çok sık düştüğümü, bir dönem düşmekten dizlerimin rahatsızlandığını, taban kaldıran ortopedik ayakkabılar ve “Deniz sol ayağını dışa bas” hatırlatmalarıyla büyüdüğümü anlatıverdim. Zaten gerisi terapide yaprak yaprak açıldı.. Önce Manfred’e, sonra kendime teşekkür ederek, ve aslında O’na şükrederek, nemli gözlerimde hafiflemiş bir ifadeyle güneşe çıktım.. Sanki ilk çıkışım gibi hissettim güneşe!

Şimdi istikamet güneşin parıldadığı uzun kumsallarla dolu Los Angeles; hem batı sahiline ilk yolculuğum bu, hem Yoga için yurtdışına ilk seyahatim! Orada Gül, Çelen ve Özlem beni bekliyorlar. Bavulumu son akşamda hazırladım ve kendisi bugüne dek hiç olmadığı kadar hafif; kalacağım yerin adresini uçaktan inince öğreneceğim, gideceğim şehre dair hiçbirşey okumadım, gezilecek yerleri haritada işaretlemedim; ve bu bana korkutucu ya da garip gelmiyor. Çok yeni bir his. Onu, geldiği gibi, yaşıyorum. Biraz heyecanla, biraz merakla. Her nasılsa, zaten başka türlü olamayacağını hatırlayarak!

Shuttle gelene kadar uyumayacağım; zaten uçuşta uyuyacak bol bol vaktim olacak.. Başucumda şeftali dilimleri, Sırt çantamda Osho “Yakınlık”, kulağımda Tim Booth “Sound” var. Yazıyı yazarken bölünme hissi çoktan geçmiş bile. Üç hafta da geçiverecek öyle. Ama her yol bir başka kapı açar ya kişinin kendisine, işte ondan heyecanım herhalde..

Su gibi akan bir Ağustos dileğiyle; görüşmek üzere!
Sevgiyle,
Deniz

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Susam

Elimde dosyalar, poşetler ve muhtarın elime tutuşturduğu “Fulya’da Ne Nerede?” kitapçığıyla yürüyorum. “Buralarda balık satan bir yer var mı?”, “Noter ne tarafta?”, “Başka manav var mı?” gibi sorularım sonucu elime geçen kitapçığı karıştırarak, yakıcı güneşin altında karşıdan karşıya geçiyorum. Bir pastaneler dizisinin önünden geçerken günün anlam ve önemi burnumun derinliklerine kadar işliyor. Ben daha ne olduğunu anlayamadan, ilişkili nöron ağları harekete geçiyor; sanki ağzımda tadını hissediyorum, susamın kokusu içimi okşuyor, anneannemin mahlep kavanozu ve eski şirketimde apansız masamın üzerinde bulduğum kutu gözümün önünde canlanıyor. Koku gittikçe yoğunlaşıyor, ve ben de kendimi tutamayıp bakıyorum: İşte heryerde kutularca üst üste dizilmiş kandil simitleri! Bu koşuşturmalı günün ortasında bir mola vermek için sızlayan bedenim açlık zillerini çalarken, kandil simidi kutularına uzanmamak için direniyorum. Malesef yeni öğrendim ki, benim bünyem için susam da, beyaz un da hiç iyi değilmiş, hadi bakalım!!

Acı dolu gerçekler, Cihangir Yoga’daki “alerji ve yemek duyarlılığı testi” sonucu ortaya çıktı. Anladım ki boşuna dememişler “Ignorance is bliss” diye; zira minik ‘manyetik-veya-titreşimsel olduğunu varsaydığım’ cihaz ucu her okuma yaptığında, o pek keyifli keşifçi gülümseyişim parça parça dağılıverdi. İnek sütü, kırmızı şarap, dana eti, beyaz un, soğan ve susama yüksek duyarlılığım çıkarken, hindi, kabak, havuç ve kepekli unun bünyem için nasıl fevkalade olduğunu duymak pek de neşemi artıramadı doğrusu! Gözümün önünde şaraplık dolabımızdaki Shiraz’lar, Merlot’lar ve Los Angeles’ta tatmayı planladığım Cabernet Sauvignon’lar uçuşurken, büyük umutlarla haftada bir defa tüketmemin zararı olmayacağını düşündüğümü söyledim, tabi sonunda bir soru işaretiyle. Aldığım yanıtsa yıkıcıydı, “Sen olsam asla kırmızı şarap içmezdim”. Her gün süt içen, her yemeği normalin iki katı soğanla pişiren, haftada 2 defa kırmızı et ve kırmızı şarap tüketen, simiti ve beyaz ekmeği Pazar kahvaltılarından eksik etmeyen ben, 150 çeşit yiyecekten bu 4-5 parça için acılı bir yas sürecine giriverdim. Kendimi avuttuğum kalemler ise benim bünyeme çok uygun çıkan herçeşit balık ve deniz kabuklusu, tavuk, yumurta, pirinç, koyun ve keçi peynirleri, çikolata, neredeyse bütün meyveler, ve en sevdiğim sebzeler oldu; bakiniz patlıcan ve domates! Öte yandan lahana ve karnıbaharı elerken hiç içim acımadı, ve tabi hiç tüketmediğim kolaya yüksek duyarlılığım da umurumda olmadı. Uzman bana yasaklı listemdeki yiyecekleri sadece 2 ay tüketmeyip izlememi önerdi; ara sıra 1-2 gün süren karın şişliklerimin, bir türlü sıfırlanmayan öncü alın sivilcelerimin, ender de olsa uğrayınca canımı çıkaran baş ağrılarımın ve duygusal gerginlik & bedensel halsizliğimin bu süreçte azalma şansı olduğunu, bedenle uyumsuz besin tüketiminin ya yüksek gerginlik, ya aşırı yorgunluk, ya da bazı sıkıntılı semptomlarla kendini gösterdiğini anlattı. Sonra yemek sinyali göndermeden sadece genel stress seviyeme baktı ve tabi ki kaçınılmaz olanı söyledi..

Değerlendirmesine göre stressim çok yüksekti, ve yemek duyarlılıklarımın bunu oluşturacak kadar yüksek olmadığını belirtti; sonra birkaç noktadan daha ölçüm yaptı ve dış etkenlere, polen, toz ve hava kirliliği başta olmak üzere burundan ve ciltten bana ulaşan etkenlere duyarlı olduğumu ve bunun yarattığı stressin çok yüksek olduğunu söyledi. Aynı cümleyi farklı formatta pek çok uzmandan yıllardır duyduğuma göre, bunun “ben” oluşunun önünde saygıyla eğilmek dışında yapabileceğim birşey olmadığını düşündüğüm o anda, karşımdaki bilgiyle dolup taşan güzel insan bana bu seyahatimde bulabileceğim, benim bünyeme birebir uygun bir homeopatik deva önerdi. İşte bunu sevdim! Ama hemen ardından biraz daha gevşememin, rahatlamamın da çok faydası olacağını söyledi. O anda hayatımın sorusunu bir defa daha sordum içimden; “ne zaman gerçekten gevşeyeceğim?”, ve bildiğim cevabı duydum aynı yerden; “istediğin ölçüde asla!”. Evet, tabi ki gayret göstererek izlediğimiz, dikkatimizi verdiğimiz ve çeşitli yaklaşımlarla, yöntemlerle, açıklıkla tutumlarımızda gerçekleşebilen değişimler var. Ama bir de genetik kodlama, aile enerjisi ve varoluşumuz gereği oldukça sabit olan, bizi biz yapan ve yaradılışımızda var dediğimiz tutumlarımız. İşte onlar, esas önünde eğildiklerimiz. Onlar bugünü mümkün kılanlar. O kemikleşmiş gerginliğim yüzeyde aşınıp yumuşasa da, günlük yaşamda toleranslarım artsa ve durumların içinde rahat edebilmeyi ve daha kolay adapte olmayı öğrensem de, gerginliğin kökenindeki mükemmelliyetçiliğim hiç bir zaman yerinden oynamayacak. Ve aynı mükemmeliyetçilik beni bunca detaycı yapan, giriştiğim her işte, projede ve çalıştığım her alanda azimle ve dikkatle çalışmama ön ayak olan. Kimi zaman aşırı yük altına girmeme neden olsa da, yaptığım işi yüksek bir detaycılık ve özenle yapmaya dair içimden fışkıran alevlerin yakıtı olan. Ve o, hep orada olacak. Ben de yaşadıkça, onun bende yarattığı gerginliği, bedenimde biriken tortul stressi dengeleyecek yaklaşımlarla bu semptomları hafifletmeyi araştıracağım. Neverending story.

Şarap dolabıma birkaç Chardonnay eklemek içimi rahatlatırken, bu defa zeytinyağlı fasulyenin soğanını biraz daha azalttım(insani ölçülerde). Beyaz ekmeği tatiller dışında hiç yememeye hazırım, makarnayı biraz daha seyreltirsem zaten ayda bire düşer. Buzluktaki bonfileleri Altan’a hibe edip, balık sıklığımızı artırabilirim. Keçi peynirine zaten oldum olası aşığım, ama inek peynirleri dünyasına bir süre için dahi veda etmek acıklı.. İçimdeki idealist, bu listeye birebir uymak için takla atmaya hazırken, bugün ilk firemi verdim; onca pastanenin, fırının, simitçinin önünden geçtim, apartmana varmama 10 metre kala köşedeki seyyar simitçiyle karşı karşıya kaldım. Önce hızlı adımlarla hiç görmemişim gibi yanından geçtim, sonra paşa paşa geri dönüp, kimse görmeden (buyrun suçluluk!!) bir kutu kandil simidini çantama atıverdim. Eve girer girmez ilk iş kutuyu açtım ve en susamlısını mideye indirdim! Gerisini ben yemeyebilirim, umurumda değil. Ama o bir lokmayı yemeseydim, eskilerin deyimiyle bir yerlerim şişebirdi!

Hızlı ve yoğun günün ardından ders için matımı sermem gerek!
N'olur benim için bol bol kandil simidi yiyin!

Sevgiyle,
Deniz

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Pause

“Yeşil!” diyerek parmağımla yürüyen yeşil adamı gösteriyorum, ve üzerimden geçmeye niyetli araba frene basıp beklemek zorunda kalıyor. İçimden “gerizekalı!” diyorum, sanki geçiş hakkımı kullanmaktan çok, sürücüye haddini bildirmek hoşuma gidiyor. Midemde bekleyen düğümden hareket alıyor bu duygu; yanımdan geçerken laf atan adamı bir güzel pataklamak istiyorum, kaldırımların pisliğine kızıyor, sanki yeri ezer gibi sert adımlarla yürüyorum. Akşam küçük bir hap gibi sıkıştırıp yuttuğum öfkemin üzerine sayfalarca okuyup derin bir uyku uyusam da, sabah hala midemde o hapla uyanıyorum. Üstelik bir ağ gibi dallanıp budaklanıp sarmış her yanımı. Gözlerimi açmak istemediğim ışığa rağmen otomatik adımlarla güne başlıyorum; ama kalktığımın belki beşinci dakikasında bir kaç soru yetiyor içimin taşmasına, haklı haksız farketmez söylemeye başlıyorum. Daha uyanmamış gibi bedenim, ama öfke ilk bulduğu yoldan akmaya başlıyor, önce dudaklarımdan, hemen ardından gözlerimden. Yarı ağlayarak, yarı kızarak anlatıp duruyorum. Neyse ki iyi bir dinleyicim var. Sonra “yeterince anlattığımı” hissedebildiğimde yumuşuyor birşey; etrafımı saran ağ eriyor, dağılıyor, hareket alanım genişliyor; anlaşılmış hissetmek biraz olsun kapımı aralıyor.

Alanım açık ve nefesim biraz daha derinleşebilmiş, bol su içip yüzümü yıkıyorum. Ama o minik düğüm midemde hala, karnımdan boğazıma uzanan bir hat halinde hissediyorum öfkeyi, gerginliği. Ama açlığım bir adım önde. Herşeyi ardımda bırakıp taze sabaha taze kahvaltı için telefona uzanıyorum, yakında bir kahvaltı için hızla giyinip çıkıyorum. Bir dostla sohbet, otlu peynirli omlet ve neşeli planlar dağıtıyor havamı. Giderkenki gerginliğim biraz daha hafiflemiş dönüyorum. Yürürken dikkatim biraz postürümde, yere bakmak yerine ileri bakıyorum ki başım öne sarkmasın, boynumun arkası uzun, omurgamdaki yük dengeli olsun; bir yandan gün içinde yapılacak işleri, boşalacak makineleri, kuru temizlemeciyi, bankadaki ufak işimi, düzenlenecek Reiki ve kurs notlarımı, elden geçecek gardrobumu, akşamki ders için yapacağım hazırlığı ve daha nice şeyi geçiriyorum aklımdan. Planları saat aralıklarına oturtuyorum derme çatma, eve varınca ajandama da bakar, unuttuğum birşey varsa araya sıkıştırırım. Sonra aklıma düşüyor, gitmeme 2 haftadan az kaldı, oysa doğru düzgün bir plan da yapmadım, ne gidişimi, yanıma ne kadar para alacağımı, bavula neler koyacağımı, oradaki ders saatlerini, görülecek yerleri biliyorum, ne de gitmeden kalan azıcık vaktimde daha neleri yetiştirebileceğimi. Yeni eve davet etmek istediğim nice akrabam, arkadaşlarım var, ama ne kadar istesem de birçoğu yetişmeyecek Amerika öncesine. Acaba alınacaklar mı diyorum. Umarım alınmazlar. Yetişmeye çalışıyorum ama şaşırtıcı bir doluluk var. Tüm bunlar zihnimde akıp giderken, ezbere adımlarım beni eve taşımış oluyor. Önce oturayım diyorum minderime, sonra yazayım. Yok, önce yazayım, sonra oturayım. Ya da daha güzeli, yazıp, ortasında oturup, sonra yine yazayım! Çok düşünmeden ellerim uzanıyor klavyeye, zaten şimdi oturmaya sebat edecek durumda değilim, bırakıyorum dökülsün ne varsa. Döküldükçe içeride yer açılıyor; ve benim o açıklığa çok ihtiyacım var.

Ne zamandır bulanık yüzünü göstermiyordu öfke. Belki haftasonu katıldığım aile diziminde çatladı bir kanal, belki biriken ve ilgilenmediğim duygular çekiştirdi paçasından, belki oturmaktan kaçınmaya çalışan yanım örtüyordu üstünü; nereden, nasıl geldiğini bilecek değilim. Ama onu yok sayacak veya bile bile üzerini örtüp geçiştirecek hiç değilim. O mindere şimdi oturacağım ve o duyguya yakından bakacağım, belki o öfke tüm hücrelerimde yankıyacak, belki ardından bambaşka bir his, bir çekince çıkacak. Hep olduğu gibi. Biri diğerini kamufle eder. İçimdeki ses şimdiden ipucu veriyor; bunun özdeğerle ilgisi var diyor. Günlük döngüye girdiğimde ve hareketlerim otomatikleştiğinde, sürece kattığım farklılık düzeyi düştüğünde, sıradanlık hissi yüzeye çıktığında, değerime dair bir kayıp yaşamışım gibi hissediyorum. Ayağım takılıp tökezlediğimde ve değerimin farkındalığı elimden kayıp düştüğünde, kimi zaman onun nasıl birşey olduğunu unutuveriyorum. Ve bunun farkına vardığımda, çevremi saran ince bir çaresizlik tülü, her adımımda beni takip eden yetersizlik gölgesi, ve çaktırmadan gelip ayak bileğime zincirlenen değersizlik prangası yerine yerleşmiş oluyor. Ya matın üzerindeyken farkediyorum orada olduklarını, ya da çok yakınımdaki birinin gözlerine bakarken. Ve kimi zaman, birkaç saat içinde oluveriyor herşey, bunca çabuk ortaya çıkışı ve beni sarmalayışı hayret verici, haftalardır gücüm ve farkındalığımın derin dengesindeyken, bir anda gelip çöreklenmesi bu duygunun, izinsiz ve yüzsüzce - benim hayatıma, benim içime, benim duruşuma!
...oturuş...

Oturuyorum, önce duygular çıkıyor, sonra daha ince duygular. Çoğu zaman günün ve haftanın planları epeyce turladıktan sonra yatışmaya başlar oturuş, bugün ise yeterince düşünülmüş olduğundan mı nedir, ne uçuşan programlar var ne de planlayan zihin. Duruş hızlıca oluşuyor, birkaç dakikada kasıklarım “bırakınca”, hemen yerini buluyor başım ve boynum; “hiza”nın kasesindeki su oluyorum, eforsuz yerleşiyor bedenim. Bugün zor olan çenemi gevşetmek, dikkatim tüm bedene yayılırken, dönüp dolaşıp spotu çeneme tutuyorum, bırakıyorum ve hemen kasılıyor, yumuşatmak o kadar zor ki.. Bir de karnım gergin bugün. Ama her ikisi de teslim oluyor bir süre sonra. Görmeye başlıyorum. Göğüs kafesimdeki ağırlık, ve boğazımdaki yumru hissini izliyorum; midemde değil artık o küçük tohum, göğsümün ortasında kök salmış, boğazımın önünden geçip, yutkunduğum yerde açıyor tomurcuklarını. Sonra üç gündür “geliyorum” sinyali veren, ama direncim ve aromaterapik denemelerimle bir türlü gelemeyen, yine de sinir bozucu bir karanlık isteği ve sağ yarı küremde bir ağırlıkla zonklayan, biraz hızlı hareket etsem şahdamarımdan yükselen sırıtkan migreni fakediyorum - kapının eşiğinde durmuş, bana bakıyor. İşten ayrıldığımdan beri ilk güçlü sinyal bu, gelmemesi için elimden geleni yapıyorum; içten içe seçim şansının bende olmadığını da bilerek.. İzlerken, bedendeki hislerin, duygularımla bir ayrılığı olmadığını anlıyorum bir defa daha; aralarında organik bağlar var, ya da zaten ayrı değiller.. Boğazımdaki his, ifade bulmak isteyen öfkemi bağırıyor, ve başımı çevreleyen his de zihnime tünemiş özdeğer sarsıntımı. Göğsümdeki darlık, koşturmaktan nefes alamama hissimi tercüme ediyor sanki. Oradaki duyguya bakınca, içimdeki duyguyu da görüyorum hemen ardında. Ayrı değil duygu ve beden birbirinden. Hatta zihin de ayrı değil, sadece ayrı izlenimi veriyor. Öylece oturuyorum, hepsi ve biriyle. Dağılıp bölünüyorum, ve aynı anda birleşiyorum da. Hepsi aslında tek bir duygu, ama binlerce başka duygu da. Her bir noktada ayrı bir his var ama tüm beden bir tek nokta gibi aslında. Bu anlatılamaz dağılma ve bütünlenme atışları arasında, bir an atışın kendisi olup, bir an Deniz olarak, bir an gidip gelen dalgalar, sonraki an takılmış bir plak gibi yineleyen duygular olarak, bir an nefesin ta kendisi, bir an dağılmış zihin olarak izliyorum olanı. Bazen izleyen, bazen izlenen, bazen her ikisi de olmadan. Kısacık bir sürede oluyor tüm bunlar, ve sonra eşiğimden geçtiğimi farkediyorum...

Sakinlik kapıyı açıp içeri giriyor, davet beklemeden kendi yeriymiş gibi yerleşiyor mindere, göğsüme, zihnime. Ve tam da adlandıramadığım o duruş/durma/pause halinde kalıyorum. Midem rahat, başım rahat, boğazım boşalmış, ağırlıktan geriye kalan az bir tortu sadece göğsümde odaklanmış. Zihin durgun, beden durgun, kalp atışları ve kendi ritminde bir nefes var geri planda, yüzeyde ise beyazlık, boşluk, ve hafiflik. Çok geçmeden zihin devreye giriyor, nefese müdahale etmeye karar veriyorum (kaçınılmaz!!!); nefesi, kalbime, kalbimin etrafına davet ediyorum. Gittikçe genişleyip açılıyor bu alan, kalbim nefes alıyor. Nefesler aktıkça, kalbim de hafifliyor. Bu beyaz sayfada tek hareket kalbimin çevresinde sanki. Onunla kalıyorum, onu hissetmenin tadını çıkarıyorum. Hani, meditasyonda bir his peşinde koşmak yok ya, bende var, bu “pause” ve bu hafiflemenin peşindeyim bugün. Engel olamıyorum, belki olmam da gerekmiyor. Sebepsiz ve sadece oturmak için değil oturuşum, ve bundan suçluluk duymamayı da öğreniyorum.

Kalkıp, süren bu hafiflik duygusuyla klavyemin başına geçiyorum tekrar, zihnim duru, kalbim açık, bacaklarımda halının izleri. Ağzım biraz kuru, hemen bardağa uzanıyorum. Üzerimde ne bir parça telaş var ne de belirgin başka bir duygu. Değerim yerli yerinde, gücüm ve yeterlilik hissim de. Kimi zaman, oturunca ikiye katlanıyor duygular, daha da harmanlanıp, büyüyüp ve patlak veriyor; bazen de böyle hafiflemiş kalkıyorum işte. Bedenimden süzülüp toprağa mı gidiyor, yoksa yakından bakınca rahatlayıp sönümleniyor mu bilmiyorum. Mekaniği umurumda değil, ama deneyimini seviyorum. Küçük bir oluş laboratuvarı gibi oturmak, bilinç, duyular, duygular, nefes, tepkiler. Herşey kendi hızında ve ritminde, herşey anlayamayacağım boyutta bir bilincin iradesinde. Her gün başka, ve o günü, o günkü beni oturmak nasıl bilmem – iyi geliyor.

Duygunun farkında olmak, görünce sahip çıkmak, oturup yakından bakmak denemeye değer. Kendine yakın olmak ve kendini bilmeye açık kalmak yaşama uyandırıyor; kendine kendinden yakın kimse yok, ve bilmek – ilk anda ağır da gelse – rahatlatıyor. Ve bu yaklaşıma biraz alan verince, o yaşamın yaklaşımı oluyor. Vazgeçilir mi? Vazgeçilmez..!

Nasıl uyanırsanız uyanın, ve yükselen duygu her ne olursa olsun, kendinize iyi ve yakından bakın; bunu hakediyorsunuz!
Sevgiyle kalın,
Deniz

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Teknede

Fırsatını bulan her insan en az bir defa tekne tatili yapmalı. Bu tatilde karaya gerekmedikçe çıkmaması ve küçük, sessiz koylarda açık havada uyuyup, günün ilk ışıklarıyla doğal uyanması tavsiye edilir. Bir de referanslı bir kaptanla yola çıkması ve rota hakkında biraz fikri olması. Bizim rotamız Turgut’tan Datça’ya kadarki girintili çıkıntılı şerit üzerindeki şaşırtıcı berraklıkta su, el değmemiş doğa, keçi sesleri ve bal arılarıyla bezeli koylardı. Ekip eğlenceli ve uyumlu, kaptanlar deneyimli ve tertemiz insanlar olunca, ne fırtınalı akşam, ne arı sokmuş ayaklar ne de benim gergin yanaklarım bozabilirdi keyfimizi. Bir 7 gün böylece geçiverdi...

Minik deniz gözlüklerimle sakin sakin yüzerken 4-5 metrede bile berrak olan olan suyun tadını çıkarıyorum; çok balık yok, birkaç karagöz var dipte, ben de onlar kadar yavaş ve sabah mahmuruyum. Bir anda tanıdık bir sesle harekete geçiyor bedenim, pavlovun köpeği gibi tekneye yöneliyorum; Nazif kaptan çanı çalıyor, yani kahvaltı hazır! Sudan sıyrılıyor bedenim, sabah güneşi tenimde; hızlı bir duş alıp, az güneşli bir köşeye yerleşiyorum. Kıpkırmızı domates dilimlerini tabağıma dizip, üzerine bolca kekikli zeytinyağı döküyorum. Sofra hemen doluyor, kahvaltılıkların üzerinde ellerimiz ve kadar hızlı dolaşıyor arılar da. Biraz arı kovalayarak, biraz önceki geceden konuşarak dalıyoruz en keyifli öğüne. Doğal kekik balını bulunca, kimse hazır bala, reçele pek tezahürat yapmıyor tabi. Yine de Nutella çabucak yarılanıyor, bazı şeyleri geride bırakamıyor insan. Kahvaltı bitince, hemen dağılıyoruz; biri denize, biri güneşe, bir diğeri birikmiş gazetelere. Hepimiz, hiç bitmeyecekmiş gibi hissediyoruz, ama aslında gizli gizli gün sayıyoruz.

Tekneye binmeden yaptığımız büyük alışverişin üzerine, bir defa Bozburun’da, bir defa Aktur’da pazar ve market alışverişi yapıyoruz. Bozburun harika bir sahil kasabası; havası, suyu, insanı iç açıyor. Özgün, sakin, canayakın bir yer; arsa fiyatları ne kadar merak ediyoruz. Balıkçılığı, gulet imalatı ve 1972’de bulunmuş Bozburun batığıyla ünlü. Ama benim aklımda en çok kalan, öğle sıcağında uzun bir yürüyüşle varıp, elimiz kolumuz dolu döndüğümüz pazarı, dondurma yiyip yürüdüğümüz limanı, bir de denemek için alıp şarabın yanında bünyeye kattığımız kelle peyniri, keçi sütünden.

Bozburun’dan sonra Datça’da karaya çıkmak pek keyif vermiyor, tabi tam o sırada patlayan alerjik durum için sağlık ocağı bana tam zamanında geliyor. Akturun denizi ise muhteşem, yüzdüğüm en duru ve serin sulardan. Geniş bir sahil, pırıl pırıl deniz. Altan’la sağlık ocağı ve eczane arasında mekik dokurken, geniş bisiklet yolları, kumsal ve çocuk oyun alanlarına bakıyoruz, sanki herşey genişlik ve ferahlık üzerine kurulu bu dev sitede. Neredeyse herkeste bir bisiklet, pek çok kişide minik motosiklet var. Aktur Eczanesi dolup taşıyor, ayağına kıymık batan, güneş yanığı olan, sıcaktan tansiyonu düşen kendini eczaneye atıyor; kalabalığın arasından sıyrılıp arkadaki odada ilk defa ayakta iğne yiyorum, şaşırtıcı biçimde az acıyor. Binbir teşekkür, ve sonra teknedeyiz. Öğlen yemeği ve serin sular..

Süleyman kaptan salataları, zeytinyağlıları, pilavları pişirirken, kayınpederi Nazif kaptan mangalı üstleniyor. Sofra yemek kadar sohbetle de dolup taşıyor. Masada baskın içki rakı, ama ben beceremiyorum şu rakıyı; hep uyku bastırıyor rakı içince, hiç alışık değilim. O yüzden bir gece haricinde kadehimde hep kırmızı şarap. Yemek sonrası bir grup sofrada devam ederken birkaçımız teknenin önüne geçiyoruz; her türlü ışık kaynağından uzakta, ay doğarken denizin ışıltısını, samanyolunun bizi kucaklayan anaç kollarını, ufuktan bize bakan Büyük Ayıyı, baş döndüren kuzey haçını ve sürgündeki Cassiopeia’yı izliyoruz. Denizde, kadehte, sallantıyla rahatlamış bedenler kendini bırakınca, zihinler de gökkubbenin gizemine gömülüyor. Her birimiz başka bir yerinden yaşıyoruz geceyi; ama ortak bir huşu var göğün sonsuzluğu karşısında. Buradayız, sırtımız sahile dönük, yüzümüz açık denize bakıyor, iki yanımızda tepeler uzanıyor, arada bir inceden bir su sesi tekneye dokunan minik dalgaları hatırlatıyor. Buradayız, küçücük bir teknede küçük varlıklar, başımızın üzerinde açılan sonsuz boşluğa dalıp, biraz tevazu, biraz büyülenmişlikle bakıyoruz o büyüklüğe, yarı Hayyam cümleler dökülüyor dudaklarımızdan.. Gece ilerleyip de uyku ağır bastığında, kamaradan getirdiğimiz yastık ve pikelerimizle, seriliyoruz güverteye, sünger şezlonglar üzerine. Deniz üstü hafif sallantıda, varoluşun sessiz beşiğinde uzanır gibi, derin ve ılık uykuya teslim oluyoruz.

Sabah güneşinden önce uyanan arıları tek elle kovalayıp, uykunun en tatlı yerinden devam etme çabasında bir sabah; keçi sesleriyle çınlayan sahil, soğuk su kaynaklarından seyrelmiş ve serinlemiş deniz. Arı vızıltıları sabrımızı sınarken, birer ikişer teslim oluyoruz, kimi denize, kimi kamaraya. Kahvaltı ve deniz sefasından sonra, akşamüstü bir sürpriz getiriyor Süleyman kaptan. “Arıları gördüm” diyor, karaya çıkmış ve aramış, doğal bir arı kovanı bulmuş, kovandan aldığı petek ve balı tencereye doldurup bize getirmiş. Denizden çıkan, tencerenin başına üşüşüyor, hayatımızın belki de ilk organik balını yiyoruz. Anlatıyor kaptan, öğreniyoruz, arıcılıkta organik bal olamazmış; arıları muhakkak arı kenesine karşı ilaçlamak gerekirmiş, aksi takdirde hastalıktan kırılırlarmış. Tabi ilaçlama yapıyorsan da o bala organik diyemezmişsin. Ancak böyle, doğada bulunca, organik bal yiyebilirmişiz. Neredeyse on parmakla kavradığımız petekleri, balı sarhoşluk içinde yiyoruz; hakikaten bir fark var balda, o kadar balı normalde yesek genzimiz yanar, şekerinden bayılırız. Oysa yiyoruz ve ne tadından ne de keskinliğinden rahatsızız. Müthiş balın enerjisiyle olacak, yeniden uzun uzun yüzüyoruz. Herhalde bir daha bu kadar otantik birşeyle karşılaşmayız!

Selimiye’nin ve yakınındaki koyların denizi de muhteşem, ilk birkaç günkü fırtınada kalkan kumla berraklığı biraz azalmış da olsa. Yine de biraz diriltici serinliği ve göreceli daha az tuzuyla, bu tekne turunda beni en etkileyen koylar Dimitri ve Hurmalı oldu. 7-8 metre derinlikte bile gözlüksüz dibi görebildiğim, yüzerken tuzdan yüzümü yakmayan, ve girdiğimde tüm sistemlerimi uyandıran bu muhteşem denizlere yine gidesim var. Suların türkuvazında herşeyi unutup, koyların sessizliğini dinleyerek, o an orada olmanın katıksız keyfini çıkarmaya..

Teknenin adı Furkaan’dı, Süleyman kaptan ve yakınları tekneyi kendileri yapmışlar; zaten Orhaniye, Turgut, Bozburun, bu yörelerin başlıca uzmanlığı tekne yapımıymış. İçtenlikleri ve hizmetleriyle bu 7 günü bizim için unutulmaz kıldılar. Seneye bu seyahati yinelemek dileğindeyiz, 1 hafta da olabilir 3-4 gün de. Eğer Marmaris-Datça taraflarında böyle bir mavi tur hayaliniz varsa, iletişim bilgilerini vermek isterim: Süleyman Şener, furkaan-yachting@hotmail.com, 537 982 91 72.

Tatiliniz mavi, neşeniz bol, kadehiniz dolu olsun;
Sevgiyle kalın!
Deniz

24 Temmuz 2009 Cuma

Şeftalinin Kabuğu

Şeftali kokusu. İlk çağrışım yanık tenimdeki deniz tuzu ve önümde saman sarısı sayfalar. Önce doğrayıp sonra kabuklarını mı soysam, yoksa önce soyup sonra mı dilimlere ayırsam? Hangisi doğru sıra, hiç bilmem... Önce soyuyorum; elimde en sevdiğim Tramontina meyve bıçağım, kulağımda rahmetli dedemin ben küçük bir çocukken söylediği bir söz; “Meyvenin kabuğunu, incecik alarak, hiç bölmeden bir defada soyabilirsen marifetlisin demektir”. Ne zaman meyve soyacak olsam, dedemin bir defacık söylediği bu söz hemen düşer aklıma. Ve bir gayretle, sanki dedem beni izliyormuş gibi uğraşmaya başlarım.

Uzun sürdü tekniği oturtmam, çünkü çok meyve soymam gerekmedi; ama ne zaman gerekse tek bir şerit halinde soyayım diye uğraşınca meyvenin etinden kaybeder, yüzeyde kalayım derken bir yerde kopardım. Ne zaman o kabuk ince ve tek parçada soyulur, garip bir gururla o kabuğu saklamak isterdim. Aslında mutfak benim ilgi ve bilgi alanım değil, ne çocukken ne de sonrasında merak edip girdiğim bir yer olmuş. Tenceredeki kimyadan çok kendi duygularımın kimyasına dalmışım hep; evde ilgi alanım yatak odam ve kitaplığım olmuş, bir de annemin tuvalet masası. Büyük bir lapacılıkla annemin eline bir defter tutuşturup, “Anne bana her gün bir tarif yazsana, ilerde tarif defterim olur” dediğimde, “Kızım ben öyle yazılı ölçü bilmem, sen ben yaparken izleyip not al. Hem beni makyaj yaparken seyrettiğin kadar mutfakta da seyretseydin şimdi zaten hepsini bilirdin” şeklinde sorumluluğu kucağıma vermişti. 15 yaşımdayken kütüphanemizdeki -yaşıma uygun olsun olmasın- her kitabı devirmiştim, günlüklerim 4 kalın ajandayı geçmişti, üstüne annemin makyaj malzemelerini de etüt etmiştim, kusursuz kalem çeker, arkadaşlarıma makyaj öğretirdim; ama yumurtayı zor kırar, meyve doğramamak için kuzenimle kavga ederdim, mutfakta bir iş varsa hemen oradan kaçar ve kendime bir mazeret üretirdim. Mutfağı bir yaşam alanı olarak görmek için, annemin yemeklerinden kopup, sevdiğim adam için birşeyler pişirme hevesini bekliyormuşum.

Evlenmeme kısa bir süre kala, tarif defteri projemi tekrar masaya koydum ve annem de aynı elnin tersiyle itti; koskoca(!) mühendis o kadar şeyi okumuş anlamışım, yemek pişirmek benim için iki dakikalık işmiş, biraz pratikle herşey yerine otururmuş, zaten muhtaç olduğum kudret senelerdir yer etmiş damak tadımda saklıymış. Ben böyle, bir pilav, bir fasulye, bir çorba dahi pişirmeden, tencere ve tavalarımla küçük evime yerleşiverdim. Markete gidip bakliyatı, sebzeyi, eti, baharatı dolaplara doldurdum. Elimde malzeme vardı, araçlar da, tek gereken formüllerdi. Önce hangisi, sonra hangisi girecek bu tencereye? İnsan hiç mi bilmez? Maceram, her niyet ettiğim yemek için hızlı arama tuşu 2’ye uzunca basarak başladı; “Bana sırayı söyle” diyordum anneme, bilmediğim şey sıraydı. Çorbanın kendine has yapısını çözünce bütün çorbalar artık kolaydı, Altan gibi dört mevsim çorbasever bir insanla yaşayınca en hızlı pratiği de bu alanda kazandım. Korkudan az tuzlu oluyordu her deneme, ve baharat dengesi için zaman gerekti. Ama ne yemek pişirsem 2. deneme oldukca güzel, 3. deneme anneminkini andırır oluyordu. Sonrası zaten kıvamla, kokuyla, yuttuktan sonra damakta kalan tınıyla oynamaktan ibaretti.

Zeytinyağlıların temel prensibini anlamak diğer yemeklerin kapısını açıverdi. Aslında hepsi matematik gibiydi, hem sanat hem ilimdi; oranlar, denklemler, süreler, ve her sabitin kendine özgü katkısı vardı. Mutfaktan mutfağa değişen ve özelleşen ise kişinin damak tadıydı. Temelleri öğrenmek, hareket alanını genişletiyor, yeni yemekler deneme cesaretini uyandırıyordu. Soğanın gücüne, domatesin miktarına, zeytinyağı ve tereyağının dokunuşlarına, sarımsağın tılsımına, baharatların altın oranlarına ve çeşitli otların beklenmedik etkilerine dair anlayışım açıldıkça, yeni laboratuvarımdan aldığım zevk de artmaya başladı. Üstüne bir de düdüklü tencereyi keşfedince, süreler kısalıp çeşitler artmaya başladı; standart tencereler raflarda kıpırdamadan dururken, daha küçük olan 2. düdüklümü almıştım bile. Sonra sütü keşfetmeye başladım, unu ve labneyi; daha kimbilir neler var, ne püf noktaları. Çok uzmanlaşma peşinde değilim ama, öğrenmek ve eğlenmek keyif veriyor bana.

Beni şaşırtan, böyle keyif alacağımı beklemezdim, kaçardım mutfaktan, çünkü sıradanlığı çağrıştırırdı bana. Kadınlar mutfağa girer, yemek yapar, bütün aile o yemekleri yerdi. Yemek yenirken “Eline sağlık” denirdi. Ama ben, yemek yemeyi sevmeyen bir çocuk olarak zaten ezbere söylerdim bu kelimeleri. Belki yemek cezbetmediği için mutfakta ne olur bittiği de pek ilgimi çekmezdi. Zaman geçip de iştahım açılınca, yemeyi sevdikçe, tad almayı öğrendikçe, farklı mutfakları deneyip, her seyahatte en çok o ülkenin mutfağına düştüğümü farkettikçe, yavaş yavaş ne nasıl pişer diye düşünmeye başladım. Ama hep bir önyargıyla, inatla girmedim mutfağa. Oysa yemek yapmak, senelerdir varsaydığım gibi basit, tekdüze, sıkıcı bir alan olmak zorunda değilmiş; aksine yaratıcılık ve zeka ile lezzetler yaratabildiğim, ve bu lezzetlerle insanlarda keyifli duygular uyandırabildiğim bir dünya olabilirmiş - merak ettikçe daha çok öğrenebildiğim, gelişebildiğim, pek de öyle sonu olmayan bir dünya.

Babam “Her yolculuk dört adımdan oluşur” der; Merak etmek, Öğrenmek, Anlamak, Yaratmak. İçtenlikle bakınca, yolculuklarımız hep bir merakla, hevesle başlıyor. Nasıl işlediğini, ne olduğunu, arka plandaki mekanizmasını hiç bilmeden dalıyoruz yeniye. Ardından temellerini görmeye başlıyoruz, bizden öncekilerin birikimini, tecrübelerini, ispat edilmiş ve kabul verilmiş bilgileri. Okuyarak, deneyerek, deneyimleyerek öğreniyoruz zaman içinde. Ve yolculuk devam ediyorsa, öğrendiğimizi uygularken anlamak başlıyor bir katmanda; zihinle biriktirip bağladığımız, derin örgüler kurup tasnif ettiğimiz bilginin ötesine geçiyor anlayışımız, sanki bedenin, duyuların, duyguların ve sezgilerin de katılımıyla bir orkestra uyanıyor, bir bütün olarak algılıyor ve eskisi kadar gayret sarfetmeden kolaylıkla akmaya başlıyoruz yolculukta. Ancak anladıktan sonra geliyor yaratmak, simyasını anladıktan sonra kendinden katmaya ve yaratmaya başlıyor insan. Anlayan insanın dokunuşu, bir keyifli nota, bir tatlı rayiha, bir tutam duygu daha katıyor dokunduğu yere. Daha anlamadan yaratmaya çalışınca ya çok pişip ölüyor sebzeler, ya çok acı oluveriyor; ya baharatlar boğuyor ana lezzeti, ya da birbiriyle uyumsuz malzemeler söndürüyor her bir yiyeceğin o yeri doldurulmaz “öz” lezzetini. Beklemek gerek anlamayı, ve devam etmek öğrenmeye; mutfakta böyle, resimde de, müzikte de, fotoğrafta ve hatta yoga dersinde de. Sabırla, keyifle, birşeylere yetişme ya da ulaşma kaygısı olmadan, dalmak gerek içine, ve zaman ayırmak denemeye, öğrenmeye...

Soydum şeftalileri, sonra dilimledim, yazarken bir yandan da yedim. Ne zaman dilimlenmiş, soyulmuş şeftali yesem, Çandarlı’da çocukluğumun öğlenleri düşer aklıma. Sabah denizinden sonra, öğle güneşini yememek için eve dönerdik. Kitap saatimdi benim, “80 Günde Devri Alem”, “Balonla Beş Hafta”, “İki Yıl Okul Tatili” ve yanımda dilimlenmiş şeftali. Az yiyen ve yemeyi yorucu bulan bir çocuk olarak tek lokmalık şeftalileri çiğnemeden yutuverirdim bol maceralı sayfaların arasında. En sevdiğim mevyeydi şeftali. Yemek yemeseydik de hep şeftali yeseydik.

Yaşamın lezzetlerine, çocukluğumun öğlenlerine, mutfak maceraları ve öğrenmenin sevgisine adıyorum bu yazıyı. Ellerime bulaşmış şeftali kokusuyla yazdım, sabunlamak istemedi canım. Kabuğu tek parçaydı, dedemi andım...

Neşeyle kalın,
Deniz
Related Posts with Thumbnails