12 Ağustos 2009 Çarşamba

beklerken

Münih havalimanı; içinde eczanesi, restoranları, masaj ve manikür salonu, uyku kabinleri, hatta sex shop’u olan yürümekle bitmeyen terminal 2. LA uçağına aktarma sırasında bu havaalanında geçirecek 4 saatim var; bağdaş kurup ücretsiz gazeteleri okuyorum, elimde USA today, kulağımda Morcheeba, yürüyerek her köşeyi geziyorum, duty free shop’larda yeni parfümleri deniyorum. Escada “Incredible Me”den sonra “Desire Me”yi çıkarmış, biraz daha altın tonlarında ve şekerli bir versiyon, sol kolumdan ara ara burnuma dokunuyor. Sol elimin üzerinde ise Vera Wang’in “Look”u var; ilk sıktığımda şaşırtıcı bir tazeliği vardı, ama hızla çocukluğumun parfümlerini çağrıştırdı. Dior’un 454 numaralı parlatıcı rujunu denedim, çok beğendim, dönüşte almak üzere numarasını kaydettim; her ne kadar rujlarımı ortalama 3 yılda bitirebilsem, dolayısıyla daima uzun soluklu (hatta sıkıldığım!) birkaç rujum olsa da, eğer rengine çarpılırsam yeni bir ruju da repertuarıma katmaktan çekinmiyorum. Biraz daha yürüyüp aksesuarlara daldım, ama bugün bir satın alma ihtiyacı duymuyorum; tam da bu yüzden o indirimli lacivert Fendi gözlük gözlerimde, ısrarlı bir gülüşle bana bakan George Clooney posterine istemsizce gülümserken, bu seansı yarıda kesip gözlüğü yerine bıraktım. Aynadaki yansımam kaldı aklımda ama, hemen benim olmak zorunda değil. Çünkü o objeye ve onunla gelen imaja yüklü anlamlar şimdi o kadar da önemli değil. Bir yıl önce olsaydı mı? Kesin alırdım!

Bu terminalden son geçişlerim 2008 bahar ve yaz aylarındaydı; düğün öncesi yoğunluk ve Italya sürecinin tüm gerginliğini duty free shop’larda atmıştım. Bir yandan damada malum saatini ararken, bir yandan güneş kremleri, rimel ve parfümlere dalmıştım. Ne kadar tükenirsek o kadar tüketiyoruz ya, ve o tüketimi de son derece haklı buluyoruz; benim için bedenimdeki birikimi boşaltmanın bir yolu da “madem eşek gibi çalışıp ter döküyorum, istediğim gibi harcar ve acısını çıkarırım”dı. Parayı harcamayı biliyordum, ve eğitimlerim için kullanmayı da. Ama kendi tükenme hızımda artıyordu onu objelere ve keyiflere dönüştürme isteği; bir obje veya keyife arzu dahi duymadan kimi zaman. Çok açık ki, parayı hangi duyguyla kazandığımız, hangi duygularla harcayacağımızı belirliyor. Belki “harcamak” değil, “kullanmak” veya “dönüştürmek” oluyor paraya karşılık değerler edinmenin alt anlamı.

Gülüm hocam doğum tarihim ve ismimi üzerinden doğum sayımı yorumlarken “Parayı kullanmayı öğrenmen gerek” demişti. Bu cümle hafızama kazınmış sanki, bir gün gerçekten anlaşılmak üzere. Sonrasında Dan Millman’ın “Hayatınızın Amacı” kitabını okuduğumda, doğum sayımızın bize detaylı ipuçları verebildiğini gördüm. Benim 26/8 olan doğum sayım diyordu ki, ancak 2 ve 6 kavramlarını çözerek ve bu alanlarda olgunlaşarak nihai sayın olan 8’in kavramını gerçekleştirebilirsin. Yanlış hatırlamıyorsam 2 işbirliği ve denge, 6 kabul ve vizyon, 8 de bolluk ve güç idi. Zaten 2’den vurulmuş olan ben daha çok yolum var demiştim. Oldum olalı ödevi, projeyi, işi yalnız yapmayı sevdim. Ne zaman bir partnerle çalışsam iş yükü dengesinde ipin ucunu kaçırıp, neon ışıklarıyla çevrili mükemmelliyetçiliğimle, “ben yapayım da iyi olduğundan emin olayım” gizli kibirim sonucu gereğinden fazlasını yüklendim. Delege etmeyi çok zor öğrendim ve halen öğrenmekteyim. Her neyse, neticede benim doğum sayım 8’e, yani bolluk ve güce bağlanıyor, ve bu alanda paraya yaklaşım ön plana çıkıyor.

İşten ayrılma sürecim ve sonrasında, parayla olan ilişkimi gözlemleme fırsatı buldum. Çocukluğumdan bu yana, aileden gelen bolluk inancı ve paraya dair kalıplarıma, üniversite yıllarımda çeviri yaptığım dönemlere, tam zamanlı çalışmaya başladığım döneme ve alternatif terapi/eğitimlerden gelen kazançlarıma, birinden para alırken ve birine para verirkenki duygularımın nasıl zaman içinde değiştiğine baktım ve hala bakıyorum. Geçen gün bir öğrencimle de bu konuyu konuşuyorduk, o da nasıl kuaförde bahşiş verirken, temizliğe gelen kadına parasını uzatırken, tanıdığı bir kişiye hizmeti karşılığı para verirken zorlandığını anlattı; eminim az veya çok, bir çoğumuzda var bu parayı alıp verirkenki utançla karışık duygular. En azından bende çokça vardı, ve hala da birazı duruyor. Mantıkla baktığımda hizmet ederek bir değeri, yani parayı hakeden kişiye o parayı vermekten daha doğal ne olabilir ki? Ama duygular hemen elimine ediyor göz temasını, geçiştirerek, sanki gizli saklı ödüyoruz bazı hizmetlerin karşılığını.

Ayn Rand’ın “Atlas Vazgeçti” kitabını okurken (Teşekkürler Defne!) insan aklı, yeteneği, yaratıcılığı ve onurunun maddi güce ve servete dönüşmesinin gerçek doğamız olduğunu kavradım. Paranın, o zeka ve yeteneğin gayretle maddeye çevrilmiş hali olduğunu anladım. Para, güzelleşti benim için, ve bir yandan, ona bağlantılı bazı sülük çağrışımlar da dökülüp dağıldı. Utanılacak, saklanacak, üst üste konulup kenarda bekletilecek bir şey değildi para. Bir değerden neden utanalım? Dürüstçe, aklımızla, gücümüzle kazandığımız değerden. Ve neden onu ellerimizle alırken ve verirken ağır duygular yaşayalım? Nereden çıkmış tüm bu asalak çağrışım ve kalıplar? Bunun cevabı çok uzun, ve ben aktarabilecek birikimde değilim. Ama bu felsefi, politik, edebi, güçlü kitabı alın ve okuyun; bu dokunduğum küçücük noktanın çok ötesinde kavramlar ve doyurucu bir anlatımla, insan aklına adanmış bir başyapıtla karşılaşacaksınız. Belki, bende yarattığından çok başka izlenimler bırakacak sizde. Bir şans verin derim.

Doğru kavşakta karşılaştım bu uyandırıcı kitapla; yaşamım değişirken, değerlerim dönüşürken ve parayı kullanmayı öğrenirken. Ne yaptığım değil, hangi duyguyla yaptığımın beni ben yaptığını, yaşam kalitemi belirlediğini, özsaygımı biçimlendirdiğini öğrenirken. Yaş inancı olmayan biri olarak, 30 yaşın bir dönüm noktası gibi algılanmasına şüpheyle bakardım. Oysa şimdi, 30’a yaklaşırken kendi anlayışımdaki değişimlere hayretle bakıyorum. Hayret ve neşeyle..!

Terminal 2’de biraz daha oyalanıyorum, gece hiç uyumadığım için Nap Cab isimli uyku kabinleri feci şekilde ilgimi çekiyor, ama olur da derin bir uykuya dalarsam diye bu macerayı başka bir vakte erteliyorum. Ham ahşap masalı ARAN cafe’de decaf Cafe Lattemi yudumlayıp, ellerim klavyede gezinirken, rica üzerine Kanada’dan dönüş yolundaki Turk ailenin fotoğrafını çekiyorum. Gözlerim ara sıra saate kayıyor, sonra Japon turistlerin konuşmalarına takılıyorum. Bambaşka dillere, kültürlere, inanç ve değerlere doğmuş bu insanları izlemek, çeşitliliği ve renkleri kutlama hissi uyandırıyor.

Boarding’e 1 saat kala, tekrar hareketlenmeye başlıyorum - biraz yürüyüp bacaklarımı, kalçalarımı açayım, sonrasında uzun bir uçuş var. Uyku, gözkapaklarımda bir yoğunlukla kendini hissettirmeye başladı; ondan ödünç aldığım saatleri çekip alacak geri biraz sonra. Lacivert gözlüğün, binbir parfümün, Koreli kafilenin yanından geçip gidiyorum. Herşey biraz buğulu, uyusam rahatlayacağım.

Bir bağlantı bulursam yazıyı hemen yollayacağım, yoksa ne yapalım, vardıktan sonra!
Bolluğa, yola, yolculuğa adadım bu yazımı -Bolluğunuz bol olsun!

Sevgiyle - Deniz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with Thumbnails