11 Ağustos 2009 Salı

Yol ve Su

Uzun yollardan önce bölünürüm hep. Birkaç gün, sanki bedenim ve ben iki ayrı varlıkmışız gibi geçer; ellerimden, ayaklarımdan yabancı, biraz kopuk, biraz dışarıdan izler gibi olurum kendimi. Sanki, ben yola çıkmadan ruhum çıkmış gibi. Bir yanım yola sevinçle, heyecanla pırpır ederken, öbür yanım sanki bu şehri bir daha görmeyecekmişim gibi takılı kalır boğaz köprüsüne. Bir yanım rutinden çıkıp özdöngüme göz kırpmaya hazır, sanki yıllardır bekleyen bir buluşma için geri sayıma geçer. Diğer yanımsa garip bir hüzünle bulanıklaşıverir, sanki yağmur yağıyor gibi tam gözlerimin önüne. Sonra yolculuk saati yaklaştıkça midemdeki tuhaf boşluk genişler, “gerçek” olmaya başlar yolculuk, bölünme hissi geçmeye, ayaklarımın altında yer belirmeye başlar. Eğer bir uçaksa bindiğim, kitabımı önümdeki fileye, çantamı ayaklarımın arasına, battaniyemi omuzlarımın çevresine bıraktığımda normale dönerim. Yol beni alır götürür, düşünecek birşey kalmaz. Hep öyle olmuştur zaten: herşey, yola çıkana kadar..

Bebekken anlamsızca erken yürümüşüm ama, yaşamda hep çok zorlandım adım atmakta. Oturup öğrenmek, uzmanlaşmak, derinleşmek iyiydi de, eyleme geçmek bir türlü mümkün olmazdı. Öğrenmeye, bilgiyi pekiştirmeye, kendimce içselleştirip temellendirmeye, oradan taştıkça yazmaya çizmeye, ve hep biraz daha bilmeye aç oldum. Hiç yetmedi okuduklarım, bildiklerim. Bildiklerimin, hayal ettiklerimi gerçekleştirecek yeterlilikte olduğuna inanamadı içim. Bu, beni adım atmaktan geri çeken başlıca duyguydu. Daha çok bilmeliyim, daha çok gelişmeli, uzmanlaşmalıyım, hazır olmalıyım ki o adımları atayım. Ben olduğum yerde derinleşip, büyüyüp sığamaz hale gelirken yerime, çevremde akıyordu insanlar; birkaç kelime öğrenip hemen yazmaya başlıyorlar, püf noktalarını öğrenip büyük işlere kalkışıyor, biletlerini kaptıkları gibi plansız yolculuklara çıkıyorlardı. Hep gizli bir hayranlıkla ve şaşkınlıkla izledim onları, cesaretlerini ve girişimci ruhlarını. Onlara benzemek isteyen, gelen dalgayla akıp yol almak isteyen, topuklarından yere sabitlenmiş bir bina gibiydim ben. Her yolculuğumdan önce günlerce gideceğim yeri araştırır, plan-program yapar, bölgeleri günlere ayırır, otellerle emin olmak için iki kere yazışır, ve bavulumu checklist’ime göre hazırlardım. Ani çıkan değişikliklere uyum sağlamak, anlık yaşamak ne kadar zordu..

Kuzey Düğümü kavramıyla ilk karşılaşmam, yıllar önce Jan Spiller’ın Ruhsal Astroloji kitabı elime geçtiğinde olmuştu. Astroloji konusunda bilgim sınırlıdır, ama bu kavram beni çok etkilemişti; batı astrolojisine göre, Kuzey Ay düğümü ya da “Ejderha Başı” noktası, yaşam boyunca gelişmemizi sağlayacak hedefleri ve bu yolda karşımıza çıkacak en büyük fırsatı temsil edermiş. Ancak aynı anda bize gizli yeteneklerimizi, derin arzu ve korkularımızı, dolayısıyla yaşam amacımıza yol almamızı engelleyen taraflarımızı, zaaf ve zayıflıklarımızı da gösterirmiş. O vakit büyük bir heyecanla sarıldığım kitap gecelerce başucumda kaldıktan sonra uzun süre de salonumuzda gezdi. Annem, babam, kardeşim ve dinlemeye hazır herkese okuyordum kendi Kuzey ay düğümlerini. Herkes büyük bir hevesle dinlemeye başlayıp bir kaç sayfa içinde “yok canım ben hiç de öyle değilim ki” demek istiyordu, ama nasılsa elimden alıp okumayı sürdürüyordu. Bazı engellenemez tutumlarımı yorumlamakta bana çok yardımcı olan bu kitaptan öğrenmiştim ki, benim kuzey ay düğümüm Aslandaydi. Ve bu da bir ömür boyu onay beklememi, harekete geçmeden önce daha çok bilmek istememi, ve bir türlü eyleme geçemememi çok net açıklıyordu. Okudum, anlayabildiğim kadarıyla yoluma devam ettim. Kim olduğuma dair bir fikrim, bir hissim daha olarak, buna hiç değilse yakından bakma cesaret ve samimiyetini göstererek. Ama bu döngünün nerede kırılacağını hiç bilmeyerek.

Sonra onca çalışmadan, disiplinden sonra yoga geldi çarptı yaşamıma. Yogayı, olanı, olmakta olanları anlatmaya kalkışmıyorum; ne dilim yeter, ne sözcükler yetişir şu anda. Ama yoga bana dokundu, çok dokundu. Öz gozlemciliğim yıllardır bekleyip durduğu yoldaşlarını, şefkat ve anlayışı buldu. Katı, stabil ve yerinde güçlü benliğim önce eğilmeyi, bükülmeyi, sonra nefesi “almayı”, sonra nefesle akmayı öğrendi. Gün oldu nefesten gayrı birşey olmadığını anladı. Her bir ders, her bir nefes, her bir şavasana kendi hediyeleriyle geldi. O bilgi ve ilhamla dopdolu, ama etrafı kabuklaşıp sertleşmiş dünyam çatırdadı; nefes ve hareket birlikte aktıkça, harekete direnen yanım da harekete alan tanımaya başladı. Vinyasa beni teslim aldığında, artık ne teslim olan kaldı, ne teslim alan. Ne zaman o akış bana “aşk” oldu, bana birşeyler oldu. Akmaya başladım yaşamda, akıp dökülmeye, dökülerek anlatmaya. Anlattıklarım, hazırladığım bilgi ve deneyim paketleri olmaktan çıktı, anlatılacaklar ağzımdan dökülmeye başladı. Duraklamalarım, çekincelerim, tıkanmalarım seyreldi. Önünde durup yeterince güçlendiğimde yıkıp geçmeyi hayal ettiğim bazı duvarlar, kendiliğinden ve kolayça devriliverdi. Suydu benimle çağlayan ve her adımımla genişleyen, yaşamıma can katan, karnımdan fışkıran duygulara yer açan. Söylemeye, adım atmaya, yol almaya ve “an”da olmaya başladım. Ve gerçekten görmeye duygularımı, insanları, onların duygularını. Görebilmeye ve yakından bakabilmeye, ve sonra “yakınlık” sorunumu da görebilmeye.

Meğer bana su gerekirmiş yıllardır; ateş ve toprağın beni saran kollarını gevşetecek, kendime koyduğum kati kuralları ve kendimden aşırı beklentilerimi esnetecek, bedenime ritmi, açılıp kapanmayı, yükselip alçalmayı, sivrilip yuvarlaklaşmayı hissettirecek, önce matın üzerinde barajları yıkacak, ardından gücünü engelsizce yaşamıma bırakacak. Toprağıma su katacak, içime ferahlık, dilime “evet”, yoluma hız..

Nasıl bir kurgu ve döngüyle oluverdi bilmiyorum, ama şimdi suyu hissediyorum. Bunca yılın susuzluğunu yavaş yavaş giderirken, bir yandan tam da kuzey ay düğümüme dair bir çözülme yaşıyorum. Şimdi, aklım kadar karnımla da öğrenirken, eylemin içinde de öğrenilebileceğini öğreniyorum. Bilginin statik gücü, eylemin kinetik akışına dönüşürken, sanki bedenim de bundan çok zevk alıyor ve hafifliyor gün geçtikçe. Hafifledikçe yeniye açılıyor, bilinmeyenle daha rahat ediyor, adım atarken ayağımın altına bakmadan da rahat edebildiğimi görüyorum. Çin tıbbından Ayurveda’ya tüm doğu ilimlerinin neden “element dengesi”nden söz ettiğini bir gram daha anlıyorum.

Yogayla gelen bir başka hediye de bedenime karşı daha duyarlı ve dinleyici olmaktı; bedeni dinledikçe, sınırlarını, yorgunluklarını, yapmak istediklerini ve kaçındıklarını, belli yerlerde yoğunlaşan katılıkları ve sıkışan duyguları görmemek imkansızlaştı. Kalçalarımda bekleyen çaresizlik ve omuzlarıma çöreklenmiş öfke bir yana, sol dizimdeki tuhaf duyguyu, iç bacaklarımdaki çekmeleri, bedenimde nereyi incitmeye yaklaştığımı farkediyor olmak doğallaştı. Bedene yaklaştıkça ona daha iyi bakmaya başladım; aromaterapik yağlar, organik eklem jelleri, kendi kendime yaptığım ayak bakımları ve acı hissettiğimde kaçmayıp doktora gitmeyi örnek verebilirim. Son bir kaç haftada “oluveren” yeni deneyimlerimden biri de, kendime uzundur bekleyen bir hediyeyi vermekti: Manfred’le terapi! Dinleyen eller, bedenimin tepkileri, ağrılar, birikmiş laktik asit ve çeşit çeşit duygular. Islak gözler ve yanaklarla çıktığım terapinin başında Manfred ayaklarıma dokunup orada birikmiş korkudan bahsetti. Adım atma korkusundan! Ve bu nedenle adımlarımın çok sert, belli kas gruplarımın aşırı kullanılmış olduğundan. Çocukluğumda ayaklarımda ne yaşadığımı sorunca, özellikle sol ayağımı içe bastığımı, bu yüzden çok sık düştüğümü, bir dönem düşmekten dizlerimin rahatsızlandığını, taban kaldıran ortopedik ayakkabılar ve “Deniz sol ayağını dışa bas” hatırlatmalarıyla büyüdüğümü anlatıverdim. Zaten gerisi terapide yaprak yaprak açıldı.. Önce Manfred’e, sonra kendime teşekkür ederek, ve aslında O’na şükrederek, nemli gözlerimde hafiflemiş bir ifadeyle güneşe çıktım.. Sanki ilk çıkışım gibi hissettim güneşe!

Şimdi istikamet güneşin parıldadığı uzun kumsallarla dolu Los Angeles; hem batı sahiline ilk yolculuğum bu, hem Yoga için yurtdışına ilk seyahatim! Orada Gül, Çelen ve Özlem beni bekliyorlar. Bavulumu son akşamda hazırladım ve kendisi bugüne dek hiç olmadığı kadar hafif; kalacağım yerin adresini uçaktan inince öğreneceğim, gideceğim şehre dair hiçbirşey okumadım, gezilecek yerleri haritada işaretlemedim; ve bu bana korkutucu ya da garip gelmiyor. Çok yeni bir his. Onu, geldiği gibi, yaşıyorum. Biraz heyecanla, biraz merakla. Her nasılsa, zaten başka türlü olamayacağını hatırlayarak!

Shuttle gelene kadar uyumayacağım; zaten uçuşta uyuyacak bol bol vaktim olacak.. Başucumda şeftali dilimleri, Sırt çantamda Osho “Yakınlık”, kulağımda Tim Booth “Sound” var. Yazıyı yazarken bölünme hissi çoktan geçmiş bile. Üç hafta da geçiverecek öyle. Ama her yol bir başka kapı açar ya kişinin kendisine, işte ondan heyecanım herhalde..

Su gibi akan bir Ağustos dileğiyle; görüşmek üzere!
Sevgiyle,
Deniz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with Thumbnails