5 Ağustos 2009 Çarşamba

Susam

Elimde dosyalar, poşetler ve muhtarın elime tutuşturduğu “Fulya’da Ne Nerede?” kitapçığıyla yürüyorum. “Buralarda balık satan bir yer var mı?”, “Noter ne tarafta?”, “Başka manav var mı?” gibi sorularım sonucu elime geçen kitapçığı karıştırarak, yakıcı güneşin altında karşıdan karşıya geçiyorum. Bir pastaneler dizisinin önünden geçerken günün anlam ve önemi burnumun derinliklerine kadar işliyor. Ben daha ne olduğunu anlayamadan, ilişkili nöron ağları harekete geçiyor; sanki ağzımda tadını hissediyorum, susamın kokusu içimi okşuyor, anneannemin mahlep kavanozu ve eski şirketimde apansız masamın üzerinde bulduğum kutu gözümün önünde canlanıyor. Koku gittikçe yoğunlaşıyor, ve ben de kendimi tutamayıp bakıyorum: İşte heryerde kutularca üst üste dizilmiş kandil simitleri! Bu koşuşturmalı günün ortasında bir mola vermek için sızlayan bedenim açlık zillerini çalarken, kandil simidi kutularına uzanmamak için direniyorum. Malesef yeni öğrendim ki, benim bünyem için susam da, beyaz un da hiç iyi değilmiş, hadi bakalım!!

Acı dolu gerçekler, Cihangir Yoga’daki “alerji ve yemek duyarlılığı testi” sonucu ortaya çıktı. Anladım ki boşuna dememişler “Ignorance is bliss” diye; zira minik ‘manyetik-veya-titreşimsel olduğunu varsaydığım’ cihaz ucu her okuma yaptığında, o pek keyifli keşifçi gülümseyişim parça parça dağılıverdi. İnek sütü, kırmızı şarap, dana eti, beyaz un, soğan ve susama yüksek duyarlılığım çıkarken, hindi, kabak, havuç ve kepekli unun bünyem için nasıl fevkalade olduğunu duymak pek de neşemi artıramadı doğrusu! Gözümün önünde şaraplık dolabımızdaki Shiraz’lar, Merlot’lar ve Los Angeles’ta tatmayı planladığım Cabernet Sauvignon’lar uçuşurken, büyük umutlarla haftada bir defa tüketmemin zararı olmayacağını düşündüğümü söyledim, tabi sonunda bir soru işaretiyle. Aldığım yanıtsa yıkıcıydı, “Sen olsam asla kırmızı şarap içmezdim”. Her gün süt içen, her yemeği normalin iki katı soğanla pişiren, haftada 2 defa kırmızı et ve kırmızı şarap tüketen, simiti ve beyaz ekmeği Pazar kahvaltılarından eksik etmeyen ben, 150 çeşit yiyecekten bu 4-5 parça için acılı bir yas sürecine giriverdim. Kendimi avuttuğum kalemler ise benim bünyeme çok uygun çıkan herçeşit balık ve deniz kabuklusu, tavuk, yumurta, pirinç, koyun ve keçi peynirleri, çikolata, neredeyse bütün meyveler, ve en sevdiğim sebzeler oldu; bakiniz patlıcan ve domates! Öte yandan lahana ve karnıbaharı elerken hiç içim acımadı, ve tabi hiç tüketmediğim kolaya yüksek duyarlılığım da umurumda olmadı. Uzman bana yasaklı listemdeki yiyecekleri sadece 2 ay tüketmeyip izlememi önerdi; ara sıra 1-2 gün süren karın şişliklerimin, bir türlü sıfırlanmayan öncü alın sivilcelerimin, ender de olsa uğrayınca canımı çıkaran baş ağrılarımın ve duygusal gerginlik & bedensel halsizliğimin bu süreçte azalma şansı olduğunu, bedenle uyumsuz besin tüketiminin ya yüksek gerginlik, ya aşırı yorgunluk, ya da bazı sıkıntılı semptomlarla kendini gösterdiğini anlattı. Sonra yemek sinyali göndermeden sadece genel stress seviyeme baktı ve tabi ki kaçınılmaz olanı söyledi..

Değerlendirmesine göre stressim çok yüksekti, ve yemek duyarlılıklarımın bunu oluşturacak kadar yüksek olmadığını belirtti; sonra birkaç noktadan daha ölçüm yaptı ve dış etkenlere, polen, toz ve hava kirliliği başta olmak üzere burundan ve ciltten bana ulaşan etkenlere duyarlı olduğumu ve bunun yarattığı stressin çok yüksek olduğunu söyledi. Aynı cümleyi farklı formatta pek çok uzmandan yıllardır duyduğuma göre, bunun “ben” oluşunun önünde saygıyla eğilmek dışında yapabileceğim birşey olmadığını düşündüğüm o anda, karşımdaki bilgiyle dolup taşan güzel insan bana bu seyahatimde bulabileceğim, benim bünyeme birebir uygun bir homeopatik deva önerdi. İşte bunu sevdim! Ama hemen ardından biraz daha gevşememin, rahatlamamın da çok faydası olacağını söyledi. O anda hayatımın sorusunu bir defa daha sordum içimden; “ne zaman gerçekten gevşeyeceğim?”, ve bildiğim cevabı duydum aynı yerden; “istediğin ölçüde asla!”. Evet, tabi ki gayret göstererek izlediğimiz, dikkatimizi verdiğimiz ve çeşitli yaklaşımlarla, yöntemlerle, açıklıkla tutumlarımızda gerçekleşebilen değişimler var. Ama bir de genetik kodlama, aile enerjisi ve varoluşumuz gereği oldukça sabit olan, bizi biz yapan ve yaradılışımızda var dediğimiz tutumlarımız. İşte onlar, esas önünde eğildiklerimiz. Onlar bugünü mümkün kılanlar. O kemikleşmiş gerginliğim yüzeyde aşınıp yumuşasa da, günlük yaşamda toleranslarım artsa ve durumların içinde rahat edebilmeyi ve daha kolay adapte olmayı öğrensem de, gerginliğin kökenindeki mükemmelliyetçiliğim hiç bir zaman yerinden oynamayacak. Ve aynı mükemmeliyetçilik beni bunca detaycı yapan, giriştiğim her işte, projede ve çalıştığım her alanda azimle ve dikkatle çalışmama ön ayak olan. Kimi zaman aşırı yük altına girmeme neden olsa da, yaptığım işi yüksek bir detaycılık ve özenle yapmaya dair içimden fışkıran alevlerin yakıtı olan. Ve o, hep orada olacak. Ben de yaşadıkça, onun bende yarattığı gerginliği, bedenimde biriken tortul stressi dengeleyecek yaklaşımlarla bu semptomları hafifletmeyi araştıracağım. Neverending story.

Şarap dolabıma birkaç Chardonnay eklemek içimi rahatlatırken, bu defa zeytinyağlı fasulyenin soğanını biraz daha azalttım(insani ölçülerde). Beyaz ekmeği tatiller dışında hiç yememeye hazırım, makarnayı biraz daha seyreltirsem zaten ayda bire düşer. Buzluktaki bonfileleri Altan’a hibe edip, balık sıklığımızı artırabilirim. Keçi peynirine zaten oldum olası aşığım, ama inek peynirleri dünyasına bir süre için dahi veda etmek acıklı.. İçimdeki idealist, bu listeye birebir uymak için takla atmaya hazırken, bugün ilk firemi verdim; onca pastanenin, fırının, simitçinin önünden geçtim, apartmana varmama 10 metre kala köşedeki seyyar simitçiyle karşı karşıya kaldım. Önce hızlı adımlarla hiç görmemişim gibi yanından geçtim, sonra paşa paşa geri dönüp, kimse görmeden (buyrun suçluluk!!) bir kutu kandil simidini çantama atıverdim. Eve girer girmez ilk iş kutuyu açtım ve en susamlısını mideye indirdim! Gerisini ben yemeyebilirim, umurumda değil. Ama o bir lokmayı yemeseydim, eskilerin deyimiyle bir yerlerim şişebirdi!

Hızlı ve yoğun günün ardından ders için matımı sermem gerek!
N'olur benim için bol bol kandil simidi yiyin!

Sevgiyle,
Deniz

2 yorum:

  1. Kendini zaten iyi tanıyormuşsun, bu terapiyi alınca daha da iyi tanımaya başlamışsın ne güzel! Ama çok iyi anlıyorum seni Denizcim, 'gerçekleri' bilmek öyle o kadar da hoş olmayabiliyor bazen. Yazdıklarını okurken acaba ben hangi yiyeceklere duyarlıyımdır diye düşünmeden edemedim ve acaba gerçekten bilmek ister miydim bunları? Yaşamdan keyif alan insanlar olarak iştahımız da yerinde ve güzel bir yiyeceğin lezzetini alıp onu keyfe dönüştürmek sanki bizi hayata bağlıyor! Bilmem hangi duyarlılığımızdan dolayı güzel şeylerden mahrum olmak bir çeşit özgürlük yoksunluğu gibi... Ama belki bu yeni durum ve birşeylere bir süre ara vermek kendinle ilgili keşiflerini daha da çoğaltacak ve bu da zamanla yeni bir keyfe dönüşecek! Tadını çıkarabilmen dileğiyle!

    Yine de, güzel yemekler ve harika tatlar hayamıtımızdan hiç eksik olmasın, tadımız hiç bozulmasın :)

    çok öpüyorum seni, yeni yazılarını merakla bekliyorum :)

    sevgiler,
    şeyma

    YanıtlaSil
  2. Ben de hep düşünürüm bilmek mi, yoksa bilmemek mi daha iyi diye?

    Bu gözlem sürecinde ne hissettiğine, sana nasıl geldiğine bakarsın..Belki böylesi çok çok daha iyi olacak..Belki de sana kırmızıyı aratmayacak beyaz şaraplar keşfedeceksin ( ben yiyeceklere değil de şaraba takıldım nedense:))Baktın dayanamıyorsun, şimdiye kadar öldürmediğine göre seni bu yiyecekler keyfine bakarsın, olmaz mı?

    YanıtlaSil

Related Posts with Thumbnails