tag:blogger.com,1999:blog-7131566478214471552024-03-13T21:16:35.097+03:00anlatsam?Deniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.comBlogger53125tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-31157689614984657932014-05-28T13:09:00.003+03:002014-05-29T08:34:31.348+03:00yoga<div class="MsoNormal">
<i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR">Yoga
spor değildir.<o:p></o:p></span></i></div>
<div class="MsoNormal">
<i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR">Yoga din
değildir.<o:p></o:p></span></i></div>
<div class="MsoNormal">
<i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR">Yoga
dogma içermez.<o:p></o:p></span></i></div>
<div class="MsoNormal">
<i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR">Yoga
seni bir kalıba sıkıştırmaz.<o:p></o:p></span></i></div>
<div class="MsoNormal">
<i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR">Yoga
sana zorla belli kıyafetler giydirmez.<o:p></o:p></span></i></div>
<div class="MsoNormal">
<i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR">Yoga bir
dünya görüşü empoze etmez.<o:p></o:p></span></i></div>
<div class="MsoNormal">
<i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR"><br /></span></i></div>
<div class="MsoNormal">
<i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span lang="TR">Yoga Yaşamdır.</span></i></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR">Yoga bir yaşama sanatıdır, ruhsal, zihinsel ve
bedensel disiplinler içerir; bu uygulamalar içinde beden canlılık, güç ve
esneklik kazansa da, buna yoganın en güzel yan etkisi diyebiliriz. Yoganın özü
ruhsal seviyede gerçekleşir; bedeni, nefesi, sürekli tanıklık ve farkındalık
halini araştırdığımız bu yolun hem sanat, hem ilim hem de tüm insanlığın iyi
haline adanmış bir öğreti olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun aksini
iddia edenler, ya bilgi, ya deneyim ya da yollarını açacak doğru bir rehberin
noksanlığıyla yogayı olduğundan kıt, basit ve yeknesak tanımlamakta olabilirler. <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR">Hareket ve nefesin sarmalıyla bedenin farklı
poz ve akışlara teslim olduğu her uygulamaya spor denemez. İnsanın kendi iç
alanına duyarlı hale geldiği, zihnin sakinleştiği ve odaklanabildiği, daha
yüksek gerçeği açıldığı, egonun sınırlarıyla özdeşleşmeyi bıraktığı ve hayata
güvenle teslim olmayı araştırdığı her yola din denemez. Yoga eğitmeni öğrencisine
neyin doğru neyin yanlış olduğunu dikte etmez, kendi hakikatını görmeye teşvik
eder; öğrenciye rahat bir alan sunar ve yerinde sorular, önermeler ile
öğrenciyi beden-zihin uzayında hissederek gerçeğini bilmeye davet eder. Yoga
bir kurallar zinciri değildir, uyarak hedeflere varılan veya uymayınca utanç
duyulan; yoganın kalbinde eylem ve düşüncelerin kaynağı olmadığımızın bilinci
vardır,<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>böylece olmadık gurur veya
öz-saldırı duygularından özgürleşiriz.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<a href="http://3.bp.blogspot.com/-Hp7-AhJWqo4/U4W12N_c0eI/AAAAAAAAAWg/Jz4z60SBFAQ/s1600/pan8-Edit_27.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/-Hp7-AhJWqo4/U4W12N_c0eI/AAAAAAAAAWg/Jz4z60SBFAQ/s1600/pan8-Edit_27.jpg" height="213" width="320" /></a><span lang="TR">Yoga eğitmeni sade, net ve güvenli bir
yaklaşımla öğrenci için adım atabileceği alanı açar, ona kendiyle temas
edebileceği çok boyutlu araçlar sunar, deneyiminden ve bilgilerinden
paylaşırken şahsi tercih ve görüşlerini “yoga kılıfı” altına sokmaz.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Yoga eğitmeni, tıpkı bir memur, bir mühendis,
bir avukat veya temizlik görevlisi gibi kendi mesleğinde uzmandır ve meslek
etiğiyle, mesleğin inceliklerini korumaya ve aktarmaya gayret gösterir, aynı mesleği
icra eden diğer insanlara saygı duyar.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Bunun ötesinde yogayı deneyimlediği için, “ahimsa” ilkesinin
farkındadır; bu şiddetsizliktir, duyarlılıktır, eylem, söz ve düşüncelerinin
diğer varlıklara zarar vermemesi ilkesiyle konuşmaya ve hareket etmeye özen
gösterir. Yoga eğitmeni her varlığın, bütünün bir parçası olduğu ve bütüne hizmet
ettiğinin farkındadır.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>“Satya” ilkesinin
farkındadır, iftirada bulunmaz, diğer yoga eğitmenlerinin bilgi, görgü ve
deneyimiyle ilgili fikri olmadığı halde fikri varmış gibi söylemlerde bulunmaz, yogayı öğrendiği kaynakları doğrulukla beyan eder.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Ve yoga eğitmeni alçakgönüllüdür; kendini
olduğundan yüce, büyük, özel göstermek için kendine sıfatlar eklemez; kendine
tapınırcasına davranan bir öğrencisi olursa da onu sakinlikle uyarır ve
kendisinin tıpkı öğrencisi gibi bu yolda daima öğrenci olduğunu
hatırlatır.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span><br style="mso-special-character: line-break;" />
<!--[if !supportLineBreakNewLine]--><br style="mso-special-character: line-break;" />
<!--[endif]--><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="mso-ansi-language: EN-US; mso-no-proof: no;">Yoga
eğitmeni tek bir hakikat olduğunu, insanın biçilmiş kalıplarından özgürleşerek
bu hakikati hissetmesi, hikmet ve ilim yoluyla hakikati bilmesi için tarih
boyunca sayısız felsefe okulları ve öğretiler doğmuş olduğunu bilir, kendisinin
seçtiği yolun dışındaki diger yolları, ve bu yolları tercih eden tüm insanları
ve ekolleri de şefkat ve birlik duygusu ile kucaklar.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="mso-ansi-language: EN-US; mso-no-proof: no;">Çünkü Yoganın kelime anlamı “Birlik”tir.<o:p></o:p></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="mso-ansi-language: EN-US; mso-no-proof: no;"><br /></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="mso-ansi-language: EN-US; mso-no-proof: no;"><br /></span></b></div>
<!--[if gte mso 9]><xml>
<o:OfficeDocumentSettings>
<o:AllowPNG/>
</o:OfficeDocumentSettings>
</xml><![endif]-->
<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:WordDocument>
<w:View>Normal</w:View>
<w:Zoom>0</w:Zoom>
<w:TrackMoves/>
<w:TrackFormatting/>
<w:PunctuationKerning/>
<w:ValidateAgainstSchemas/>
<w:SaveIfXMLInvalid>false</w:SaveIfXMLInvalid>
<w:IgnoreMixedContent>false</w:IgnoreMixedContent>
<w:AlwaysShowPlaceholderText>false</w:AlwaysShowPlaceholderText>
<w:DoNotPromoteQF/>
<w:LidThemeOther>EN-US</w:LidThemeOther>
<w:LidThemeAsian>JA</w:LidThemeAsian>
<w:LidThemeComplexScript>X-NONE</w:LidThemeComplexScript>
<w:Compatibility>
<w:BreakWrappedTables/>
<w:SnapToGridInCell/>
<w:WrapTextWithPunct/>
<w:UseAsianBreakRules/>
<w:DontGrowAutofit/>
<w:SplitPgBreakAndParaMark/>
<w:EnableOpenTypeKerning/>
<w:DontFlipMirrorIndents/>
<w:OverrideTableStyleHps/>
<w:UseFELayout/>
</w:Compatibility>
<m:mathPr>
<m:mathFont m:val="Cambria Math"/>
<m:brkBin m:val="before"/>
<m:brkBinSub m:val="--"/>
<m:smallFrac m:val="off"/>
<m:dispDef/>
<m:lMargin m:val="0"/>
<m:rMargin m:val="0"/>
<m:defJc m:val="centerGroup"/>
<m:wrapIndent m:val="1440"/>
<m:intLim m:val="subSup"/>
<m:naryLim m:val="undOvr"/>
</m:mathPr></w:WordDocument>
</xml><![endif]--><!--[if gte mso 9]><xml>
<w:LatentStyles DefLockedState="false" DefUnhideWhenUsed="true"
DefSemiHidden="true" DefQFormat="false" DefPriority="99"
LatentStyleCount="276">
<w:LsdException Locked="false" Priority="0" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Normal"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="heading 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 7"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 8"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 9"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 7"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 8"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 9"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="35" QFormat="true" Name="caption"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="10" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Title"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="1" Name="Default Paragraph Font"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="11" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Subtitle"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="22" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Strong"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="20" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Emphasis"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="59" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Table Grid"/>
<w:LsdException Locked="false" UnhideWhenUsed="false" Name="Placeholder Text"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="1" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="No Spacing"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" UnhideWhenUsed="false" Name="Revision"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="34" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="List Paragraph"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="29" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Quote"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="30" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Intense Quote"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="19" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Subtle Emphasis"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="21" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Intense Emphasis"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="31" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Subtle Reference"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="32" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Intense Reference"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="33" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Book Title"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="37" Name="Bibliography"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" QFormat="true" Name="TOC Heading"/>
</w:LatentStyles>
</xml><![endif]-->
<!--[if gte mso 10]>
<style>
/* Style Definitions */
table.MsoNormalTable
{mso-style-name:"Table Normal";
mso-tstyle-rowband-size:0;
mso-tstyle-colband-size:0;
mso-style-noshow:yes;
mso-style-priority:99;
mso-style-parent:"";
mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt;
mso-para-margin:0cm;
mso-para-margin-bottom:.0001pt;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:12.0pt;
font-family:Cambria;
mso-ascii-font-family:Cambria;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Cambria;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;}
</style>
<![endif]-->
<!--StartFragment-->
<!--EndFragment--><br />
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
Deniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-21436384250110209532014-04-18T23:32:00.001+03:002014-04-19T00:04:01.074+03:00malaya küsmek<div class="MsoNormal">
<span lang="TR"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR">Vitrine bakıyorum, Bleecker street’te küçük
bir Tibet işi takı ve obje dükkanı, içerden güleryüzlü bir adam benimle göz
göze gelmeye çalışıyor. Bayraklar, ahşaptan oyma Buda heykelcikleri,
rengarenk kolyeler, göz alıcı taşlar ve yüzüklerin fışkırdığı daracık dükkana
adım atar atmaz, aydınlık yüzlü dükkan sahibine gülümseyip, günlerdir kalbimde
enerjisi beliren, avcuma aldığımda tanıyacağımı bildiğim, cebimi de
zorlamayacak o malayı bulma ümidiyle 108’lik tespihlerin asılı olduğu ağaç
dalına dönüyorum. Lapis lazuli mala elimi atar atmaz 85</span><span lang="TR" style="mso-ascii-font-family: Cambria; mso-hansi-font-family: Cambria;">$</span><span lang="TR"> etiketiyle sırasını savıyor. Ardından lotus tohumu ballı süt rengi
boncuklardan dizili basit bir malayı parmaklarımın arasında kaydırmaya
başlıyorum; tatlı dokunuşunu, hafifliğini, sadeliğini hissediyorum; <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>gülerken neredeyse tüm dişlerini gösteren
Tibet’li satıcının Amerika’ya yerleşme hikayesinin cümleleri havada süzülürken,
24</span><span lang="TR" style="mso-ascii-font-family: Cambria; mso-hansi-font-family: Cambria;">$</span><span lang="TR">’ı denkleştirmek üzere banknot ve bozuklukları
elimde toplayıp nazikçe masaya bırakıyorum. Adam beklentisiz sohbetinin
arasında iyi bir yol arkadaşı seçtiğimi söylüyor,<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>lotus boncuklar boynuma dokunurken
“hoşgeldin” diyorum.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<a href="http://2.bp.blogspot.com/-GQ11QGBEV2E/U1GKxd0P7nI/AAAAAAAAAU4/HogUAkq8FnM/s1600/lotus+bead+malam.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://2.bp.blogspot.com/-GQ11QGBEV2E/U1GKxd0P7nI/AAAAAAAAAU4/HogUAkq8FnM/s1600/lotus+bead+malam.jpg" height="240" width="320" /></a><span lang="TR">Mala boynumdan ayrılsa bileğimde, avcumdan
dökülse yastığımın altında her korkuma, coşkuma, iniş-çıkışıma tanıklık ediyor;
kimi zaman “Om Gam Ganapatayei Namaha” diyorum her boncukta, kimi zaman “Ya
Vedut”; dilin, sözcüğün ötesinde dökülüyor sesler, anlama kaygım olmaksızın
tekrar eden sesimin kalbime doğru ilmek ilmek ördüğü bir bağın ucu oluyor
malamın özensizce tutturulmuş turuncu püskülü. Bir meditasyondan çıkarken
tuttuğum dost eli oluyor lotus malam, uykusuz gecelerimde yol arkadaşım, zor
anlarımda kocaman gülümseyen Tibet’li adamın sarı yüzü gibi aydınlık getiriyor,
boncukların arasından parmakucuma değen ipe diziliyor bir bir anılarım, acılarım,
niyetlerim.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Kızımın kalp atışlarını ilk duyduğumda,
hamileliğin ağırlaşan aylarında, doğurmadan once yarım kalan tüm iç
meselelerimi çözeyim derken sarıldıkça sarılıyorum ona. Ta ki doğuma kadar…<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR">Ilk defa, kanayarak, coşkuyla, esriklikle
kollarımda tutarken kızımı, sorgusuz koşulsuz sınırsız sevmek neymiş hissetmeye
başlıyorum. Aşkın soyunmak, örtüsüz kalmak olduğunu gün be gün yaşatıyor kızım;
onu sevdikçe kabuklarım dökülüyor. Tenime en yakın olanlar, hani soyulurken
canımı acıtacak cinsten, hani tanımadığım, karanlık, izin verilmemiş yanlarımı
çırılçıplak bırakacak türden. Doğumun dalgaları nasıl ölüme doğru savuruyorsa
bedeni ve zihni, oradan geçince geri gelen insan da aynı gerçeklikte kalamıyor
işte… Süt lekelerinin tatlı kokusuna karışan uzun geceler, hayatın benden aynı
beklentilerle geri geldiği, ama benim artık aynı Deniz olamadığım yarı sarhoş
günler birbirinin ardından akarken tanıdığım, güç aldığım, emin olduğum
araçlarım sanki erişilmez bir yerde artık. Yetenek, zeka ve yönelim havuzu olarak
şükrettiğim genetik mirasın içinde kısa çöp olarak bir de depresyon eğilimi
bulunan bir kadın olarak taze anneliğimin ilk ayları “baby blues” bulutları
arasında fonda inceden “why does it always rain on me” ile sürüp gidiyor. Bu
sırada, doğumun şokuyla elimden düşen malam, hayatımın sarsılan toprağında koca
kayaların arasından yuvarlanıp bir çekmecenin dibinde, ışık almayan bir kutuya
kapanıyor. Düş kırıklığımın ince sızısıyla kutunun kapağını kapatırken sanki
eski bağlarımı, güçlerimi, benliğimin bir parçasını da gömüyorum.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR">Neden bana yardım etmedin..? onca zaman
birlikte yürüdük, beni neden bunca zorlukla başbaşa bıraktın..? <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR">Bu dünyaya ait hissetmekte oldum olası güçlük
çekmiş bir ruh olarak, yoganın bana en büyük hediyesi bedenimle barışmak olmuştu;
bedenimi hissetmek, nefes döngümü tamamlamak, acıdan zevke adım atmayı
öğrenmek, bacaklarımın, ayaklarımın, gövdemin, toprakla taşla zeminle ilişkimin
farkına varmak, yerküreye dokunmak, onun gücünü kabul etmek, bedenli olmanın
zorluk ve güzellikleri içinde iyi hissedebilmek. Bu bedende mevcut olabilmenin,
<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>iç alanıma bakabilmenin, kim olduğumu
ifade edebilmemin ve her nasıl olursa olsun hayatın büyük olduğunu içime kabul
edebilme rehberim, üstadım, inisiyasyonum oldu yoga. Lohusalık ve ardından eş,
anne, işletmeci, eğitmen olarak varlığımı sürdürmeye çabalarken yogaya alan
açamadığım günler geldiğinde yeniden koptum bedenimden; zihin alanımda tüm
gayretimle korumaya çalışsam da deneyimin lezzetini, uzundur doyasıya
yiyemediğim yemeğin tatlı hatırası gibi kaldı o hisler. Dalgalarla sörf
yaparken önce yatağımın kenarında uyku öncesi ve uyanır uyanmaz meditasyonla
araladım perdemi, ardından gece sabah demeden küçük parantezlerde asana ve
pranayamaya yer açabilmeye başladım. Ne vakit yeniden başımın tepesinden
bağlandım toprağa, ne gün avuçlarımla zemini iterken yükseldi kalbim, yeniden
vinyasanın esrik dansında kayboldum sıfırdan, o zaman açabildim çekmecemi, ve
dokundum rengi karamele dönmüş lotus tohumlarına. Kokladım, avcumda uyudum, mantralar
söyledim, ardından üzerime takıp kalbime dayadım. Meğer küsmüşüm ona bunca
vakit, kendimden habersiz.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://3.bp.blogspot.com/-Be3j8gGvv30/U1GLjAJLFQI/AAAAAAAAAVA/0_6G3tYmKpc/s1600/relieve.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/-Be3j8gGvv30/U1GLjAJLFQI/AAAAAAAAAVA/0_6G3tYmKpc/s1600/relieve.jpg" height="262" width="320" /></a></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR">Malamı bıraktığım karanlık kutu, plutonun beni
iki yakamdan tutup derinlerine daldırdığı kendi karanlığımın bir yansıması
sanki. Çekmeceyi aralarken Tibet’li adamın ışığı da sızıyor içeri, kızımın
cıvıl cıvıl kahkahası da; gönülden sese dönüşmüş bir Om’un titreşimi, doğumdan
sonraki ilk urdhva dhanurasana’mda boşalan gözyaşlarımın tadı ve sandal ağacı
tütsümün kavrayıcı rayihası da. Uzundur nefessiz kaldığım yerden çıkarken, eski
boncuklardan yeni bir mala dizebilir miyim diye soruyorum kendime; hafifçe
kararmış turuncu ipi bir makasla geridönüşsüz koparırken dökülen boncuklar
karışıyor birbirine, tıpkı anılar, duygular, insanlar gibi, kim önce, kim sonra
bilmeden. Sonra ilk düğümü atıyorum ve ilk tohumu alıyorum elime. Her 27’de bir
minik gümüş aralık, uzun bir nefes, ve 27 Om Shantih daha. Doğum ve kopuş,
bebeklik ve tanışma, çocukluk ve keşif, ilkgençlik ve merak, gençlik ve
idealler, erken yetişkinlik ve hayaller, yetişkinlik... çemberin her bir
boncuğu yerleştikçe iki sıkı düğüm, bir uzun nefes, Om Shantih.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR">Eski boncuklardan yeni bir mala diziyorum;
guru boncuğa geldiğimde soruyorum içime: O mala içinde sonsuzluğun ifadesini
saklayan her bir lotus tohumunda tüm geçmiş deneyimleri affedebilir, geride bırakabilir,
kalbine basabilir mi? Ve cevaplıyor içim, evet.<span style="mso-spacerun: yes;">
</span>Guru’yu yerleştiriyorum, püskülü sımsıkı bağlıyorum, iki elimle nazikçe
tutup öpüyorum, ellerimin arasına alıp alnıma götürüyor, şükrediyorum. Sessiz
adımlarla kimsenin uykusunu bölmeden gecenin nefesine sokulup, artık eski malam
olmayan, ve onun varlığını taşıyan yeni dostumla uykunun bal rengi kanatlarına
takılıyorum; kanatlar beni sıcak bir NY öğleden sonrası küçük bir Tibet
dükkanına götürüyor, gözlüğümün üstünden içeri bakıp eski bir anıya el
sallıyorum...<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<!--[if gte mso 9]><xml>
<o:OfficeDocumentSettings>
<o:AllowPNG/>
</o:OfficeDocumentSettings>
</xml><![endif]-->
<!--[if gte mso 9]><xml>
<w:WordDocument>
<w:View>Normal</w:View>
<w:Zoom>0</w:Zoom>
<w:TrackMoves/>
<w:TrackFormatting/>
<w:PunctuationKerning/>
<w:ValidateAgainstSchemas/>
<w:SaveIfXMLInvalid>false</w:SaveIfXMLInvalid>
<w:IgnoreMixedContent>false</w:IgnoreMixedContent>
<w:AlwaysShowPlaceholderText>false</w:AlwaysShowPlaceholderText>
<w:DoNotPromoteQF/>
<w:LidThemeOther>EN-US</w:LidThemeOther>
<w:LidThemeAsian>JA</w:LidThemeAsian>
<w:LidThemeComplexScript>X-NONE</w:LidThemeComplexScript>
<w:Compatibility>
<w:BreakWrappedTables/>
<w:SnapToGridInCell/>
<w:WrapTextWithPunct/>
<w:UseAsianBreakRules/>
<w:DontGrowAutofit/>
<w:SplitPgBreakAndParaMark/>
<w:EnableOpenTypeKerning/>
<w:DontFlipMirrorIndents/>
<w:OverrideTableStyleHps/>
<w:UseFELayout/>
</w:Compatibility>
<m:mathPr>
<m:mathFont m:val="Cambria Math"/>
<m:brkBin m:val="before"/>
<m:brkBinSub m:val="--"/>
<m:smallFrac m:val="off"/>
<m:dispDef/>
<m:lMargin m:val="0"/>
<m:rMargin m:val="0"/>
<m:defJc m:val="centerGroup"/>
<m:wrapIndent m:val="1440"/>
<m:intLim m:val="subSup"/>
<m:naryLim m:val="undOvr"/>
</m:mathPr></w:WordDocument>
</xml><![endif]--><!--[if gte mso 9]><xml>
<w:LatentStyles DefLockedState="false" DefUnhideWhenUsed="true"
DefSemiHidden="true" DefQFormat="false" DefPriority="99"
LatentStyleCount="276">
<w:LsdException Locked="false" Priority="0" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Normal"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="heading 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 7"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 8"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="9" QFormat="true" Name="heading 9"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 7"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 8"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" Name="toc 9"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="35" QFormat="true" Name="caption"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="10" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Title"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="1" Name="Default Paragraph Font"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="11" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Subtitle"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="22" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Strong"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="20" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Emphasis"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="59" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Table Grid"/>
<w:LsdException Locked="false" UnhideWhenUsed="false" Name="Placeholder Text"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="1" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="No Spacing"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" UnhideWhenUsed="false" Name="Revision"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="34" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="List Paragraph"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="29" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Quote"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="30" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Intense Quote"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3 Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid Accent 1"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3 Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid Accent 2"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3 Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid Accent 3"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3 Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid Accent 4"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3 Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid Accent 5"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="60" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Shading Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="61" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light List Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="62" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Light Grid Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="63" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 1 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="64" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Shading 2 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="65" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 1 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="66" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium List 2 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="67" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 1 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="68" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 2 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="69" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Medium Grid 3 Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="70" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Dark List Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="71" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Shading Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="72" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful List Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="73" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" Name="Colorful Grid Accent 6"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="19" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Subtle Emphasis"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="21" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Intense Emphasis"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="31" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Subtle Reference"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="32" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Intense Reference"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="33" SemiHidden="false"
UnhideWhenUsed="false" QFormat="true" Name="Book Title"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="37" Name="Bibliography"/>
<w:LsdException Locked="false" Priority="39" QFormat="true" Name="TOC Heading"/>
</w:LatentStyles>
</xml><![endif]-->
<!--[if gte mso 10]>
<style>
/* Style Definitions */
table.MsoNormalTable
{mso-style-name:"Table Normal";
mso-tstyle-rowband-size:0;
mso-tstyle-colband-size:0;
mso-style-noshow:yes;
mso-style-priority:99;
mso-style-parent:"";
mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt;
mso-para-margin:0cm;
mso-para-margin-bottom:.0001pt;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:12.0pt;
font-family:Cambria;
mso-ascii-font-family:Cambria;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Cambria;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;}
</style>
<![endif]-->
<!--StartFragment-->
<!--EndFragment--><br />
<div class="MsoNormal">
<span lang="TR">Om Shantih<o:p></o:p></span></div>
Deniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-27397790498553104132013-10-05T02:06:00.000+03:002013-10-05T02:28:48.280+03:00fatigue<div class="MsoNormal">
<br />
Bir endoskopi, bir MR, pek çeşitli fiziksel ve duygusal acı ve
kim bilir kaç tane passiflora kapsülün domino taşları gibi dizildiği iç bükücü
haftaların ardından, sanki bana ait olamayacak bir kavrayıcılıkla, tıpkı parmaklarımı
donduran soğuk gibi çok da beklenmedik bir anda geliverdi sakinlik ve kabul hissi.
Kızımın şekerli kokusu evimizi saralı 15 ayı geçmiş, süt aylarından oyun ve
gülücüklere, dizlerinin üzerinde parkeleri süpürdüğü anlardan koşturduğu şu
günlere geçivermiş zaman; ve ben kafama kafama vuran onca duygu ve deneyimden
sonra daha henüz aymaya başlıyorum ki Maya benden ayrı bir varlık, onun bir
yolculuğu var ve ben ona sadece “sunabilirim”, o ise kendi ruhsal eğilimi, duyguları
ve belki de karması ile yöneldiği şekilde sunduklarımı alabilir, veya
reddedebilir. Peki benim gibi kendini zeki ve farkında varsayan bir kadının
buna uyanmaya başlayana kadar ağlama krizleri, öfke patlamaları ve büyük bir
direnç içinde aylarını geçirmiş ve çevresindeki herkesi gerim gerim germiş
olmasını neyle açıklayabiliriz? Annelik hormonları, ilkel kimlik, koruma
içgüdüsü, kendi kodlanmış anıları, çocukları yüzdelerle ifade eden persantil
tablolarının “iyi yapmak” isteyen bir anne üzerindeki acı baskısı? Her neyse veya
nelerin ortak örgüsüyse, tüm yaşam algımın anormalleştiren ve beni bu kadar
kökümden sarsan, o yeni yeni çözülüyor. Ve ben bir ucunu çözsem başka bir
yerden fışkıran başarma kaygımın annelik yolculuğumun neşesini boğmasına, bu aşk dolu ilişkiye bir düğüm eklemesine nasıl
bu kadar cömertçe izin verdim, bilemiyorum…<o:p></o:p><br />
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
Herşey kızımın kaşıkla olan küçük kavgalarıyla başladı; ilk
başta eğlendiği tadım serüveninde, süreç tatmaktan öteye, belli miktarlarda
yemeye gelince sanki kimliği tehdit ediliyormuşcasına tepkiler veren Maya, herşeyin
bir, iki veya üç lokma tadına bakan, ancak yeme eylemiyle mutlu olmayan bir
bebek oldu çıktı. Onun yemeği reddetmesi bende neler uyandırdı, gerek his,
gerekse takip eden anlamli-anlamsız düşünceler, şaşırtıcıydı:<br />
<br />
<o:p></o:p></div>
<div class="MsoListParagraphCxSpFirst" style="mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -.25in;">
<!--[if !supportLists]-->-<span style="font-size: 7pt;">
</span><!--[endif]-->Başarısızlık duygusu: ben bu katı gıdaya geçiş
sürecini doğru yönetemedim! Beceremedim, iyi bir anne değilim!<o:p></o:p></div>
<div class="MsoListParagraphCxSpMiddle" style="mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -.25in;">
<!--[if !supportLists]-->-<span style="font-size: 7pt;">
</span><!--[endif]-->Korku: kızım %10 persantilde, ya küçük kalırsa,
ya zayıf olursa, ya yaşama karşı çelimsiz kalırsa? <o:p></o:p></div>
<div class="MsoListParagraphCxSpMiddle" style="mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -.25in;">
<!--[if !supportLists]-->-<span style="font-size: 7pt;">
</span><!--[endif]-->Öfke: ben neyi yanlış yapıyorum? Bu çocuk beni
zorlamak için mi bunları yapıyor? Kimse benim ne yaşadığımı anlamıyor! <o:p></o:p></div>
<div class="MsoListParagraphCxSpMiddle" style="mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -.25in;">
<!--[if !supportLists]-->-<span style="font-size: 7pt;">
</span><!--[endif]-->Umutsuzluk: acaba bir gün Maya da kendi
isteyerek bir yemek yiyecek mi? Ne yapacağımı bilmiyorum!<o:p></o:p></div>
<div class="MsoListParagraphCxSpLast" style="mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -.25in;">
<!--[if !supportLists]-->-<span style="font-size: 7pt;">
</span><!--[endif]-->Keyifsizlik: o yemezken ben de hiç bir şey yemek
istemiyorum, yiyesim gelmiyor..!<br />
<br />
<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal">
Ben bunca olumsuz duygu ve düşünceyle kendi girdabımda
kaybolurken, tabi ki kızım her öğünde daha da sıkıntılı, mutsuz, gergin bir
çocuğa dönüştü. Bin bir beklentim,
umutsuzluğum ve önceki deneyimlerimin gerginliği, yılbaşı ağacının süsleri gibi
üzerimde yanıp sönerken, bu saf, algısı son derece açık varlık tarafından
olduğu gibi okunur, hissedilirken, onun da bunu oyunsu, eğlenceli bir eylem
olarak deneyimlemesi mümkün olabilir miydi ki? Çoğu zaman ne kadar meditatif,
sakin, sıfır zihinle başlamayı denesem de, her sonuçsuz denemede içimde kendime
yönelen öfke bir parça daha arttı. Ve yemek konusu aramızda bulantılı bir alan
yarattı. <br />
<br />
<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal">
Yazın açık hava, deniz, kum darken daha bol oksijen alan ve
yorulan kızımın iştahı birazcık olsun açılırken, İstanbul’a dönüşle birlikte
ağzı düz bir çizgi şeklini alarak seçiciliğini artırdı, miktarları iyice
azalttı. Benim kendime olan öfkemin dönüp dolaşıp yaşama ve kızıma yöneldiği,
ses tonumu sakin tutmaya çalışsam da eminim beden dilimden ve auramdan bal gibi
okunduğu bir sürece girdik. Osho’nun çocuk kitabında ve pek çok çocuk gelişimi
kitabındaki gibi, bebek senin söylediğini değil hissettiğini okuyor; bebek
senin onu yönlendirdiğini değil, senin yaptığını yapıyor. Oyun oynarken, kitap okurken, parkta bahçede
birlikte doğayı yaşarken, yatakta oynaşırken, birşeyi koklarken, banyodayken,
birlikte her eylemimiz keyifli, sevgi dolu ve keşif duygusu içinde sürerken, en
tatlı başlayan öğünde bile mücadeleyle dolu bir parantezin içindeydik. Yemeğe
direnen Maya ve onun yememesine direnen ben. Ne kadar direnç, o kadar acı. <br />
<br />
<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal">
Ben kendi bulanık auramda kıvranırken dışarıdan beni seven
pek çok güzel insan çeşitli yöntem ve yaklaşımlar öneriyordu, ama sesleri iç
işletim sistemime ulaşmıyordu bile. İçeri kabul etmek için önce duymak
gerekiyor, duymak için dinleyebilmek, dinleyebilmek için açıklık, açıklık için
sıfır bir zihin. Bende sıfır bir zihin ise ancak yogayla mümkün oluyor; oysa
sabah 8 akşam 8 Maya’nın peşindeyken, yardım aldığım zamanlarda bile günde
ortalama 3 öğünün her biri çileli 1 saat 15 dk sürerken, ve ben o yemeği en
yüksek miktarda kendim yedirebileceğime olan inancımla bir çay kaşığı daha
fazla içine gitsin diye kimseye şans tanımazken ne zaman yoga? Kendi kuyruğunu
kovalayan bir köpek gibi her gün yogaya ayıracağım o 45dk’yı yaratmaya
çabalasam da olmuyordu. Yoga yapabildiğim sınırlı sayıdaki gün, uygulamam tıpkı
bir avuç su gibi o an susuzluğumu gideriyordu, çok geçmeden yine susuyor ve
kuruyordum. Yogasız bir Deniz, fenerin ışığı olmaksızın zifiri gecede dev
dalgalarla boğuşan küçük bir tekne gibiydi. <o:p></o:p><br />
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
Ve sonra “fatigue” noktası geldi. İTÜ’nün tozlu bir
amfisinde, sabahın erken bir saatinde, pür dikkat hocayı dinlediğim bir malzeme
bilimi dersinden aklımda kalan üç kelime; gevrek , sünek ve “fatigue”. Fatigue
şunu ifade ediyordu; bir metalin sürekli tekrar eden yüke maruz kalmasıyla bir
bölgede odaklanmış yapısal hasar oluşması. Yani malzeme duruyor, dayanıyor, ve
sonunda bir gün tık diye çatlıyordu. İşte ben de aynen öyle çatladım. Bir kaç
gün hüngür hüngür ağladım; hani çocuklar kendini yere atar ya da yatağa kapanıp
hıçkıra hıçkıra ağlar ya, işte öyle. Çünkü son ayların birden çok kişisel
sorunuyla orta yapan olaylar dizisi Maya’nın yeme problemiyle golü atmış,
bedenim bas bas bağırmaya başlamıştı. Ağrılar, mide problemleri, migren atakları,
hepsi üst üste el kaldırmaya, görmezsem bağırmaya başladı. Bedenim, Maya ve
yüce evren ellerinde işaret fişekleriyle aynı şeyleri işaret ediyordu: Mücadeleyi,
direnmeyi, zorlamayı bırak; teslim ol. Hayata güven, kızına güven, doğaya
güven. İçine dal ve herşeyin kağıt üzerinde mükemmel olmayışını kutlayacak
coşkunu yeniden bul. Hiç bir varlık, önünde onu besleyecek bolluk varken aç
kalmaz ve yemiyorsa belki de o an o kadarına, ya da o tada, ya da o içeriğe
ihtiyacı yoktur..? Neyi kontrol etmeye çalışıyorsun, ve sanki günde 18 saatini
verip 18 farklı yemek yapsan ve kaşığı 18 farklı açıdan getirsen ne değişecek? Çocuğunun
doğası mı? Hiç sanmıyorum!<br />
(İşaret fişekleri dip not olarak da şöyle diyordu: uykusuz mu kalıyorsun, kızını bir saat daha mı
az görüyorsun, o bir kaşık ya da beş kaşık daha mı az yiyor, çok önemli
e-maillerini cevaplamayı mı erteliyorsun, neyse ne - ser o matı yere ve her gün
çık üzerine…!)<br />
<br />
<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal">
İki gün dipte kaldım. Dip, birşeyleri görebilmek,
koklayabilmek için gerekli, en azından benim gibi ay akrepte, yükselen balıktaysa.
Dip, yüzeyde hayatla mücadele eden savaşçı koçun alevlerinden uzak, sakin ve
karanlıktı. Kendi gözyaşı göletimin derinliklerinde, yosunlarım salınır,
çamurum karışırken bugüne dek tecrübeli annelerin söylediği ve benim duymayı
reddettiğim herşeyi hatırladım. Artık savaşacak fiziksel ve duygusal gücüm
olmadığını idrak ettim. Kaldı ki bir varlığın kaderini belirlemek benim elimde
olmadığı gibi onun yaradılışıyla, eğilimiyle, yönelimiyle, doğasıyla mücadele
etmek de neyin nesiydi? Sanki bir düğmeye basıldı ve içimde gerili bir yay
boşaldı. Sonra sakinlik ve kabul geldi. Standartlar, büyüme eğrileri, günde ne
kadar ne yemeli cümleleri önemini yitirdi; ve böylece sabah minik kahvaltısı,
öğlen meyvesi ve akşam tek yemeği olan tarhananın bende yarattığı suçluluk
duygusu da. Ona yedirmeye gayret ettiğim miktarı yarıya indirdim. Mümkün olduğunca
yanında yeyip, ona da önüne birşeyler koymayı deniyorum, hiç yemezse küçük bir
miktarı ben yediriyorum. İçerde başlayan değişimin alışkanlıklarımı kırması
zaman alacak biliyorum, ilk “artık yemek istemiyorum” sinyalinden sonra belki 30dk
daha uğraşırken şimdi 5dk daha deniyorum, ara vermeye, sohbet etmeye zaman
ayırıyorum. Onu ne kadar sevdiğimi hissederek, kendimi şiddetsiz bir yere davet
ediyorum. Besleme ve büyütmenin bir kaygıya dönüşmesine gerek olmayacak kadar güven dolu bir yere. Aramızdaki muhteşem sevginin herşeye ilham verdiği bir yere. Varlığına müdahale etmek yerine saygı duyabileceğim, kendi tercihleriyle
iyi hissedebileceği, beni mutlu etmek için olduğundan başka birşey gibi
davranmak yükünü yüklenmeyeceği, hayata güveneceği bir yere.<br />
<br />
<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal">
Maya’nın eşsiz varlığını, canını, yaradılışını onurlandırıyorum
ve bana öğretmeye geldiği her şey için teşekkür ediyorum. Ve yoganın tılsımıyla
hayatı sevmiş, kendini tanımış, şifalanmış, anladığı ve hissedebildiği en derin
yerden yogayı aktarmaya adanmış bir insan olarak, günlük yaşamın tüm çalım,
manevra ve engebelerine rağmen her bir gün yoga uygulamama yeniden yer açmaya
söz veriyorum. Biliyorum ki bende iyileşen, herkeste ve herşeyde iyileşiyor. Ve
ben iyileşmeyi seçiyorum. <br />
<br />
<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal">
Yağmurlu gecenin sessizliğinde aylar sonra ilk defa
yazabilmenin keyfiyle, <br />
<br />
<i>Hep daha iyisini yapmaya gayret eden tüm ruhlara ‘Fatigue’ noktasına
erişilmeden gelen küçük uyanışlar ve bol yogalı günler diliyorum,<o:p></o:p></i></div>
<div class="MsoNormal">
<br />
Deniz<br />
<br />
<o:p></o:p></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://1.bp.blogspot.com/-TFwddxJcfPo/Uk9JjbeZhMI/AAAAAAAAATc/L6mCjDinyxY/s1600/fatigue.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="214" src="http://1.bp.blogspot.com/-TFwddxJcfPo/Uk9JjbeZhMI/AAAAAAAAATc/L6mCjDinyxY/s320/fatigue.jpg" width="320" /></a></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://3.bp.blogspot.com/-7Dj5ovDzmAg/Uk9JgE05ytI/AAAAAAAAATU/vgqfTYL1oo4/s1600/budhand.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="225" src="http://3.bp.blogspot.com/-7Dj5ovDzmAg/Uk9JgE05ytI/AAAAAAAAATU/vgqfTYL1oo4/s320/budhand.jpg" width="320" /></a></div>
<br />
<div class="MsoNormal">
<i>Not: Bana ilham veren, destek veren, yanımda olduğunu
hissettiren tüm anneler de teşekkür ediyorum</i><o:p></o:p></div>
Deniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-36952942406659539862012-08-14T19:41:00.000+03:002012-08-14T19:41:09.019+03:00doğum ve ben<i> 'Evleneceğiniz gün için şahitlerinizi, kıyafetinizi, mekanı, çiçekleri, müzikleri, davetlileri seçebilir, organizasyonu önceden programlayabilir ve provalar dahi yapabilirsiniz, ancak o gün yağan yağmur, aniden giren bir baş ağrısı, çıkacak bir sivilce, engeli çıkıp gelemeyen sevdikleriniz, geciken nikah memuru, ya da değişebilecek ruh haliniz üzerinde hiç bir kontrolünüz yoktur. Ve tam da o gün, o kapıdan geçerken neler hissedeceğinizi, o an gelmeden bilemezsiniz. Doğuracağınız gün için de dengeli beslenip bedeninize iyi bakabilir, nefesler, egzersizler çalışır, doğuma hazırlık kursları ve kitapları takip edebilir, yoga yapar, yürür, yüzer, meditasyonlarla o güne hazırlanabilir, hastanenizi önceden seçip, doktorunuzla her detayı konuşabilirsiniz; ancak hastaneye ulaşmaya çalışırken beklenmedik bir trafik, rahim ağzınızın çok yavaş ya da çok hızlı açılması, bebeğin bir türlü kanala girmemesi, bedeniniz ve zihninizin ağrıya olan ilkel tepkisi ve doğumun seyri üzerinde hiç bir kontrolünüz yoktur. Ve tam da o gün, doğum mağarasından geçerken içinizden hangi saklı kimliklerin çıkacağını, dalgaların sizi hangi bilinç hallerine sürükleyeceğini, her boyutta neler hissedeceğinizi o an gelmeden bilemezsiniz...'</i> <br /><br />12 Haziran sabah 05.00 suları; belimden başlayıp kasıklarıma doğru yayılan bir sızlama ile uyanıyorum. Az sonra aynı sızlama tekrar ediyor. Üçüncü defa gelip 30 saniye kadar sürüyor; o an biliyorum ki Maya gelmeye hazırlanıyor. Tekrar geldiğinde saate bakıyorum, 05.20. Malamı elime alıp, içimden bir iki güven ve teslimiyet cümlesi tekrar edip geri uyuyorum. 7.00 gibi eşim Altan uyanmaya başlıyor, “Galiba kızımız bugün gelecek” diyorum, gülümsüyor. Hiçbir fikrimiz yok!<br />
<br />
Kahvaltıya oturduğumuzda artık dalga dalga gelen sancılar biraz daha kuvvetli, her 5-7 dakikada bir geliyor, ortalama 45-50saniye kalıyor, her geldiğinde durup öğrendiğim nefesi uyguluyorum. Bazen oturduğum yerde öne doğru hafifçe yaslanarak, bazen ayakta. Çok heyecanlı ve sevinçliyim, doğurmayı dört gözle bekliyor ve nasıl olacağını çok merak ediyorum! Önce doktorum Hakan’ı arıyorum, bir iki saat sonra Serpil ebe’yi aramamı söylüyor. 10.00 gibi Serpil ebe’yi arıyorum, 11.30 gibi geliyor, konuşuyoruz, muayene ediyor ve henüz hiç bir açılmam olmadığını öğreniyorum, içten içe biraz moralim bozuluyor. Bir film seyredip kafamı rahatlatmamı öneriyor, çok yorulma diyor. Gün içinde konuşmak üzere sözleşiyoruz ve gidiyor.<br />
<br />
Kimseyi erken telaşa vermemek ve kimsenin telaşını da üzerime almak istemediğimden annemlere henüz haber vermiyoruz. Altan evde, bazen bana destek veriyor, bazen kendi halime bırakıyor. Ben otururken öne pilates topuma yaslanır haldeyim, elimde sıcak su dolu termofor var, her dalgada sakrum bölgesine koyuyorum, zira burası en yoğun hissettiğim notka. Sonra topun üzerine oturup hafif zıplıyorum, merdiven inip çıkıyorum, dans eder gibi dairesel hareketler yapıyorum, bazen duvara dayanarak ayakta, bazense çömelerek yerde karşılıyorum gelen dalgaları. Bir yandan da “ya hala açılmadıysam hiç..?” diye kimseyi aramıyorum. Yavaştan zaman kavramı kaymaya, ön bilinç gevşemeye başlıyor, sancı sıklığını takip edecek, mantıklı düşünecek halim kalmıyor. Böyle ne kadar zaman geçtiğini farketmeden bir şekilden diğerine giriyorum. Dalgalar artık belimden sakruma, oradan kasıklara ve alt karnıma yayılıyor... Burada bir yerde benim gerçeklik algım bir bulutun arkasına giriyor ve doğumdan birkaç saat sonrasına dek herşey bulanık, yarı esrik, bir rüya hissinde...<br />
<br />
Kardeşim Canset geliyor, saat 16.00-17.00 civarı. Serpil ebeyi arıyor, şiddeti artan kasılmalar ve sancıları, sıklığını vb söylüyor sanırım. Serpil bize küveti doldurup girmemi öneriyor. Sonra küvetteyim, Canset elinde termoforla yanımda, her dalgada termoforu ya da elini sakruma bastırıyor. Ağzımdan bir tek kelime çıkıyor “geliyor...” diyebiliyorum. Genelde dizlerimin üzerinde, kimi zaman çömelme pozundayım. Ufak dairesel hareketler yapıyor ya da öne arkaya salınıyorum. Zaman nasıl akıyor fikrim yok. 10 damla rescue remedy yutuyorum bir ara. Gözlerim genelde kapalı.
<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://4.bp.blogspot.com/-DrDc6bfbbbk/UCp2zpJ9vcI/AAAAAAAAAQA/700P_tor9_w/s1600/2012_06_13_MAYA_007.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="134" src="http://4.bp.blogspot.com/-DrDc6bfbbbk/UCp2zpJ9vcI/AAAAAAAAAQA/700P_tor9_w/s200/2012_06_13_MAYA_007.jpg" width="200" /></a></div>
Saat 18.00 civarı Serpil yola çıkıyor, kaçta yanımıza geldi bilmiyorum, hala küvetteyim. Bir sonraki karede bornozumla lavabodayım, ve bir karede mutfakta Canset’e sarılıyorum, bir karede midemi boşaltıyorum. Bir ara Serpil muayene ediyor, sanırım 1-2cm diyor. Sola yatmamı istiyorlar biraz pozisyon değiştireyim ve dinleneyim diye, dayanılmaz geliyor, hemen kalkmak istiyorum. Bir an hatırlıyorum sakrum ve kalçamı duvara bastırarak sağa sola salındığımı, ve bir ara havlupana asılıp sarktığımı, ve sonra Altan’a sarıldığımı. Ne zaman bilmiyorum Serpil “artık hastaneye gidelim” diyor. Bir karede asansördeyim. Bir sonraki karede arabada, diz üstü oturuyorum arkam dönük koltuğa sarılmış vaziyette. 5 dakikalık mesafedeki hastaneye gitmemiz bir ömür sürüyor sanki. Her fren, her viraj, her kasis acıtıyor. Sanırım bu arada ses çıkarmaya, her dalgada “aaaaa....” diye sesli nefes vermeye başlıyorum. Hastaneye giriyoruz, bir sonraki an odaların ve doğum odasının dolu olduğunu öğreniyoruz. Saat 20.30-21.00 civarı. Sanki orada koridorda doğurmak zorunda kalacakmışım gibi çaresiz hissediyorum ve ağlamaya başlıyorum..! İçimde derinlerde saklı bir Deniz “Kendine gel, sen bu değilsin, ne çabuk koyverdin, sakin ol, derin nefes al, herhalde sana bir oda bulurlar koskoca hastane!” diyor. Ama ben sakinleyemiyorum. Dışarıda eşim, ebem, kardeşim de telkin edici birşeyler söylüyor elbet ama artık onları pek duyamıyorum.<br />
<br />
Bir odadayız, loş. Yeniden midemi boşaltıyorum. Koltuğa sarılıyorum. Diz üstü yere oturuyorum. Artık dalgalar belimden iç bacaklarıma doğru güçlü geliyor. Yanaklarım ve ellerim uyuşmaya başlıyor – ki takip eden saatler boyunca sık sık yüzüm, ellerim, ayaklarım uyuşuk kalıyor. Bir sonraki anda sancı odasındayız, doğum havuzum hazır. Sanırım ilk havuza giriyorum. Olayların akışını, sırasını, önce-sonra ilişkisini burada tamamen kaybetmiş durumdayım. Hakan ve Neşe geliyorlar. Doğum boyunca havuza 3 defa girip çıkıyorum sanırım. Arada yürüdüğümü, Altan’ın boynuna asılı durduğumu, çömeldiğimi, 2-3 defa rahim ağzı açıklığıma bakıldığını hatırlıyorum. Bir aşamada Hakan doğumu hızlandırmak için su kesesini deliyor. Bir başka arada Maya’nın pozisyonunu değiştirdiğini, karnımın üzerinden ona destek verdiğini hatırlıyorum. Bir ara yine sola yatmamı istediklerini, ama bu şekilde sancıların dayanılmaz olduğunu, ayakta veya havuzda diz üzerinde daha iyi olduğumu anımsıyorum. Tekrar midemi boşaltıyorum, zaten su dışında birşey alamıyorum. Bir ara annem geliyor “Burdayım kızım, ne zaman istersen” diyor, hayal meyal hatırlıyorum.
<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://2.bp.blogspot.com/-2t9M3AT51iY/UCp3CeL4JfI/AAAAAAAAAQM/bHaBbCQVBaw/s1600/2012_06_13_MAYA_032.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="134" src="http://2.bp.blogspot.com/-2t9M3AT51iY/UCp3CeL4JfI/AAAAAAAAAQM/bHaBbCQVBaw/s200/2012_06_13_MAYA_032.jpg" width="200" /></a></div>
Ağzımdan sürekli sesler, kelimeler, cümleler dökülüyor. Ama bana ait değil gibiler, sanki ya benden başka birine, ya da çok derinlerde kalmış birine aitler. Çaresiz, yalvaran, inleyen sözler ve sesler duyuyorum; kendime yakıştıramıyorum, ama ağzımdan çıkmalarına engel olamıyorum. Altan hep yanımda, yorulsa da benim ağırlığımı taşıyor, ya sarılıyor, ya elimi tutuyor. Yine çok içerden bir yerden Deniz “Korku-gerginlik-ağrı çemberine giriyorsun, gevşe, çeneni gevşet, yüzünü gevşet, nefeslerine geri dön” diyor, ama o kontrollü, iradeli, güçlü kadın yok. Yerine sızlanan, tutunan, yardım dileyen biri var. Serpil arada sakrum ve belime bir yağ sürüyor, homeopatik remediler veriyor, rescue remedy damlatıyor, odaya aromaterapik spreyler sıkıyor ve bir eli hep üzerimde. Bazen iki dalga arası birazcık uzuyor, trans gibi bir alana giriyorum, zaman-mekan iyice kayıyor. Bir an kendimi NY’da bir sokakta yürürken buluyorum, neredeyse tenime değen güneşi, sokağın kokusunu alabiliyorum, fonda bir müzik bile var. Ve bir dalgayla bedenime geri geliyorum. Zihnin, insanı acıdan uzaklaştırmak için küçük saklı yöntemleri var...<br />
<br />
Saati bilmiyorum. Belki gece 02.00 civarı. Altan’ın yüzümde gezdirdiği soğuk ıslak havlu, Serpil ve Altan’ın her dalgada “nolur bastırın” dememle sakrumuma tüm güçleriyle bastırmaları, odanın loş ve sessiz ortamı, havuzun ılık, sakin suyu. Beni en çok rahatlatan bunlar sanırım. Arada bizi Altan’la tamamen başbaşa bırakıyorlar. Arada Serpil beni yeni pozisyonlara sokuyor.. Artık iyiden iyiye yorulduğumu, gücümün tükendiğini hissediyorum. Sanki bir kayıkta, okyanusun ortasındayım; rüzgar ve dalgalar nasıl gelirse oyle savruluyorum, kontrolüm sıfır, benliğim sıfır.<br />
<br />
<a href="http://2.bp.blogspot.com/-ktRKoFwxcgI/UCp3NyIKxZI/AAAAAAAAAQY/GYQMeF-kcuY/s1600/2012_06_13_MAYA_042.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="200" src="http://2.bp.blogspot.com/-ktRKoFwxcgI/UCp3NyIKxZI/AAAAAAAAAQY/GYQMeF-kcuY/s200/2012_06_13_MAYA_042.jpg" width="134" /></a>Bir kaç defa Maya’ya sesleniyorum “kızım hadi bana yardım et..”. Bir kaç defa bağırıyorum “lanet olsun..!”. Ve soruyorum “bağırmalarım koridordan duyuluyor mu..?”.<br />
“7-8 santimdesin” diyorlar. “gerçekten mi?” diyorum. İnanamıyorum...<br />
“Başımı bir duvara vursam, yarım saatliğine bayılsam, ya da uyusam..” diyorum.<br />
<br />
Saat 04.00 civarı. Yanımdaki ekip ve canım kocam sürekli telkinlerde bulunuyor. Bense vazgeçmek, artık bırakmak istiyorum. Hani bu doğum ülkesinin çitlerini bulsam, üzerinden atlayıp kaçıp gideceğim. Aylardır bedenen, zihnen, bildiğim ve öğrendiğim her yöntemle hazırlandığım, olabilirse suda olmasını, suda olamazsa da tamamen müdahalesiz doğal bir doğum olmasını dilediğim deneyimin içinden yüksek sesle, bastıra bastıra “Epidural istiyorum artık!” diyen ben oluyorum. Hakan ve Altan bana tekrar tekrar soruyorlar. Hakan “Bir saat daha dayanabilir misin?” diyor. “Şu an 4-5cm’de olsan hemen yapalım derdim ama 9cm’ye geldin”. Cevabım net, biliyorum, artık dayanamıyorum. Orada tam ne dedim hatırlamıyorum, ama her ne dediysem Hakan kalktı ve anestezi uzmanına haber verdi. İşte o anda sadece doğumun değil, duygularımın da seyri değişti. Bilmediğim ise şuydu: bunu istememin bende yarattığı hayal kırıklığı, öfke ve suçluluk duygularının geçmesi, doğum sonrası bedenimin iyileşmesinden çok daha uzun zaman alacaktı.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://2.bp.blogspot.com/-UHurrJcE8KU/UCp3jrWzVbI/AAAAAAAAAQk/aDuXLm77VEc/s1600/2012_06_13_MAYA_062.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="134" src="http://2.bp.blogspot.com/-UHurrJcE8KU/UCp3jrWzVbI/AAAAAAAAAQk/aDuXLm77VEc/s200/2012_06_13_MAYA_062.jpg" width="200" /></a></div>
Dalgaların gücü ve sıklığına rağmen epidurali takan hekimle anlaşıyoruz ve iki sancı arası sakin bir dakika aralıkta takıyor. Sonrasında 1,5-2 saat yatar pozisyondayım, sırt üstü ve sola doğru. Bekliyoruz. Çok garip, her dalgayı hissediyorum, nefeslerimi ayarlıyorum, ve ağrım ilk 20dk içinde hafifleyerek neredeyse hissedilmez oluyor. Hala düşünebilecek bir yerde değilim, zaman nasıl geçiyor bilmiyorum. Kısacık da olsa babamı görmek istiyorum. Geliyor, elimi tutuyor, alnımdan öpüyor . Ve sonra Canset geliyor, moral verip çıkıyor. Artık beni görebilecekleri bir haldeyim, inlemiyorum, sakinim. O haldeyken kimse beni görsün, duysun istemiyordum; bedenimden çok kimliğim çıplaktı.<br />
<br />
Maya’nın kalp atışları zaman zaman düşüyor ve tekrar yükseliyor. Sonra bir an kayboluyor, Hakan ve Serpil monitörün ve benim başımdalar. Kalp atışlarını yeniden bulamıyoruz. Erkan boş. Korkuyorum. Birşeyler ters mi gidiyor? Ani bir kararla Hakan “Tamam, artık doğurtuyoruz!” diyor. Ve sakin loş odadan, aydınlık ve kalabalık doğumhaneye geçiyoruz.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://1.bp.blogspot.com/-H9UZ4q5yjTs/UCp5iPlwlXI/AAAAAAAAARU/0LCCzrBIdnc/s1600/2012_06_13_MAYA_081.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="134" src="http://1.bp.blogspot.com/-H9UZ4q5yjTs/UCp5iPlwlXI/AAAAAAAAARU/0LCCzrBIdnc/s200/2012_06_13_MAYA_081.jpg" width="200" /></a></div>
Hemşireler, hızlı hareket, bolca ses ve alet var. “kalp atışları?” diyorum, Serpil monitörü gösteriyor “Bak burada, geri geldi, herşey yolunda.” Yapabileceğimizin en iyisini yaptığımıza ve doktorumun gerçekten lüzumlu olmadıkça hiç bir ek müdahalede bulunmayacağına duyduğum güvenle teslim olmuş vaziyetteyim. Hakan, yaptığı ve yapılmasını istediği herşeyi söylüyor. Sağımda Altan sımsıkı elimi tutuyor “Kızımıza kavuşmamıza çok az kaldı!” derken yüzünde biraz heyecan biraz telaş var. Solumda bir hemşire, yukarıdan destek veriyor, Hakan da karşımda, bense “nefes almalıyım” diyorum ve hemşireyle eşzamanlı itmeye, ıkınmaya gayret ediyorum. Bir an Ayça’yı görüyorum, elinde kamerası, çekiyor mu bilmiyorum. Sanki Fast Forward tuşuna basılmış gibi hızlı bir seyri var herşeyin. Korkacak veya düşünecek vaktim yok, sadece nefes alıp itmeye çalışıyorum. Epizyotomi ve vakum gerekiyor, herşey Maya’ya sağlıkla kavuşmak için. Arada Altan’ın güzel yüzünü görüyorum “Hadi aşkım, az kaldı!”. Bu arada bir blackout yaşıyorum. Bir an yok oluyorum. Hiçbirşey yok. Hayat yok. İp kopuyor. Karanlık. Herhalde nefessizlikten. Geri gelişim hemşirenin güçlü bir bastırmasıyla oluyor. Sanki çok uzaklardan gelmişim. Gözlerimi açtığım o an bir şok. “Kimim, Neredeyim ben?... Aaaaaa! doğum yapıyorum, Deniz’im ben..!<br />
<br />
Hakan “Hadi az kaldı biraz daha” derken Altan “Saçları var!” diyor. Bu arada dışarıdaki binalara vuran gün ışığını görüyorum. Gün doğdu, Maya da doğsun artık..!<br />
<br />
Başının çıkışını hissediyorum. Sonra gövdesinin. Zorlu bir mücadeleyle çıktığı için “Şimdi sana veremiyorum, doktor baksın, sonra hemen vereceğiz” diyor Hakan. “Bebek iyi mi?” diyebiliyorum. Sanırım 20 kere filan soruyorum, aynı soru ağzımdan çıkıyor kontrolsüzce, cevabı duymuyorum bile. “İyi, bebeğin iyi” diyor Hakan gülümseyerek. Saat 06.15, Haziran’ın 13’ü...<br />
<br />
<a href="http://3.bp.blogspot.com/-LuJRqJiTqi0/UCp34ryIOsI/AAAAAAAAAQ8/KtQgiOC4qdM/s1600/2012_06_13_MAYA_118.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="134" src="http://3.bp.blogspot.com/-LuJRqJiTqi0/UCp34ryIOsI/AAAAAAAAAQ8/KtQgiOC4qdM/s200/2012_06_13_MAYA_118.jpg" width="200" /></a> Maya kontrol edilirken Altan onun yanında, göbek bağını kesiyor, hayran hayran onu izliyor. Ben hafif bir şoktayım. Zaman kavramı hala bulanık. Bir anda Maya’yı kucağıma veriyorlar. Ona bakıyorum, sıcaklığı, sıcaklığıma karışıyor. Onu kokluyorum, ve katılarak ağladığımı hatırlıyorum. Aylardır içimde büyüyen, her hareketini gece gündüz takip ettiğim, neye benzeyeceğini merak ettiğim minik kız göğsümün üzerinde duruyor. Altan’la birlikte uzun uzun bakıyoruz ona. Ve o anda aşık oluyoruz Maya’ya, onun sesine, tenine, kalbine. İçimden teşekkür ediyorum, defalarca, durmadan teşekkür ediyorum.
Hakan dikişlerimi ve gerekli herşeyi tamamladıktan sonra odama gidiyoruz, ve Maya göğsüme geliyor yeniden. Babası onu hiç yalnız bırakmamış. İlk emzirmemde yeniden yaşlar dökülüyor gözlerimden, engelsizce, çok yoğun duygular içinde boğulur gibiyim. Onu kucağımda, sağlıklı görmek, emzirebilmek, Altan’ın bir an bile yanımdan ayrılmaması, hepsi çok güzel ve özel. Yüzüm kocaman gülümsüyor; beklediğimiz buydu, kızımız bizimle..!<br />
<br />
<a href="http://2.bp.blogspot.com/-f31JPEfTqg0/UCp4hQBc2aI/AAAAAAAAARI/ZCbVZDcPz18/s1600/2012_06_13_MAYA_227.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="133" src="http://2.bp.blogspot.com/-f31JPEfTqg0/UCp4hQBc2aI/AAAAAAAAARI/ZCbVZDcPz18/s200/2012_06_13_MAYA_227.jpg" width="200" /></a>Doğumdan sonra hemen ayağa kalktım, güzler yüzüm ve dik duruşumla kendimi çabuk iyileştiğime de inandırdım. Emzirme kendiliğinden geldi, Maya’nın uyku düzenine alışmak da. Vaktinden önce ayaklandım, “lohusasın, yatıp dinlenmelisin” diyenleri pek dinlemedim. Bedenen iyileşmeye başladığımı 10. gün civarı hissettim. Rahat oturabilmeye, hareket edebilmeye başlamıştım. Doğumun üzerinden 2 ay geçti, ve hala bedenim bana ait gibi değil. Hisler ise bedenden daha geç duruluyor.<br />
<br />
Bana yetecek ölçüde duygusal iyileşmeye ancak 1,5 ayda vardım. Zihnim kontrolsüzce, yalnız kaldığım her an “Daha iyisini yapabilirdim, epidural almadan devam edebilirdim, biraz daha dayansaydım belki vakum gerekmeyebilirdi..” diyor, bir iç hesaplaşma ve çatışma yaşıyordum. Sonra sakinleyip biraz durulduğumda “Daha iyisini yapabilseydim zaten yapardım, kendi fiziksel ve duygusal sınırlarımın izin verdiği en uzun müddette doğal akışında devam ettim. Benim de sınırım buradaymış.” diyordum. Biliyordum ki doktorum da o anki gerçekleri değerlendirdi, ve benim için, bu doğum için en doğrusu olmasaydı bu şekilde ilerlemezdi. Kaldı ki her doğum, doktor için de bilimsel gerçekleri, riskleri ve içgüdülerini değerlendirdiği, ince gergin bir ip üzerinde yürüdüğü bir yolculuk.<br />
<br />
Bendeki bu gel git günlerce sürdü. Gece uyandığımda, yürüyüşte, banyoda... Doğum patikasından geçip bebeğimi kucağıma almıştım, yani bu yolu tamamlayıp ardımda bırakmıştım, ama zihnim ve duygularım patikadaki bir taşa takılı kalmıştı. Gelip giden baby blues hallerimin zemininde hep bu başarısızlık ve suçluluk duygusu hakimdi. Tabi ki ideallerim, hedeflerim ve kendimden beklentilerimin olması insanca. Bunların varlığı beni çabalamaya, hazırlanmaya, öğrenmeye itiyor. Ancak kontrol edemeyeceğim faktörlerin varlığına rağmen bir ideale takıldığımda sonuç düş kırıklığı oluyor.<br />
<br />
Kendimi doğal bir doğum için çok şartlamıştım; “her nasıl olursa olsun, pekaladır, yeter ki bebeğime sağlıkla kavuşayım” derken dilim, içimden yüzde yüz doğal bir doğumu çok düşlemiştim. Her ne kadar yoga ve yaşam bana defalarca aksini hissettirdi ve öğrettiyse de, kendimden hep ideallerimdeki doğumu beklemişim. Yavaş ve uzun seyreden doğumumda, kendi seçimimle epidural anestezi aldığım ve bunun sonucu müdahaleler gerektiği için de, hem kendime hem bebeğime karşı güçlü bir suçluluk duygusu içime yapışıp kalmış. Bu duygunun çözülüp gevşemesi, çenemin kasılmayı bırakması, benim rahatlamam, bu konunun zaten bölük pörçük olan uykularımı bölmeyi kesmesi epeyce meditasyon, telkin ve zaman aldı. Şimdi Maya tam 2 aylık oldu ve ben daha yeni yeni utanmadan, kötü hissetmeden “epidural anestezi aldım” diyebiliyorum.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://4.bp.blogspot.com/-josg06utJTo/UCp-Cf-R18I/AAAAAAAAARk/Y0PAe_0WkM4/s1600/ph.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://4.bp.blogspot.com/-josg06utJTo/UCp-Cf-R18I/AAAAAAAAARk/Y0PAe_0WkM4/s320/ph.jpg" width="239" /></a></div>
Evet, doğuma hazırlanabiliriz, nefesler, teknikler öğrenip, bilgiler ve bedensel yeteneklerle donanıp, doğum anına dair motive edici imgelemeler yapabiliriz; bunların doğuma adım adım ilerlerken büyük desteği var, bu kesin. Mevcut donanımım olmasaydı, eminim her dalga bana bir kaya gibi çarpardı. Bilmek ve hazırlanmak bana biraz olsun gevşeme, açılma ve kabul şansı verdi. Ancak doğum, tıpkı yaşam ve ölüm gibi güçlü, başına buyruk ve kontrol ötesinde bir eylem, bir akış. Her olasılıkta tercihlerimize saygı duyan bir hekim ve ekip ile çalışmak, olabilecek herşeye tam gönülle açık olmak ve her ne umarsak umalım elimizden gelenin en iyisini yapıp, neticede teslim olabilmek gerek. Doğum, kadının içinde kendi kimlik ve duygularıyla dansettiği bir bilinmezlik. Doğum, bir keşif, bir kapı, bir geçiş. Ama herşeyden önce doğum yeni bir ruhun dünyaya adım attığı, kutlu ve güzel bir deneyim; ve ilk amaç anne ve bebeğin her boyutta sağlığı olmalı. Ve her kadın, doğum deneyimi her ne ve nasıl olursa olsun, kendini yargılamaksızın bilmeli ki, elinden gelenin en iyisini yaptı...
<br />
<br />
<div style="text-align: right;">
<i>doğum ekibi: <a href="http://www.dogumakademisi.com/" target="_blank">İstanbul Doğum Akademisi</a></i></div>
<div style="text-align: right;">
<i>doğum fotoğrafları: <a href="http://www.aycaogus.com/" target="_blank">Ayça Oğuş</a></i></div>
Deniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-62035829992898737032011-02-02T00:13:00.001+02:002011-02-02T00:17:41.697+02:00öncelik<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://2.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TUiGWBZ_WBI/AAAAAAAAALU/9O3UslQmHFM/s1600/zen-stones.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 185px; height: 200px;" src="http://2.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TUiGWBZ_WBI/AAAAAAAAALU/9O3UslQmHFM/s200/zen-stones.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5568848652136306706" /></a><br />Kapıdan geçiyorum, zor günü kapının dışında bırakmak isteyen ellerim kapıyı içeriden üç, hatta dört defa kilitliyor. Evin sıcak kokusu burnumdan içeri sızarken, aklımda dilimli kaşar, İzmir tulumu ve buzdolabında olduğunu umduğum kocabağ öküzgözü var. Beklenmedik şekilde ağırlaşan sırt çantamı yere bırakıp, paltomu astığım gibi mutfağa sürükleniyorum; inatçı bir şişe mantarıyla bir kaç dakikalık boğuşmanın ardından öküzgözünün rayihası inceden havaya yayılırken, şişeyi oracıkta dinlenmeye bırakıp üzerimi değişmeye çıkıyorum. Kurutma makinesinden çıkanları sabahki yığının da üzerine boşaltıp yarı boyumdaki kurumuş çamaşırlara bakıyorum bir an. Bu akşam değil. Yarını bekleyecekler. Bekleyen işler listesi zihnimin ve telefonumun bir köşesinde yazılı halen. Ama ensemde değil nefesi. Bir adım uzaklaştım yakıcı ritminden. O da yarını bekleyecek. Günlerdir biriken gerginlik bugün ard arda olaylar ve hislerle çözülüp boşaldıysa eğer, yüzyüze geldiysem yeniden Bayan “En İyi”nin hırslı parmaklarında beni bekleyen aynayla, hıçkırıklarımın sonunda ufak bir destekle sakinleyip kendimi izleyecek ve görecek kadar bir araya getirebildiysem dağılan parçalarımı, o halde herşey yarını bekleyecek; zira bu akşam bu şişeden kayarak dökülen buz gibi şaraba, altın rengi peynirler eşlik edecek..<br /><br />Annemin bir deyişi vardır, “sen işten kaçtıkça iş sana gelir”; tam da en acelen olduğu anda yere düşüp parçaları bütün salona yayılan bir bardağın, aman birşey yere damlamasın diye uğraşırken hepten yere boca oluveren yapışkan veya yağlı bir yemeğin, hızla kotarayım diye aynı anda üç yemek yaparken dibi tutuveren tencerenin, işlerini hafifletmeye çalıştığın gün üst üste çıkan zorunlu görevlerin ardından söyler annem bunu. Pek de yerindedir hani. Ne kadar tutuştuysan, o kadar gerginsindir, ne kadar gerginsen, bir üst seviyedeki gerginlikleri bir mıknatıs gibi kendine çekersin. Acelenin, sıkışıklığın, koşturmacanın içinde, tam da sen merkezinden koptuğunda elin, ayağın, evin, çevren yani senin bulunduğun noktadaki bilinç bu kopukluğu sana gerisin geri yansıtıverir. Sen “Murphy kanunu” dersin buna. Belki annen “dokuz Çarşamba bir araya geldi” der. Neticede gerildikçe elin ayağın bir derece daha karışır, sen karıştıkça ortalık karışır, ortalık karıştıkça “Herşey mi üst üste gelir!” diye söylenmeye, içten içe alınmaya, kendine acımaya, kederlenmeye veya öfkelenmeye başlarsın. Piyangodan hangisinin çıkacağı, senin kim olduğunla birebir ilintilidir. <br /><br />Gerginliği gevşetecek nefeslenme araları veremediğimde, mevcut gerginliğimi pek iyi baskılayan ve maskeleyen bir insan olarak, güler yüzlü ve anlayışlı mizacımın altında belli belirsiz bir tansiyon alır başını gider. Kendi yogama, yazmaya, gevşemeye vakit ayıramadığım ve iş yükünün altında kalmış hissettiğim bu dönemlerde dahi, süper bir refleksle ders verirken, metroda otururken, markete yürürken bedendeki gergin kasları bir bir gevşetiririm. Bedende gevşemek he ne kadar zihinde gevşemekle kolkola gezinse de, ben bu müthiş ikiliyi birbirinden söküp koparacak kadar ‘farkında bir gergin’im! Ve dışarıdan bakıldığında gevşeyen insan, içeriden gerilmeye devam ettiğinde er ya da geç iç gerilim ve dış gerilim birbiriyle örtüşmeyip, malzemeyi çatlatıverir! Ve ben çatladığımda, piyangodan çıkan neredeyse daima aynı ikramiyedir: Kendine acıma. Bu mahlukatın annesi de pek tanıdıktır: Kendine yüklenme. Büyük annesi ise her derdin başıdır: Yetersizlik. Bunlar tüm aile aynı atanın evlatlarıdır; mükemmelliyetçilik. Evet, hani yoga yaşamıma girdiğinden beri gevşeyen, hafifleyen, ancak bir doğum lekesi gibi her daim omzumda taşıdığım.<br /><br />Herşey doğru olmalı, iyi olmalı, vaktinde olmalı, düzenli olmalı. Bunları şimdi söylerken bile, sanki bir şiir gibi geliyor bana, o kadar içimde, o kadar özümde, o kadar ılık ve tanıdık yani. Oysa binlerce defa gördüğüm, öğrendiğim ve anladığım gibi; yaşam kendi büyük bilincinde akar, ve hiç birşey kontrolüm altında değildir. Kontrol benim bir yanılsamamdan ibarettir. Ve bu yanılsama, tüm zihnime işlemiş, en kuvvetli, en derin yanılsama, belki temel hipnozumun ta kendisidir. Büyük bilincin bir parçası olan ‘ben’ sınırlamasındaki küçük bilinç de, kimi zaman etki edebildiği, kimi zaman etki edemediği akışın içinde, elinden geleni yapsa dahi büyük bilincin bir uzantısı olmaktan öte değildir. Yani benim doğum lekem de büyük bilincin bendeki bir yansımasından ibarettir. Dönüşüme uğrayacaksa bu da büyük bilincin dönüşümündedir. Tüm bu felsefi görünen kısmı sıyırıp bir kenara bıraktığımda, herşeyi iyi yapmanın mümkün olamayacağını bilen ben ile, herşey iyi olsun diye çırpınan ben’in, aynı kelebeğin iki kanadı gibi, aslen aynı tek amaca götüren iki karşıt ve birlik kuvvet olduğuna uyanırım. Bu uyanış bir yudum şarabın boğazımdan kayarak indiği o esrik an kadar kısa ve kudretlidir; ve tıpkı şarabın damağımda bıraktığı gibi eşsiz ve kalıcı bir iz bırakır.<br /><br />Şarapla felsefe loş salonun çıplak köşelerinde saklambaç oynarken, akşam iki ders boynca merkezimle yeniden bağlantıya geçmiş ve sakinleşmiş halimde günün bana devşirdiği bilgi tohumlarını toplamazsam olmaz. Dokuz çarşambanın birer inci gibi ipe dizildiği günün ortasında, gerilen tellerimin bir bir attığı, kendi sesimi tanımadığım o anda neler çıktı ortaya: Yanımda kimse, en yakınım kişiler dahi olmadan iki-üç gün herşeyden ve herkesten uzaklaşmaya ihtiyacım varmış, bu bir. Herkes birşeyler istiyormuş, benim kendime ayıracak vaktim kalmıyormuş bu iki. Boşalıp rahatlayamıyormuşum bu üç. Kabul, biraz mızmız ve şikayetçi geliyor tüm bunlar kulağa; ama çıkan o sese şaşırarak tanık oldum ve o ses de maskesiz bendim! Bir de söze vuramadığım ama içimde yükselen hisler vardı, sanırım onları söze dökecek kadar gücüm yok bu akşam. Yine de dökebidiklerim üzerinden bir adım atmazsam eğer, kendime haksızlık etmiş olacağım. Daha dengeli, kendime ve iç sesime daha çok vakit ve alan tanıyabildiğim bir yaşam için attığım adımların, dönüp dolaştırıp beni aynı eski tutum ve tavırlarıma geri sürüklemesi çok da bilmediğimiz bir durum değil aslında. Hikaye hayatta ne yaptığımız değil, nasıl yaptığımız. <br /><br />Kadehimi yavaşça çalkalıyorum. Şarap, camın yüzeyinden ince yollar çizerek aşağı kayarken, salonun sessizliğinde, şu anı sadece yazmaya ayırmış olmak, buna alan vermiş olmak müthiş bir haz veriyor bana. Ne yazdığımdan bağımsız, salt sözcükleri işliyor olmak, içinden geçtiğim dar tünelleri belki okuyacak bir kaç kişiyle paylaşıyor olmak. Aslında biliyorum, bana ne gerekli; çok iyi biliyorum bana iyi gelecekleri. Ve farkediyorum nerede kırıldığını herşeyin. Tam şu anda görüyorum. Öncelik listemi alt üst eden şeyin ne olduğunu, tüm tavrı, duruşu, hissi neyin değiştireceğini. Sudaki hava kabarcığı gibi, göz alıcı ışıltılarla, salına salına yükselip, kendimi bir amaca adamışlığın sarhoşluğuyla bir numaraya yerleşmiş olan şey: İşim! Gereğinden çok üstüne titrediğim, kendimden, vaktimden, şu anımdan ve malesef gittikçe kendi duygusal dengemden verdiğim işim. Kendi kuyruğunu yiyen yılan gibiyim. Tutkumdan ve ruhumun hareketinden doğan işim, kendini var eden tutku ve hareketi boğmaya başlıyorsa, bu ancak benim yanlış tutumumdan, kendime yönelik çarpık duruşumdandır. Bunu kalben, samimiyetle fark etmiş, daha geç olmadan kendi gözlerimle görebilmiş olmak, kendi midemde hissetmiş olmak yetti bile bu akşama.. Değdi önümde bir özgürlük heykeli gibi yükselen şişenin içinde dinlenen şarabın her bir damlasına, bugün tıkandığı noktadan fışkıran gözyaşlarına, ve dah anice yanıtsız bekleyen – şimdi yanıtını bulan soruya..<br /><br />Belki de bir sebebi, bir ereği var üst üste dizilen, biriken gerginliğin, gün be gün artan işlerin. Belki aynı döngülere yeniden girip, yeniden aynı kaygılardan, korkulardan geçmemizin daha ince bir sebebi var. Bir kar tanesiyle fark edemediklerini, kimi zaman bir kartopu, kimi zaman bir çığ ile fark edebiliyorsun ancak. İyice artıp sırtını hepten bükmeden yükün, fazla yük taşıdığını göremiyorsun. Taşmadan bardaktaki son damla, dolduğunu bilemiyorsun. Görebilmen, ayrımına varabilmen için olanın, bazen üzerine çullanıp görünür olması gerekiyor tümden.. Diğerleri görse de sende ne olduğunu, sen her zaman kendini göremiyorsun.<br /><br />Bugünki çözülmenin ardından beni kendime geri getiren, akşam verdiğim iki dersti. Derse doğru dağılmış parçalar toparlanıp bütüne katıldı, ayaklarım yere bastı, zihnim toparlandı, merkezimi hissettim ve iki ders boyunca sakinlikle, merkezimden aktım. Ders vermek benim tutkum, ilacım, hazzım. Ders benden, ve sınıftaki her bir gönülden akarken, herşey bütünleniyor ve birliği, teması hissediyorum. Yoga. Birlik. Bütünlük. Bağlantı. Yoga bende, ders verirken bir başka uyanıyor. Ve tam da bu hisle, hareketle başladığım işimin, başka bir yüze bürünmesine, kendi geçmiş kalıplarımın yansımalarıyla gölgelenmesine, form değiştirmesine izin verdiğimi görüyorum, ve bunu kabul ediyorum. Ve şu andan itibaren işimi, doğuşundaki aşkla ve hafiflikle karşılamayı, yoganın bende yarattığı müthiş hisle kucaklamayı ve öncelik sıramda doğru yere yerleştirmeyi seçiyorum. <br /><br />Bütün hediyeleriyle bu zor günü ardımda bırakırken kadehimdeki son bir kaç damlayı yudumlayıp, gecenin gri yaprakları altında sessiz sakin son sözcüklerimi yazıyorum..<br /><br />Huzurlu bir gece, farkında bir gün dileğiyle..<br /><br />DenizDeniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-28122372727600674402011-01-10T17:32:00.002+02:002011-01-10T17:39:53.725+02:00hikaye<a href="http://4.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TSsnsdEZSXI/AAAAAAAAALI/aBdV0sZ5UU4/s1600/kalemmm.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 306px; height: 320px;" src="http://4.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TSsnsdEZSXI/AAAAAAAAALI/aBdV0sZ5UU4/s320/kalemmm.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5560581809589799282" /></a><br />Herkesin en az bir hikayesi var. Kimi hikayelerini anlatmayı sever, kimi çok yakına gelmeyenler görmesin diye saklar gömleğinin üst cebinde. Kimiyse kutulara kapatıp dolapların en üst raflarına kaldırır, bir daha asla anmamak, dile dökmemek üzere. Kimi hikayeler zamanın tozuna, tortusuna karışıp parçalara bölünür, arasına yarı hayal, yarı rüya resimler katılır. Kimi hikayeler onlarca defa anlatılmaktan tekdüzeleşir, ana hatları duvarlara kazınırken hikayeyi canlı kılan kokular, sesler, lezzetler kaybolur. Özü olup söze dökülmeyen nice hikaye gönül ve hafızada en sıcak köşede beklerken, söze dökülüp özü unutulan bir çok hikaye kağıt sayfaların arasında yerini bulur. Yazılıp dillendirilmese, kulaktan kulağa dolanmasa, gizli çekmecelerde saklansa da, her hikaye bir gün doğduğu yaşamlardan süzülüp başka yaşamlara dokunur. Her hikayeyi yaşayan can kadar, hikayeyi dinlediğinde uyanan, silkinen, kendini gören bir can da var. Hikayenin bir doğumu olduğu gibi, varıp yeşereceği diyarlar da var.. <br /><br />Hikayesini dile, kaleme, kalabalıklara dökenin bir kaygısı var elbet; bir arayışı, korkusu veya tutkusu. Hikayesinden uzanarak bilgiyi, deneyimi aktarmak kimi zaman; yaşamın dalgaları kıyıya vurdukça milyonlarca kum tanesi arasından topladığı bir avuç rengarenk deniz minaresini göstermek, aynı gayreti ve vakti ayıramayanlara. Kendi yaşamını, edinim ve hayallerini gerçek kılmak kimi zaman; gezegenin yüzeyini adım adım yürüyen milyonlarca insanın arasında kendi ayak seslerini duyurmak, düş baloncuklarını göğe dizmek, bir yerin kokusunu, tadını, hissini tarif etmek o coğrafyaya, duyguya, deneyime hiç uğramayanlara. Gayesinden bağımsız olarak, hikayesini şekillendiren ve görünür kılan kişi, soyunmaya ve yara izlerini göz önüne dökmeye hazırdır, ya da ayak izlerini bırakmaya cümlelerin arasına, kimi açık gönüllerce okunmak, hissedilmek üzere. Başka bir dünyanın toprağında can bulsa, uzak kültürlere kök salsa da, hikayesinde yaşar bir yandan anlatıcı kişi. Hele de yazıya, sanal yahut gerçek sayfalara yerleşiyorsa hikaye, her sayfaya ellerinin, heyecan ve arzularının kokusu siner yazarın. Hikayeden ayrı, sözcüklerin köprüsünde her bir urgan, yazanın dilinden, gönlünden, kendi öz hikayesinden ilmekler taşır. Yazarın varlığı, hikayenin ufkunda beliren gün ışığı gibidir. Kimi anlar, okur kişi, yazar kişinin gözlerinin içine bakar, yazar kişi de yazarken bilir gözlerine bakacak bir okurun varlığını.. <br /><br />Arada kanlı canlı bir gövde gibi, kendi kaderi ve akışıyla durur hikaye. Anlatanı dinleyene, yazarı okura bağlar. Sanıldığı üzere tek yönlü değil, karşılıklıdır akış; hikayenin bir ucu yaratıldığı, bir ucu uzandığı gönülde.. İki ucu birbirine bağlar hikaye, ikiyi bir eder. Yüzleri, binleri aynı hissin kıyısına taşır, karşı kıyıda hissin doğduğu gönül durur. Her hikaye biraz daha bütünler, tam kılar insanoğlunu, her hikaye bağı derinleştirir. <br /><br />Hikayelerle uyanır insanlar, birbirine yeni gözlerle bakar, gerçek olur yaşamlar. <br />Ve durup dinlese, bilir ki herkes, bir hikayesi vardır doğmayı bekleyen içeride.<br /><br />Yaşamın hızlı adımları arasında ilerlerken dur ve bak içeriye..<br />Peki ya senin hikayen ne?<br />DenizDeniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-56821761879027978082010-11-26T16:58:00.002+02:002010-11-26T17:08:55.442+02:00hep orada<a href="http://4.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TO_NUOVuK_I/AAAAAAAAAK8/klAtF1ZsnUc/s1600/ruh%2Bagaci.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="http://4.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TO_NUOVuK_I/AAAAAAAAAK8/klAtF1ZsnUc/s320/ruh%2Bagaci.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5543875413646650354" /></a><br />İçimden yollar geçti. Kayalara oyulmuş odalar, geçitler, tüneller, kucağında kayısı ağaçları sararan vadiler geçti. Göğün yedi kat altında kurulmuş şehirler, duvarlarda asılı kalmış nice umut ve hayal, bulutlarına arasından göz kırpan gündoğumu geçti. Dili çözülen neyin buruk nağmeleri, taş kubbenin altında baş döndüren gülsuyu rayihası, semazenlerin teslim olmuş gözleri, yüzleri geçti. Bunlar geçedururken, tanımadığım yaprakları açıldı, bilmediğim ezgileri döküldü yüreğimin. Bir yanım dinlenmeksizin yürür, konuşur, gezerken, öbür yanım dinlemeye tutuldu. Dinlerken dinlenen zihin, bir çocuğun elleri gibi meraklı ve duraksız dokunmaya başladı her ne varsa yeniden döndüğünde şehrine. Bir yandan uzaklaşmanın ve rutin düşünce ilmeklerini seyreltmenin getirdiği boş beyaz sayfalar, bir yandan taştan, türbeden, topraktan, başka bir şehrin insanlarından bana sakin buseler gibi kalan bilinmedik, ılıh bir ilham. <br /><br />Evime başka gözlerle baktım, işime, şehrime, kendime. Bakıp da göremediğim nice şey görünür oluverdi. Gürültü ve kalabalıklardan örülü sarmaşıklar başımı, kendine bakmayı reddeden insanların şikayet ve sızlanmalarından örülü ağlar kalbimi sarıp kuşatmadan kalmayı istedim. Herşeye yepyeni gözlerle bakabilmeyi bir süre daha. Yogama, derslerime, dokunuşlarıma dokunan bu tatlı ıssızlık, yumuşaklık, duyarlılık sürsün.. Nitekim kaldı benimle bu ılık, yavaş ve başka bir yerden konuşan danseder hal. Ve yaşam, bu kendiliğinden gelip içime yerleşen arpa boyu merkezlenmeyi sınamaya başladı kaşla göz arasında. Mücadele, çekişme ve itişme sızmaya başladı her köşeden, yeniden. Birazı tanık olduğum, birazı maruz kaldığım, birazı etrafımda dönen. İzlerken içine çekilmeden, yanıtlarken nefesimle ve bedenimle bağ kurarak kalmayı denedim. Ama gelip içime bıçak gibi dayanan bir hal yine geçemediğim köprü oldu..<br /><br />Bir insan kendi acısıyla başa çıkabilir. Acısını drama çevirmemeyi, kabul edip sahiplenmeyi, ardından acısına neden olanları onurlandırıp geride bırakmayı öğrenebilir. Ama insan en sevdiği insanların acısına tanık olmayla baş edemeyebilir. Ben, sevdiğim insanların çaresiz ve çözümsüzce derinleşen düğümleriyle, kilitlenmeleriyle, akan gözyaşlarıyla, üzüntüleriyle baş edemiyorum. Merkezimde kalıp onların acısını içselleştirmemek, empati kurarak destek vermek ama acıyı içime almamak, sahiplenmemek bana bencillik gibi geliyor. Kendimi dışarıda tutmak beni korurken, onlara büyük bir haksızlık yapmışım gibi hissetmekten kendimi alamıyorum. Sanki onların acılarını, mutsuzluklarını onarmak için adım atmazsam bana düşeni yapmamış gibi hissediyorum. Bir doğrusu, bir yanlışı yok belki de tavrın. İnsan, yaşam kaynağından dökülürken attığı her adımda belirliyor kim olduğunu, veya deneyimliyor. Duyarsızlaşma sınırına varmayacak kadar dışında kalabilmek, içinde tutuşup yanmayacak kadar yakınlaşabilmek esas hikaye. Ve bu hikayeyi ruhen kavrayana kadar vicdani salınımlar içinde yoğruluyoruz. İnsanın anasının, babasının, kardeşinin, kocasının, karısının kaderine ve belki de kendini yineleyen yaşam örgüsüne saygı duymayı, bunu onurlandırmayı öğrenmesi gerek. Herşey elimizde değil..<br /><br />Dahil olmanın ve hariç olmanın kıyılarında salınırken eteklerim, semahın orta yerinde fışkıran gözyaşlarımın gölgesi tenimde hala. Tepeden tırnağa aşka teslim, aşk ile dönen beyaz silüetler zihnimin kalabalık duvarlarını beyaza boyayarak dönmeye, dönmeye devam ediyor. Kalbimde uyananı, aklımla bulduklarımla aynı tasa bırakıyorum her akşam. Tasta mayalanadursun her ne varsa, sakin uykuya dalarken başucumda yanyana dizili sarı yapraklar, teslimiyet taşı ve çilehaneden hatıra tesbihim. Anlamlarına erişmenin hayalinde değil, ilhamının peşindeyim aşkın. Bir defa içime dokunduysa, hep oradadır; bir defa geçtiyse içimden bir tutam toprak, bir sarı yaprak, bir ağacın kokusu, hep oradadır. Vadilerin kızıl sessizliği, yürünmekle bitmeyen yollar, halk ozanlarının dizeleri, hep oradadır…<br /><br />Yeni gözlerle bakmak için her bir nefese, <br />Daha nice diyarlar gezmeli kim bilir hem iç, hem dış alemde...<br /><br />DenizDeniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-88313222801941558462010-09-12T13:25:00.002+03:002010-09-12T13:27:03.273+03:00bırak<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://2.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TIyqt0MYKJI/AAAAAAAAAKs/O1xLgwbNj10/s1600/waves.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="http://2.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TIyqt0MYKJI/AAAAAAAAAKs/O1xLgwbNj10/s320/waves.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5515971347703408786" /></a><br />Düşünce ve duygu ayağında yoğunluk dolu bir sürecin son kavşağı olduğuna inanmak istediğim soru işaretleri ve değişken hislerle dolu yağmurlu bir Pazar. Şehir, soğuk gibi görünen basık ve puslu bir örtüye bürünmüş. Haftalardır gözümün değdiği heryerde asılı duran propaganda ilanlarının boşa düştüğü sabahtayım. Son bir haftanın duygusal çözülmelerine ayak uyduran bedenim erken başlayan periyodumla karnımın ortasına bir yumruk yerleştirirken, 11 Eylül ve 12 Eylül gibi iki ağır travmalı tarihin tortusunu üst üste bindiren takvimin üzerine inceden damlamaya başladı yağmur. Gözlerimi açtığım anda aldığım vefat haberiyle çerçevesi çizilen gün, yıldırım ve gökgürültüleri arasında kocaman bir gölge gibi değdiği her yerin ışığını emiyor. Ölüm hayatın en sorgusuz gerçeği. Bu gerçeği içeri alıp, varlığın ve yokluğun bilinciyle şu anı yaşamak, şu anda olmak ve anın hakkını vermek tek yolum; bilerek, hissederek, içime çekerek. <br /><br />Tatilleri gözüm kapalı bir kaçışa çevirme isteğime karşı, hayat bana o an ihtiyacım olan çözülmeyi veriyor. Bazen çok art arda gelse de bu kendimle ve yaşamla karşılaşma anları, kendimle kalmaya vaktim olması hazmetmeyi ve gevşeyip izlemeyi kolaylaştırıyor. Yakınımda gördükçe beni öfkelendiren iradesizliğin başka bir boyutta kendi iradesizliğimin bir yansıması, ülkeme hakim olan ve gördükçe midemi bulandıran ayrımcılığın kendi saklı ayrımcılığımın karşıt bir yansıması, insanlarda eleştirip durduğum hırsın farklı ölçek ve yönelimdeki kendi hırsımın bir yansıması olduğunu yakından izlememi ve tanık olduğum gerçeğe, gölgeye dayanabilmemi, tüm bunların bendeki varlığına şefkatle yaklaşabilmemi sağlıyor. Kendimle kalmaya vakit ayırabildiğimde meditasyon hali daha kolay erişilebilir oluyor. Sakinlik ve sessizlik içinde kalıp, bir bebeğe bakar gibi şefkatle bakabilmek, “bu bende nasıl olabilir?” öfkesine, utancına veya üzüntüsüne, yani kendime yönelik yıkıcı ikincil düşünceler ve buradan doğacak yıkıcı duygulara kapılma olasılığını azaltıyor. Sistemin nasıl işlediğini anlama patikasına hiç girmiyorum, yani bendeki bastırılmış iradesizlik mi çevremdeki insanlarda düşük iradeyi ortaya çıkaracak aksi yöndeki enerjiyi sağlıyor, yoksa bendeki bastırılmış iradesizlik yüzünden mi ben iradesizliği görmeye daha yatkın ve bundan etkilenir oluyorum, yoksa kavranamaz bir bilinç dokunuşuyla bir çok iradesizlik örneğini bir mıknatıs gibi, kendimi anlamak ve şifalandırmaya uyanmak için ben mi kendime çekiyorum..? Hangisi veya hangileri olduğu veya bunun dibindeki müthiş sistemi çözüp cevabı verme ego tuzağına kapılırsam bunun sonu yok; buna kafa yormanın, bu konuda yazılmış onlarca kitabı hatim etmenin, veya aralarına yeni bir kitap eklemenin faydası yok. Faydası olan, kendimi görmek, gördüğümle kalmak. Herşeyde varolan sonsuz sevgiyi, her bir hücremde varolan sonsuz bilinci davet etmek ve sadece sevmek. Yogayı, dokunmayı, yemek yapmayı, yürümeyi, koklamayı, dans etmeyi, her eylemi sevgiye adamak, sevginin uyanması ve herşeyi sarmalaması için duvarları, katılaşmış kuralları, dirençleri ve kalıpları bırakmak. Gevşemek, bir sahil gibi, açılıp, sakinlikle yayılmak ve sevginin dalga dalga beni kavrayıp yıkamasına izin vermek...<br /><br />Günün ve haftanın beni yoran kederli haberlerini, yaşadığım ülkenin geçirdiği buhran ve bölünmeyi, zihnen çözemediğim çatışmanın bedenime sirayetini ve karar süreçlerinin kimi zaman yarattığı suni gerginliği sımsıkı tuttuğum avuçlarımı aralayıp yavaş yavaş bırakıyorum. Tepkimi dürüstçe, insanca, samimiyetle ortaya koyup, olay ve durumlara tutunmayı bırakıyorum. Kimi zaman bir durum ya da olaya sımsıkı tutunmaya devam etmek, elektrik geçen bir teli inatla tutmaya benziyor. Sürekli olarak dikkati belli durumlara takılı bırakmak, zihni kaldıramayacağı bir yüke maruz bırakıp allak bullak ediyor. Art arda gelip çarpsa, canımızı acıtsa, içimizi burksa da, tutunmaya ve takılmaya değil, elimizden geleni yapıp, gerisini yaşama bırakmaya yönelmek, beden için de zihin için de en sağlıklısı.. Aynı şey farkına vardığımız ve uyandığımız gerçekler için de geçerli. Bir uyanış, bir silkinme anında zaten bilinç, varlık dönüşüyor; uyanışın ve farkedilenin üzerinde kalıp, bununla bir üstünlük tatmini yaşamak, bundan gurur duymak ya da farkındalığa neden olan olayın posasına sımsıkı sarılmak, vesile olana tutunup kalmak: Her iki tavır da yeniden sınırlayıcı kalıplar örmeye, gölgeyi büyütmeye ve bütünlük halini dağıtmaya başlıyor. <br /><br />Ne olanın tortusunu sakla avuçlarında, ne de tutunmaya çalış bir kayaya; arala parmaklarını, aç kollarını, nehrin akışına bırak varlığını... <br />Ne öğrendiğinle övünüp gururlan, ne de tutunup kal yakaladığın bilgiye; farkındalık ayrılık değil, bütünlük getirir çünkü, ve her an yeniden, yeniye uyanacak açıklığı...<br /><br />Sevgiye, sevgiyle...<br />DenizDeniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-59855609663226361692010-09-02T03:45:00.003+03:002010-09-02T03:51:46.859+03:00uyuyamayan<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://1.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TH703JtEK3I/AAAAAAAAAKk/WDpi1H-zoSA/s1600/gece2+%5BDesktop+Resolution%5D.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 228px; height: 320px;" src="http://1.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TH703JtEK3I/AAAAAAAAAKk/WDpi1H-zoSA/s320/gece2+%5BDesktop+Resolution%5D.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5512112222282984306" /></a> Uyku düzenim orta yerinden çatladı. Nemli yaz akşamları kararmaya, Eylül Ağustos’a çelme takmaya, Merkür inceden gerilemeye başlarken benim güzelim ılık uykum çalkalanıverdi son bir haftada. Nefesten yogaya, gevşeme teknikleri ve aromaterapik yağlara dokunduğum her şey bir nebze ferahlık ve gevşeme getirse de, organizma zaman içinde bir takla atmışcasına tersine dönüverdi işte. Yanımda mışıl mışıl uyuyan Altan’a iç geçirerek bakıyor, uykuyu davet eden tüm ritüelleri sıralıyor, neticede dönüp dolanıp savaşmayı bırakıyor, ya bir kitaba, ya i-pod’a ya da laptop’a uzanıyorum. Sanki zihnim başımdan midemin orta yerine inmiş gibi, gövdemin merkezinden bir güç kaldırıyor beni, adım adım yürütüp bir meşgaleye sardırıyor. Uzun uzun okuyup, yazıp, dergi karıştırıp zihin kendiliğinden yayılmaya, gözkapaklarım çaresizce kapanmaya başlayana dek aktif kalıyorum. Hele bir de bana dokunan birşeyler olduysa o günün ortasında, onunla, kendimle bir hesaplaşma süreci de bölebiliyor uykumu. Bu gece sadece beden uykuya direniyor, ama bir kaç gece öncesinde, içimdeki gelgit yavaşlayana kadar ağrıdan çatlayan başım ve bir parça iç mücadeleyle geçti gecenin tam yarısı...<br /><br />Yaşını başını almış birinin uzun uzadıya ama inceden eleştirdiği bir seçimimi, küstah veya kaba görünmemek adına savunmadığım, 40 dakikaya yakın vaazını dinlediğim ve saygısızlık etmemek için yutkunup sadece başımı salladığım bir akşamın ardından, tepkiler ve duygular cümbüşümle karşılaştım gecenin kaç saati boyunca. Neticede, kendi tercih ve yolumu anlatsam dahi dinlemeyecek, dinlese de kendi değer ve yargı sisteminde yerleştiremeyecek bu insanın yaşına, başına ve mertebesine hürmet edip susmuş olduğum için kendimi doğru bir karar vermiş buldum. Yine de onun kabarmış “ben bilirim” duygusu, benim sınırlarıma hiç çekinmeden dalıvermesi ve benim tecrübemi kendi geçmiş tecrübesiyle karşılaştırıp kendi hatasını bana biçmesi içimi daralttı. Onun baskın egosu dürtükledikçe huysuzlanıp karşı saldırıya geçmek için şişen egom “Benden yaşça çok büyük olabilirsin ama sen benim hayatımı yaşamadın, benim duygusal ve ruhsal süreçlerimden geçmedin, benim deneyimimi bilemezsin ve böyle hunharca iddia edemezsin!!!” diye bas bas bağırmak istedi. Tabi bu şansı bulamayınca hiddeti yavaş yavaş söndü, sönümlendi. Ama bana geride bıraktığı bilgi, hala diğerlerinin, her kim olurlarsa olsunlar benim zekamı, derinliğimi ve kişiliğimi takdir etmelerini beklediğim oldu. Ve bu takdir yerine, taban tabana zıt yaşam öncelikleri olan ve adab-ı muaşerete göre saygı göstermem gereken bir kişinin kendi değerler ekseninde beni dilediğince yargılayıp “ileride benim de anlayacağımı” da ekleyerek konuyu kapatmasının beni nasıl öfkelendirdiği!<br /><br />Kabul; dönüp dolaşıp insanların takdirini, açık görüşle beni görmelerini, anlamalarını bekliyor bir yanım. Ve evet, artık çoğu durumda tümüyle eriyip gitti bu beklenti. Sınırlarımı tanımayıp, geçip, bir de beni neredeyse üzerek kendi doğrusunu dayatmaya çalışan biri olduğunda, ya gerekeni söyleyip onu sınırdışı ediyorum, ya da anlaması ve yeniden yorumlaması için bir şans veriyorum; beni kabul edip onaylamasını beklemiyorum. Fakat bunları yapma fırsatını, kişinin yaşı, oturduğu koltuk veya kimliği nedeniyle kendi ellerimle bir kenara koyduğum bu olayda, yani kendi içimden fışkıran doğruyu, yanıtı orada ifade etmediğim o akşamda, o kişinin beni kendi çizip içine oturttuğu saçma şablonun bir parçası olarak görüyor olması bana dokundu! Hayatımın dışındaki, kırk yılda bir nezaketen gördüğüm bir kişinin, kendi dünyasında söyledikleri ve bana yaklaşımı bana ne diye dokundu? Kim olursa olsun, ve kendini hangi yetkide görürse görsün benimle böyle konuşmaya hakkı olmadığına inandığım için dokundu. Onu kendi dünyasına bırakıp, kendi iç gerginliğimi gevşetip olayı ardımda bırakmam zaman alacak sanırım, zira bu satırları yazdığıma göre, öfkem ve tepkim hala dipdiri ve benimle!<br /><br />Yaş ve tecrübe kimi insanları kemikleşmiş, katılaşmış, tüm esnekliğini yitirmiş bir doğrular yığınının içine yerleştiriyor. Her birimiz yaşamda geçirdiğimiz yıllar devrildikçe, bilgi ve deneyimin birikimiyle dolmaya, bir doğrular sistemi oluşturmaya ve kendi doğru bildiklerimizde netleşmeye başlıyoruz. Hiyerarşi, yaşı ve tecrübesi daha fazla olan kişiyi dinle diyor. Oysa Osho’nun “Çocuk” ve “Olgunluk” kitaplarını okudukça, aslında yaş almanın, geleneksel yaklaşımda kişiyi olgunlaştırmak, zekasını uyandırmak, bilgeliğe yaklaştırmak ve özgürleştirmek yerine çoğunlukla kişiyi katılaştırdığını, kabuklarını güçlendirip, hafızadan, tecrübeden örülü bir kalıp yarattığını, bu katı kalıbın içinde kişinin gittikçe daha çok bilgi içinde atıl ve sönük kalmaya başladığını anladım. Tecrübe, çoğu kez potansiyelin ve önümüzdeki sonsuz seçeneklerin budanmasında kullanılan bir tırpana dönüşüyor; aldığımız darbeler, yaşanan acı ve düş kırıklıkları ile kişi korku ve sıkı sınırlar oluşturuyor. Ve sonsuz açıklıkta, pırıl pırıl parlayan, yaşam, coşku ve özgürlük saçan bir çocuk, tecrübeyle, bilgiyle, hiyerarşik yaklaşımın getirdiği dev egoyla ağır ağır baskılanıyor, yönlendiriliyor, gereksiz bilgi ve kalıplarla koşullandırılıyor. Oysa Osho’nun dediği gibi, hepimizin çocuklardan öğreneceği çok şey var; onlara birşeyler öğretmek yerine, onlara olup kalpten hissetmeyi, yeni ve şaşırtıcı fikir ve sorularını dinlemeyi, oyunların katılıp yeniden coşkuyu, zekayı, bedeni hissetmeyi öğrenebiliriz. Ve her birimiz, bizden yaşça daha küçük olanları, daha yeni nesilleri dinlemeyi öğrenmeliyiz; onlar daha kısa süredir bu yaşamda, ve büyük olasılıkla bizden daha az koşullanmış durumdalar, daha çok soru sorabiliyorlar ve daha parlak fikirlerle dolular. Bizden daha cesur, meraklı, hareketli ve enerji dolular. Yaşam onlarda daha akışkan. Yıllar geçtikçe bu akışkanlık azalıyor. Yaşamın içlerinde aktığı, coşkunun ve neşenin kaynağı olanları dinlemek gerekli. Her ne kadar bizden öncekilerin deneyimlerinden damıttığı pek çok bilgiyle, sistemle, bilim ve teknikle ilerlese de uygarlık, dedelerimiz ve babalarımızdan gelen tüm bilginin ötesinde, bizden sonra doğanların durgunlaşmamış, bulanmamış, tortulanmamış enerjisiyle aydınlanıyor dünya.. Daha korkusuz, daha açık ve cesur zihinler onlar...<br /><br />Bundan 3 sene kadar önceydi sanırım, bir kırılma noktası yaşadım. Yıllarca kardeşime bir arkadaştan çok abla, hatta ebeveyn gibi hissettiğim, onca içiçeliğimize ve sırdaşlığımıza, can yoldaşlığımıza rağmen bana danıştığı durumlarda ona tavsiyede bulunurken, kendi tecrübelerimden yola çıkarak kimi zaman korkularımı, kaygılarımı sözlere döktüğümü, çoğu kez koruyucu yanımın gereksiz miktarda öne çıktığını ancak üç yıl önce anlayabildim ve kabul ettim. O gün Canset’in önünde oturup, “Bugüne dek bilerek veya bilmeyerek sana aktardığım ve bilinçaltına ilettiğim tüm korkularım, kaygılarım ve kendi deneyimlerimden dolayı sana verdiğim taraflı tavsiyeler için özür dilerim.” dedim. Dışarıdan en rahat ablalardan biri gibi görünürken içten içe kendi korku ve travmalarımın izlerini nasıl ona yansıttığımı anladığımda içten bir özür dilemek şart olmuştu. Tabi ki işin en aydınlık yanı, Canset’in doğasında yatan pırıl pırıl aslanın, o güne dek benim farkederek ve farketmeyerek ona sunduğum herşeyi silkeleyip içinden sadece kendine doğru gelenleri almasıydı. Bu onun doğası. Ve o andan itibaren, ne zaman benimle konuşsa veya bana danışsa, ona, kendi doğrusunu bulmasına rehberlik edecek doğru sorularla cevap vermeye çalıştım. Mümkün olduğunca dinleyerek, varlığını hissederek, kalben onunla olarak ve kendi yolunu bulmasını sabote edecek taraflı cümleler kullanmamaya özen göstererek. Hatta o konuşmamızdan sonra ben ondan öğrenmek için açtım kendimi, onun doğuştan gelen sorgulayıcı ve başına buyruk duruşundan çok ilham aldım. Benden küçük diye yıllarca ‘korumaya’ çalıştığım güzel varlık, benim gereksiz katmanlarımı soymak için öncü isyan birliğiymiş meğer...<br /><br />Sözün özü, çocukları, bebekleri, gençleri dinlemeli.. Bizden büyükler de kendi ego çemberini kırıp biraz bizleri dinlemeli. Her bireyin, hele de daha özgür beyinlerin kendini ifade etmesine izin verilmeli, bizim görebildiğimizin, damıtabildiğimizin ötesini görebilen gözlerin gördüklerini anlamaya alan verilmeli. Tecrübe, değerli bir veri kaynağı da olsa, kimi zaman geride bırakılıp maceraya atılabilmeli. Öğütler hiç bir zaman yerine ulaşmayacağı bilinerek kısa kesilmeli. Dünya deneyimi kimi zaman güveni kıran, acı ve buruklukla dolu olsa da, yeniye yer açmak, yeniden başlamak için cesaretle adım atılabilmeli. Birileri öyle yazmış, inanmış ve anlatmış diye bize anlatılanlara takılıp kalmak yerine, her birimiz kendi hikayesini kurmak için yelkeni açıp limandan ayrılabilmeli. Korku kültürüyle büyüdüğümüz bir toplumda, gömlek gömlek bu korkuların zincirlerinden özgürleşip, kendi korkularımızla barış edip, bizden taşmasına gerek kalmadığı bir bütünlük hali kurulabilmeli. Bu bütünlük ve birlik halinden akabilmeli yaşam, bizlerin çocukları cesaret, aşk ve özgürlük hikayeleriyle büyümeli. Kim olursa olsun, kimsenin hayalleri küçümsenmemeli, insan, hele de çocuk asla karşılaştırılmamalı. Bugün gerçek olan herşeyin bir vakit bir düşten ibaret olduğu hatırlanıp, düşlere ve kalben atılan adımlara destek verilmeli..!<br /><br />Daha neler neler yapılmalı ve edilmeli, ancak şehrin bu en sessiz saatinde, uyku saklambaçın en katmerlisindeyken, belki de ekranı kapatıp yatağa doğru yavaştan yürünmeli. Oysa hala gözkapaklarımın ardından cin gibi bakan gözlerim, beyaz ışıkla daha da uyarılmış halde pek bir uyanıklar. Bir kaç gece öncenin öfkesi ve içimden fışkıran cümleleri dökülüverdi gerçi, ama bu gecenin uykusuzluğuna bir çare olu mu derseniz, hayır! Merkür gerilerken hepimizin ayakları biraz dolandı; benim de en çok ifade ve seyahat alanıma çomak sokan Merkür, iç hesaplaşma ve meditasyon sürecine ise beklenmedik bir yoğunluk kattı. Uykum üzerinde de etkili oldu mu bilmem, ama böyle giderse benim içsel saat tam tersine dönecek..!<br /><br />İyi geceler ve kocaman bir <span style="font-weight:bold;">günaydın</span> derken, Özdemir Asaf’ın sevdiğim bir sözüyle bitiriyorum:<br /><span style="font-style:italic;">“Öğüt, zamanında taze yenmemiş bir ekmeği, başkasına bayat yedirme denemesidir...”</span><br /><br />DenizDeniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-3238495891988305182010-08-26T11:14:00.004+03:002010-08-26T12:12:00.467+03:00tatlı boşluk<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://2.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/THYoSTjACHI/AAAAAAAAAKU/4_zScg_eBB8/s1600/DSC08562.JPG"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="http://2.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/THYoSTjACHI/AAAAAAAAAKU/4_zScg_eBB8/s320/DSC08562.JPG" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5509635489084213362" /></a> Şeftali kahvaltımı doğradım, dolunaya bulanmış geceyi ardımda bırakıp güne başladım. Uzun ağlamanın etkisiyle kasılıp, gevşeyip bütün tortu stressinden arınmış yüzüm düz bir deniz yüzeyi gibi sakin. İçimde ne büyük bir coşku, ne de keder var. İçimde, içine yeniyi almaya açık kocaman bir boşluk var. Seviyorum boşluğu, sevmeye başladım yıldan yıla. Her boşluğa bir cümle, bir kelime, bir program sıkıştırmayı pek seven yapım da değişiyor algım gibi, tenim gibi, yaşamdan beklentilerim gibi günden güne. Boşluğun getirdiği taze ve aydınlık havayı, nefes almaya açılan kocaman alanı seviyorum. Güne hafiflemiş başlarken, gecenin uykusuz saatlerinde yazıp hazırladığım notlar bana bugüne katacaklarımı hatırlatıyor. Bir kaç gündür baş ucuma çakılan lap top’ı alıp salona indiriyorum, kase dolusu buram buram yaz kokan şeftalimi kıyıma çekiyorum, evi hızla toparlayıp esas işe başlamadan önce biraz yazmak için vakit ayırıyorum.<br /><br />Kuzenim Görkem aradı az önce; gecenin üçünde hala işinin başında çalışırken yazımı okumuş, bir de yorum atmış, sonra da sesimi duymaya karar vermiş. “Ben de şöyle bir ağlayabilsem dedim içimden yazını okuyunca” dedi, “Kadınlar daha kolay bırakıyorlar kendilerini gözyaşlarına, biz de içimize atıp atıp saçları döküyoruz! Bizim için ancak ağlamaya neden elle tutulur bir olay olacak ki ağlayabilelim”. Genellemeler her bünyeye uymasa da, çoğumuzun bildiği gözlemlediği bir gerçek bu. Erkeğin koşullandırılması, erkek çocuğun yetiştirilmesinde var göz yaşı dökmemek, zayıf görünmemek, “erkek” gibi davranmak. Belki çocuğa, koşullandırmaya, psikolojiye dair okumuş ve farkındalığı uyanmaya başlamış bir aile, şimdi, oğlunu böyle kodlamıyor; ama bizlerin arkadaşlarımız, eşlerimiz, kardeş, kuzen ve hatta babalarımız neslindeki çoğu erkek böyle güçlü görünmeye, öfkesini dışa vurabilse de acısını ve düş kırıklığını dile getirmemeye, kederi içinde hapsetmeye koşullandırılmış. Belki yas tutarken dahi çok ağlayamamış, kadınlarına güçlü birer dayanak olmak istemiş, bir araya geldiklerinde sohbeti hep yüzeyde tutup duygulara girmemeye özen göstermiş ve içlerinde saatli bombayla gezmeye başlamış erkeklerimiz. Düşünüyorum da biz kadınlar bir araya geldiğimizde, üç beş sohbet, olay ve durumu aktardıktan sonra hemen derine, insan davranışlarının kaynağına, kendi korku ve kaygılarımıza, heyecan ve aşkımıza, kısacası nasıl hissettiğimize kırarız dümeni. Duygularımızı anlatır, ifade eder, diğerlerinin duygu ve benzer deneyimlerindeki hisleriyle sağlama yapar, birbirimizin yorumlarını alır, hissetme ve empati kurma alanında yayılır dururuz. Eşimden, erkek dostlarımdan algıladığımsa, genelde erkek kardeşlerin ve arkadaşların kendi duygusal koruma alanlarını kapalı tutmaya, bir katmanın hep üzerinde kalarak iletişim kurmaya alışık oldukları yönünde. Altan bana bir olayı aktardığında, “Peki nasıl hissediyormuş?” diye sorduğumda, genelde bir cevap yoktur. Varsayılan histir cevap, veya “anlatmadı..”dır. Çoğu kadının bir cerrah inceliğiyle açıp içine daldığı tenin üzerinde kalır çoğu erkeğin kendi cinsiyle sohbeti. Karıyer, hobiler, arkadaşlar, tatiller, filmler, müzik, teknoloji, kadınlar ve daha neler.. ama çok ender bir erkeği diğerine ilişkisindeki kısır döngüyü anlatırken, ondan hislerine ve duruma dair ince yorumlar isterken duydum. İşte bu iletişime dahi açılamayan hassas bölgede yıllarca birikenler düşünülürse, bir erkekteki patlamanın daha ani, daha güçlü, ve belki de fiziksel bedende olması kaçınılmaz. <br /><br />Görkem’le uzun uzun sohbet sonrası kahkahalarla kapattık telefonu. Bir kadınla konuşuyor olsam hüzünlü detaylara girip uzatabilirdim muhtemelen, zira aklıma gelen ilk beş isim de sormaya devam ederdi. Oysa Görkem’le az sonra hayata dağıldı sohbet, işe, günlük tempoya, aileye, daha nice şeye. İyi geldi kuzenin destek sesi; ardarda patlayan esprilerle iyice dağıldı dikkatim. Gevşedim ve güne başladım. Açınca monitörü, güzel insanların güzel yorumlarını gördüm bir bir; vakit ayrılıp, hissederek, empatiyle, sevgiyle, deneyimle yazılmış. Teşekkür ettim hayata, dostlarım, ailem için.<br /><br />Bugün yazılacak yazım, yapılacak duyurularım, atılacak e-maillerim bol. Derin bir nefes alıp kalbimin etrafını yaşamla sarmalıyorum, son şeftali dilimi ağzımda yayılırken yazının sonuna demir atıp, yükselen güneşe ayak uydurmaya başlıyorum. Bedenimin dolambaçsız dilini saygıyla dinlerken, içimin tatlı boşluğu ışıldıyor...<br /><br />“Günaydın” diyorum, geç de olsa. Gün, aydın.<br /><br />DenizDeniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-47593194956116913352010-08-26T01:39:00.004+03:002010-08-26T03:29:20.283+03:00boğulma<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://4.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/THWefuBm11I/AAAAAAAAAKE/vXYgTO7KZpk/s1600/tree+way+florence.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="http://4.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/THWefuBm11I/AAAAAAAAAKE/vXYgTO7KZpk/s320/tree+way+florence.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5509483986925573970" /></a><br />Bazen o kadar çok duygu yığılıveriyor ki üst üste, boğulacak gibi oluyorum. Midemden boğazıma doğru ağır ağır yükselen daralma hissiyle nefes almakta güçlük çekmeye başlıyorum. Uzun aralıklarla da olsa yaşıyorum bu duygusal boğulmayı. Yok hayır düşünceler, hesaplar, planlar, yapılacak işlerle hiç alakası yok. Düşünce seviyesinde değil, midemin ortasında ifade bulmayı bekleyen ama benim o yana bakmadığım duygular katmanında. Düş kırıklıklarının bir kaç damla yaşa dökülmeyi beklediği, sevdiğim insanların yaşamda haksızlığa uğradıklarını hissettiğim her anda içimde biriken burukluğun kök saldığı, yüzeyden el etek çeken derin tohum korkuların doğurduğu öfke saçaklarının dans ettiği yer burası. Tükürmek isterken yutkunduklarımın, yutsam da mideme oturanların, isteyip de bir yandan korktuklarımın, başaramamaktan korktuklarımın, daha kötüsü başarmaktan korktuklarımın beklediği yer...<br /><br />Dudaklarımdan, gözlerimden, kalemimden dışarı dökülemeyenlerin kaynayıp durduğu ve biriktikçe her günün üzerinde ince bir bulantı tabakası gibi yayılan duyguların birbirine karıştığı, birbirini kabarttığı yerden başlıyor yükselmeye bu duygusal boğulma. Meditasyonla - oturarak, dans ederek, şarkı veya mantra söyleyerek, dokunarak rahatlayan, dökülen, dengelenen bir yer burası. Bir süre üstünkörü baktığımda, dinlemeyi ve ifade etmeyi bıraktığımda ise birikmeye başlıyor; ardından bir de ani engebe, dönemeç ve virajlar üst üste geldiğinde duygu yığını boğazıma doğru tırmanışa geçiyor. Yere çarptığım bir yastık, veya kasılan midemden yukarı patlayan bir ağıt olup, hıçkırıklarla bedenimden boşalana dek beni sarsıyor. Bu ani patlayan boşalma öylesine bağımsız ki benden, beden sarsılarak ağlarken, duygular bir renk cümbüşü gibi iç içe geçerek ifade bulurken andan ana geri çekilip kendimi görüyor, izliyor, olan bitene tanık olurken “Nasıl oldu bu şimdi ya, gayet iyiydim bir saat önce?” diyorum bir yandan. “Bu kadar sarsılacak ne var ki?” diyor zihin. Oysa ne oluyorsa duygu-beden ekseninde oluyor. Zihnin biriktirdiği toksinin hislerden çarpıtarak damıttığı ve midemin içine tıktığı tüm duyguları temizleyip kendini bu yıpratıcı karışımdan arındıran yine zekasına hayran olduğum beden. Çünkü beden yalan söylemiyor. Beden daima dürüst, ve yolu gösteriyor. O bulantıyla, o göğsümü sıkıştıran darlıkla, o neşesizlikle. Ve ben değilim başlatan bu temizliği, tıpkı her bir hücrenin kendi çeperleri içindeki gereksiz maddeleri toplayıp seçici geçirgen zarından dışarı atması gibi, tıpkı dokuların kendini mevcut tüm kaynaklarla genlerin izin verdiği ölçüde onarması gibi, tıpkı iyi gelmeyen besin veya içeceği kasıla kasıla dışa atan mide gibi, bedenin bütünü, tüm hücresel zeka bir araya gelip kendini zaman içinde hasta edecek bu duygusal yükün, zehirin atılması için sinyaller veriyor ve en temel sistemleri devreye sokuyor. Ve bedenine izin veren insan, fiziksel atıklar gibi duygusal atıkları da boşaltacak bir zekanın kendi yöntemini uygulamasına izin vermiş oluyor. Ağlamak, bağırmak, belki yastıklara vurmak, belki bedenen sarsılmak, sallanmak.. Bu aşamaya geldiği halde bedenini, hislerini dinlemeyen, bedenin boşalmasına izin vermeyen insan ise ancak mevcut gerginliği daha da büyümeye terk etmiş, daha da derine itmiş oluyor. Beden en katı en elle tutulur katman; burada dahi hissedebildiğin bir sıkıntı varsa, artık düşünceden duyguya, duygudan fiziksel boyuta kadar inip bas bas bağırmaya başlamış yığına bakma zamanı gelmiş de geçiyor. Ve bakmadıysan artık bedendeki sıkışmış gerginlik, hormonlardan başlayarak sistemi zorlamaya, hasara uğratmaya, yormaya, kim bilir belki fonksiyon bozukluklarına doğru götürmeye başlıyor...<br /><br />Hıçkırıklar durulup, göz kapaklarım hafifleyip, yoğun boşalmanın ardından nefesim derin ve engelsiz bir hale geldiğinde, bu içsel manevrayla bertaraf olan duygusal boğulmadan geriye sadece neleri içime tıkabildiğime dair apaçık resimler kalıyor. Birine “Korkma” derken ona güç vermek için kendi korkumu nasıl sakladığımı, birine tepeden tırnağa güvenip ondan darbe aldığımda sanki buna hazırmışım gibi rahat davranmaya gayret ederken içimde kalan kırıklığı, kendimden beklentilerimi gerçekleştiremediğimde oluşan ve yoksaymaya yöneldiğim memnuniyetsizliği, korkumun nasıl da benden bağımsız bir çok durumu algılayışımı çarpıtabildiğini görüyorum. Aylarca dengeli sularda yelkeni rüzgara göre çevirip, göğü ve havayı takip edip, denize kulak verip denizle hareket etmeyi öğrendikten sonra, biraz gözlerimin daldığı bir vakit aniden tepetaklak olmak daima mümkün, görüyorum. <br /><br />Hep farkında kalacak, farkında olduklarının akıp ifade bulmasına izin verecek, kim ve ne pahasına olursa olsun içine atıp bırakmayacaksın. Biraz gözden kaçırdıysan, merkezinden koptuysan, hissetmediğin gibi davrandığın durumlar atlattıysan da içinde biriken ve biriktikçe seni tıkayan duygusal düğümü çözülmeye, boşalmaya bırakmanın bir yolunu bulacaksın. Hiç biri olmadıysa ve aniden gözlerinden yaşların, dudaklarından bir ağıtın dökülmeye başladığını, yastıkları yumruklayıp bağırmak istediğini farkettiysen de, kendine güvende hissettiğin bir ortamda bu gelen itkiyi serbest bırakıp, içindeki tıkılı bin bir duygunun bir bir dökülmesine alan ve zaman açacaksın... Dürüstlük, duyarlılık ve açıklıkla durup, sadece sevgiyle, sabırla, tanık olarak orada kalacaksın. Ta ki duygusal birikinti yerini saf boşluğa bırakana dek...<br />İşte o zaman şifa kendiliğinden gelecek.<br /><br />DenizDeniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-58589675562146556892010-08-15T20:45:00.001+03:002010-08-16T15:51:46.229+03:00fazlalıklar<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://2.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TGgpO0fE-JI/AAAAAAAAAJs/7ZWAHwjbZv4/s1600/hands+rodin.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 243px; height: 320px;" src="http://2.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TGgpO0fE-JI/AAAAAAAAAJs/7ZWAHwjbZv4/s320/hands+rodin.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5505695879044331666" /></a>Ağustosu var gücümle yuvarlamaya uğraşırken iklimin gitgide ağırlaşan kolları her an omuzlarımda. Sokakta, derslerde, toplu taşıma ve kısa yürüyüşlerde, elimde pazar çantam sebze-meyve seçerken, bir görüşmeden diğerine yetişirken terlemenin ve yorgunluğun yeni bir boyutunu deneyimliyorum sürekli. Sabrım sınanırken diğer uçta burnum, genzim yanıyor; kuru ve serin klima havasıyla nemli ve sıcak şehir havası arasında mekik dokuyan bedenim, uyum göstermeyi reddetmeye başladı. Her fırsatta duşa girmek, bol su içmek, günde sayısız atlet-çamaşır değiştirmek işe yaramıyor. Klimasız evde duramaz, uyuyamaz oldum. Evde ölçüyü ince ayarlasam da, alışveriş merkezleri, sinemalar, girip çıktığım dükkan ve ofislerin 16-18 derece aralığındaki klimatize havaları, ardından sokağa çıktığımda canıma okuyor. Neticede gün boyu hapşırmaktan, genzimdeki sürekli kaşıntıdan ve sulanan gözlerimden bitap düştüm. Sızlanıp şikayet etmeyi sevmem ama, zaten uzun ve yorucu geçen kışın ardından beklediğim yaz bu değildi... Gerçi herhangi birşeyi beklemek ne kadar anlamlı o da bir başka nokta; ancak insanın doğasında var beklenti...<br /><br />Bunaltıcı havanın verdiği yorgunlukla kolkola girmiş bir başkası daha var, yüzünü bir türlü tam göstermeyen, rengi sesi anlaşılmaz, girdiği yeri karıştıran ve tutunacak sabitlik bırakmayan yanar döner bir silüet; belirsizlik! Kimi zaman kollarında tamamen gevşeyebildiğim, kimi zaman dip köşe kaçıp saklanıverdiğim. Tabi ki yıllar geçtikçe belirsizlikle daha rahat olmayı, bilmediğim alanda adım atmayı ve rahat nefes alıp vermeyi öğrendim deneyimle, hislerle. Ancak zaman zaman kontrolcü ve plancı yanım baskın çıkıp kendi konforunca, mantığınca ve verimlilik hesabınca yazıp çizmeye başlıyor. Böyle zamanlarda belirgin dış hatları, sınırları ve hesaplarıyla netleşen bir konfor alanında biraz daha sağlamcı, güvende hissetmek tohum korkularımı rahatlatıyor, eski kalıplarımın yüzeyini okşayıp rahatlatıyor. Ama hiç vakit geçirmeden denge bozuluyor, sınırlar dağılıp erimeye, planların ortasında beklenmedik ani durum ve hikayeler sivrilip yükselmeye, iğne deliği rastlantılar gelip üst üste binmeye ve konfor alanı sallanarak bölünmeye başlıyor. Sanki yaşam, bilinç – bana da dahil olan ve bende de bir akış bulan – bana anımsatıyor yırttığım eski sözleşmeleri, artık gerek duymayıp bıraktığım alışkanlıkları, eski konfor anlayışımı. Geride bıraktığım(ı sandığım?) duygusal bağımlılıklara yeniden sarılıp kök salamadan, kontrolümüz dışı ve ötesindeki sürekli değişimin, büyük bilincin ufak bir hatırlatmasını geçiyor. İlk an “ne yapacağım şimdi?” diye düşünmeye başlarken, kısa bir müddet sonra bütün bu kaosun, adeta benim yükselen kontrol eğilimimle eşzamanlı yükseldiğini, ben örneğin 3 birim kontrol ereğiyle kabardığımda, yaşamın bunu dengeleyecek 3 birim kaosla bana yanıt verdiğini, zıt kuvvetlerin birliğini ve yaşamın kendine has dengesini hatırlıyorum ve kesiliyor bin bir düşünce. Düşünerek kavranamayacak gerçekler, varılamayacak yerler var. Bir yanım planlamaya devam ederken diğer yanım hafife alıyor yaptığım programı. Ben de izin veriyorum kendiliğinden gelen, o anda oluveren akışa. Herşey ve hiçbirşey olan büyük bilinçle savaşmak bir seçenek olabilir mi zaten? Sıcaklarla da, belirsizlikle de savaşamıyorum. Savaşmayı denediğimde hep bir yanda kendim yara alıyorum. Bütün bu hikayenin sonunda er ya da geç, dönüp dolaşıp yüce sözcüğe geri geliyoruz: “Evet!”... <br /><br />Onca zahmetle sürdüğüm ojelerin yarım saat geçmeden bir köşesinden dökülüşü gibi, Scrabble oynarken hazırladığım 7 harfli sözcüğün yerleşeceği köşenin kapılması gibi, ödüllü bir filmi izleyeceğiz diye oturduğumuz akşamda kesilen elektiriğin bizi balkon sefasına taşıması gibi.. Apansız değişiyor herşey, irili ufaklı. Özen ve arzuyla tasarlayıp planladığımız seyahatin ortasına yerleşiyor zorunlu bir başka görev. Dönüp evet diyene kadar iptal oluyor bir teklif. Nefes alış veriş hızında yer değiştiriyor piyonlar birer birer. Ajandalara yazılı sözcükler tippexle siliniyor tane tane. Ben de izliyor, görüyor, tanık oluyorum sürekli değişime.<br /><br />Eski bir dostum bana derdi ki “Senin en büyük zayıflığın yaptığın planlara, sarıldığın hayallere çok takılman. Ufacık bir değişiklik seni darmadağan ediyor..!” On yıl önce bunu değil kabul etmek, duymaya tahammül etmek bile yoktu benim için. Oysa içine daldığım özkeşifçi ve dürüstleştirici öğreti ve uygulamar içinde, kat kat soyulurken varlığımdan bağımlılıklarım, inançlarım ve kalıplarım, yüzleştiğim en zorlu örtülerden biri oldu ve olmakta herkesin temel sorunu “kontrol yanılgısı”... Kendime daha yakından bakmaya cesaret ve güç bulmaya başladığım andan beri soyunmak ve yalınlaşmak kendiliğinden geldi. Soyuldukça kabuklar, yaşamın doğasıyla daha barışık, daha halinden memnun, değişime daha kolay evet demeyi öğrenen bir Deniz çıktı meydana. Daha özgür, daha coşkulu, varolan andan zevk alabilen. Ve sonra esas soru çıkıp geldi soruların arasından: Peki aslında o kabukları soyan, ya da kabukları soyulan, öğretiler ve arayışlar içinde yol alan kim..? <br /><br />Rodin’e nasıl heykel yaptığını sorduklarında, “Ben aslında birşey yapmıyorum, onlar taşın içinde var, sadece fazlalıkları atıyorum.” demiş ya hani; arayan insan da bir ömür fazlalık atıyor, özdeki, merkezdeki gerçek varlığı bulmaya çabalıyor: oraya varıp varmayacağını, varılacak bir yer olup olmadığını ve varmaya çalışanın aslında kim olduğunu bilmeden...<br /><br />Deniz<br /><br /><span style="font-style:italic;">resim: Hands/ Rodin</span>Deniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-60837705502596200942010-08-02T12:43:00.004+03:002010-08-16T15:25:20.314+03:00adaptasyon<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://4.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TFaT8FGH6KI/AAAAAAAAAJk/yg-fc05IKLs/s1600/DSC08406.JPG"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="http://4.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TFaT8FGH6KI/AAAAAAAAAJk/yg-fc05IKLs/s320/DSC08406.JPG" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5500746655248935074" /></a><br />Puslu, yarı karanlık ve rutubeti yüksek sabahın yapışkan dokunuşuyla uyanıyorum. Bilincim açık, gözlerim kapalı, odadaki sesleri dinlemeyi ve ucundan kopup düşüverdiğim tuhaf rüyayı hatırlamayı sürdürüyorum; adım adım geriye gidip rüyanın gizemini çözmeye uğraşıyorum. O yaşlı garip adamı kolundan tutup eve, tanıdığım biriymiş gibi getirmemin arkasında bir plan var ama ben daha o temel niyete ulaşamadan rüyanın ipleri çözülüp dağılmaya başlıyor.. gözkapaklarım ve pike aynı anda kalkıveriyor, pencereden dışarı tutuyorum yüzümü ama bir damla serinlik yok. Derken tenime aydınlık bir duygu yerleşiyor; içimde çiçek açan şeker pembesi tomurcuklar sabahın planını müjdeliyor, Çelen’le kahvaltı!<br /><br />Özleyince dostumu, gözlerinin içine dalıp uzun uzun dinlemek, boş bir kase gibi durup bana dökülüşünü içime çekmek, eriyen kar suyunu yudumlayan bir göl gibi tazeliyor özsuyumu. Önce dinliyor, sonra anlatıyorum, sadece Çelen’in duyabileceği yerden akıyor cümlelerim, onun dokunduğu, hissettiği, duyduğu yer başka çünkü. Ne zamana, ne sebebe, ne de koşula bağlı dostluk. Sadece gönüle. Ve gönül, gönüle açılmayı bildiğinde, iki açık gönül kucaklaşabildiğinde, o en yalın, en duru haliyle görünür oluyor gerçeğimiz, yüzümüz, göz bebeklerimiz... Kahvaltının kokusuna karışıyor sohbetin ılık şerbetsi tadı. Ağzının ne dediği değil, o an özünden özüme akanla olup bitiyor herşey. Kucaklaşıp ayrılıyoruz sabah yuvarlanırken ağır ağır, ben de uzun bir yürüyüşe başlıyorum, adımlarım birbirini izlerken günün işlerini diziyorum sıraya zihnimde. <br /><br />Tamamlanacak, bitecek ve başlayacak ne çok şey var bugün. Ağustos’a merhaba diyorum içimden, yeni bir sayfa gibi gelip açılıyor önüme yeni ay, bildiğim ve bilmediğim nice yokuşları, tırmanışları, virajlarıyla, taze dökülmüş asfaltları ve çetrefil dağ yollarıyla.. Biliyorum ki ilk karşılaştığım anda şaşırıp donakaldığım, ya da sevinçten zıpladığım herşey, yavaş yavaş yerleşiyor beynime, yeni bir nöron ağı oluşturuyor üzerinde düşündükçe, dinledikçe, okuyup öğrendikçe, strateji geliştirdikçe. Ve bir an “yeni” olan, bir an sonra hayatının gerçeği oluyor. Tüm yabancılaşmaya, tüm garipsemeye rağmen herşeye alışıyor insan, her gerçeğe. Kişinin gerçeklik olarak algıladığı ve bildiği zemindeki değişmez olgusal gerçekler örgüsü, kimi zaman ağır bir olayla, kimi zaman derin bir inzivayla, ancak kişi kendiyle, yaşamla, “olan”la doğrudan karşılaştığında sarsılmaya ve dönüşmeye başlıyor. Tıpkı ortaokulda kare ve karekök almayı, eksi ve artıyı iyice öğrendikten sonra bir gün karmaşık sayılar başlığı açılıp karesi “-1” olan “i” sanal sayısıyla karşılaştığımız an gibi. Matematikle yürürken gittikçe sınırları genişleyen, hipotez ve teoremleriyle zemini oturan mantık ve hareket alanının, yeni bir bilgi girdiğinde hafifçe sarsılıp yeniden yerine oturması gibi. O güne dek olabileceğine inanmadığın, hatta olmayacağından kurallarla, mantıkla, kimi zaman duygularınla emin olduğun bir deneyim apansız gerçekleştiğinde, duvarları sallanmaya, çatısı dökülmeye, camları kırılmaya başlayan o binada tek başına oturup yerle bir oluşunu, ve belki dökülen parçaların seni yaralayışını izlediğinde “yeni”nin doğacağı enkaza bakıyorsun aslında. Yeni bilginin, yeni gerçekliğin, ve yeni değerlerin doğacağı belki de. Duygusal dengen, meditasyon halin, bedensel gücün, çevrende sana destek veren insanlar gibi pek çok faktörün seviyesi etkiliyor yeni binanın hangi hızla eskinin enkazından yükseleceğini. Ama er ya da geç temelleri, kolonları, kirişleri, odalarıyla önünde oluşmaya başlıyor yeni gerçeklik. Ve sanki hep oradaymış gibi bir alışmışlık, bir rahatlıkla yerleşiyorsun içine..<br /><br />İnsan, adaptasyon yeteneği çok güçlü bir varlık. Gizemlerle dolu beynimizin öğrenme, işleme ve aktarma yeteneği, hafızamızın zamanı içeri buyur edip etrafı puslu örtüsüyle kaplamasına göz yumuşu, yaşamın zihinde her bir an yeni bir gündem oluşturacak yoğunlukta işaretler, karşılaşmalar, ilham ve düşler uyandıran tılsımlı parmakları bizi sarmalayıp, her yeni duruma uyum sağlayacak, alışacak bir bilinci mümkün kılıyor. Aklın erişemediği, anlama gayretinin beyhude kaldığı sonsuz okyanus “olmaya” devam ederken, dalgalar da andan ana dönüşerek ve adapte olarak harekete devam ediyor.. hem her an yeni, hem de özde aynı olduğunu bilmeyerek.<br /><br />Puslu sabah daha da puslu öğlene gebe, elimde mavi alışveriş çantam, içinde yumurtalar ve ekmek, ayaklarıma dolanan şehire takılıp tökezlemeden evimin kapısına varıyorum. Rutini otomatikleşmiş beden hareketleriyle sürdürürken, kulaklığımdan konuşuyorum sevdiğim pek çok insanla. Geçtiğimiz haftanın bende yarattığı sallantılar ve adaptasyon sürecini ardımda bırakıp bir düğüm atıyorum zamanın fitiline. Ağustos ve Eylül kaçamaklarının planlarını işlerken düşlerin ilmekleriyle, akşamki yin yoga dersinin müziklerini diziyorum bir yandan ilmeklerin arasına. Bir yanım planlarken, bir yanım geride bırakmaya devam ediyor. Evden çıkmadan şimdiyi doya doya, koklaya koklaya, içine dalarak ve teslim olarak yaşamak için bir saatim var.. Şimdi’yle pek çok yerde ve şekilde buluşuyoruz başbaşa; ama iki yer var ki, onlar pek gözde. Biri yoga, diğeri yazmak.. İki kardeş gibi benziyorlar birbirlerine, ve iki kardeş gibi bambaşkalar..<br /><br />Duruyorum, derin bir nefes alıyorum, ve ayaklarım beni klavyeye taşıyor. Ellerim de tabi, ayaklarımı takip ediyor... <br /><br />DenizDeniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-72977663444420973472010-07-28T10:48:00.001+03:002010-08-16T15:26:30.878+03:00dostlar<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://1.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TE_g5zTYryI/AAAAAAAAAJU/lp3Yl91Bg1Q/s1600/cay.JPG"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 240px; height: 320px;" src="http://1.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TE_g5zTYryI/AAAAAAAAAJU/lp3Yl91Bg1Q/s320/cay.JPG" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5498860953671348002" /></a>Önceki gecelere kıyasla bir nebze daha serin geçen şekerli uykunun kucağından, bir bayram sabahı neşesiyle kalkıverdim bu sabah. Akşam yediğim bol rokalı salata ve sadece bir kadeh sauvignon blanc eşliğinde tatlı sohbet iyi geldi anlaşılan. Cenap’ın İtalya’dan gelmesi şerefine toplanmamıza rağmen, ancak ders sonrası yetişen ben Cenap ve ailesini sadece 25 dakika görebildim. Ardından, her birimiz bir önceki görüşmeden bugüne olup bitenleri, duygu hallerini, işleri, hayatı, hayalleri konuştuk hafif esintiye bırakıp tenimizi. Hala küçülmeye niyeti olmayan ay platin parıltısıyla tepemizde asılı dururken, Bilkan’ın 24 haftalık göbeğini izledim uzun uzun, nasıl da uyumlu, kendinden emin, sevgi dolu bir anne adayı olduğunu görmek, doğuma hazırlanırken egzersizlerini hiç aksatmadığını duymak harikaydı. Akşam kaplumbağa adımlarıyla sakin ve yavaş akarken, birbirimizin kaçırdığımız anılarını, görüşemediğimiz onca vakitte biriken yeni haberlerini topladık bir bir, dalından koparır gibi şişmiş kirazları. Cem ve Emrah yine döktürdüler tabi ki, bir ara bacağımı döve döve, çeneme kramp girerek gülmekten iki büklüm olduğumu hatırlıyorum..!<br /><br />Birbirinin neredeyse çocuk yüzlerini bilen, birlikte gece yarılarına kadar kahve eşliğinde akışkanlar mekaniği çalışmış, dersi kırıp İstiklal’in şenlikli sokaklarını keşfetmiş, t-cetvelleri elde kar altında gümüşsuyu yokuşunu arşınlamış, birbirinin büyük aşklarını, düş kırıklıklarını, suya düşen hayallerini dinlemiş, okuldan hayata adım atarken ilk iş görüşmelerini, master dönemlerini, hayattan yedikleri silleleri paylaşmış, geçtikleri engebeli patikaları, gözyaşlarını ve kendi yollarını çizişlerini bilmiş bu küçük grubun her bir araya gelişinde aynı tatlı, tanıdık duygu sarıyor her birimizi. Bekarların azaldığı, evliliklerin, yoldaki ve kucaktaki bebeklerin arttığı ekibin içinde yeni duygular, kaygılar, sorular var. Otuz’un sihirli eğişinden atladıktan sonra “hayatımdan ne istiyorum” sorusu öncekinden farklı yerlere dokunmaya başlamış, yıllar önce taş binanın geniş merdivenlerinden çıkarken taşıdığımız soruların çoğu defalarca cevaplanmış, yerine yeni sorular bırakmış. Ama ne vakit bir araya düşsek, sanki ders arası kantinde dizilmiş gibi, aynı samimi, maskesiz, utanmasız sıkılmasız çemberin içinde buluyoruz kendimizi. Herşeyi söyleyebildiğimiz, yaramazca, kalpten ve dostça..<br /><br />Pamuk helva tadındaki akşamı geride bırakıp, kısa bir yürüyüşten sonra eve girip ince pikenin altında uzanıyoruz. Sabahında benden beklenmeyen bir atiklikle neredeyse zıplayarak kalkıyorum yataktan, çaylı yumurtalı bol tahıllı ekmekli kahvaltıyı incir reçeliyle taçlandırıp Altan’ı işe yolculadıktan sonra son bir çay daha koyup, hala gecenin taze havasını taşıyan salona geçiyorum. Güneşin hünerli parmakları balkondan içeri sokulmadan klavyeye geçip birkaç satır yazasım var...<br /><br />İşe ve güne girişmeden son yudumu alıp, akşamın tadını anımsıyorum. Gün önümde açılırken dudaklarımla kaçınılmaz bir gülüş takılı kalıyor. Yılların kareleri gözümün önünden geçerken, dostluklara, ortak yaşamlara, birbirimizin gözbebeklerine dalıp gitmeye kaldırıyorum ince bellimi! <br />Sohbet olmasa neye yarar konuşmak? <br />Dostlar olmasa neye yarar yaşamak?<br /><br />DenizDeniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-44196749135087353122010-07-27T15:13:00.006+03:002010-08-16T15:29:08.871+03:00balkon<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://2.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TE7OmJVFwhI/AAAAAAAAAJM/2SI5LUW32L4/s1600/DSC08399.JPG"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="http://2.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TE7OmJVFwhI/AAAAAAAAAJM/2SI5LUW32L4/s320/DSC08399.JPG" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5498559349800682002" /></a><br />Klima açık uyursak kurumuş bir nefes yoluyla uyanıp bütün gün hafif çarpılmış dolaştığımız, cam açık uyursak sabaha kadar nemden ve sıcaktan bunalarak çarşafa dolandığımız muhteşem temmuz geceleri devam ederken, dün akşam bu tabloya bir de muson’u andıran kocaman damlalı kesintisiz yağış eklendi. Akşam dersinin başlamasıyla gürleyen göğe, yandaki damı dövercesine dökülen damlaların gür sesi eklenince, ister istemez ders çıkışı bizi bekleyen maceraya göz ucuyla bir bakıp, ardından supta baddha konasanaya doğru erimeye başladık. Ders çıkışı bol sohbetle yağmurun hafiflemesini beklesek de nafile, çıktığımızda sandaletler ve terlikler suya bata çıka evlere doğru dağıldık. Ne giyersem giyeyim o günkü havadan nasibini almaya alışan bendeniz, hem stüdyoya, hem çantalarıma bol bol yedek giysi yerleştirmeye başladım; hatta stüdyoya bir de spor ayakkabı bırakacağım, şehrimin sürprizlerine hazırlıklı olmalı!<br /><br />Şehrin çoğu zaman boğucu havasında bir parça taze nefes, biraz ferahlık için akşam 22.00’den sonra sahilde yürümek, çay içip suyu izlemek, boğazın üzerine serilen ışıklı geceyi içine çekmek harika bir seçenek. Bir diğeri de serinletici hafif içecekleri doldurup, kısık klima altında sürükleyici bir kaç diziye takılmak bu ara; Fringe bitince heyecan için FlashForward’a, eğlenmek için Chuck ve How I Met Your Mother’in son bölümlerine dadandık. Tabi hangisini seçersek seçelim, eve gelir gelmez hızlı ve serin bir duş ile başlıyor akşamın açılışı; temiz suya ulaşabilen şanslı insanlar olarak şükrediyoruz her sudan geçtiğimizde. Neredeyse tam kurulanmadan hafif giyecekler geçiriyoruz üstümüze; su tenimizden buharlaşırken biraz daha emip götürüyor ısıyı. Tıpkı çocukluğumun İzmir akşamlarında balkon sefası gibi!<br /><br />Gaz sobalı, 3 odalı, yerleri taş, banyosu ufak, küçük mutfağından yan binadaki teyzenin salonunu izlemeye bayıldığımız, yaş farkına rağmen iki kardeş aynı odada yaşamaktan pek keyif aldığımız, en sevdiğimiz kısmı da uzunca L biçimli balkonu olan çocukluk evimiz. Canset’in pencereden günlüğümün anahtarını sırıtarak attığı, dolaplara saklanıp biri gelene kadar çıt çıkarmadığı, buzdolabından aşırdıklarını koltukların altına sakladığı zamanlar. Annem güzel ve narin bir genç kadın, saçları siyah, incecik bir yüzü var, bütün gün hem bizi, hem evi idare ediyor, arada da kitap okumaya, bizi alıp parka götürmeye, arkadaşlarını ziyaret etmeye vakit buluyor. Babam genç bir denizci, gür bıyıkları ve güzel bir gülüşü var, bir var bir yok, uzun haftalar, kimi zaman aylar boyu seferde, ülkeye döndüğünde bavuldan dökülen hediyeleri bir bir açıp kucağına çıkıyoruz hasretle. Gözümün önüne gelen o ilk kare, ışıklı balkonlarla bezeli upuzun 1731 sokak; başında vitrinlerine yapışıp pembe kız ayakkabılarına bakakaldığım mağaza, ortada mis gibi kaymaklı yoğurtlarıyla Temiz Mandıra, sonunda her hafta gidip pul topladığım kırtasiyeci amca. İzmir akşamlarının hatırı sayılır sıcağına en basit çare, balkonda bir leğen su, bir de maşrapa; suyu maşrapayla azar azar kollara ve bacaklara döküp, yavaş yavaş buharlaşırken azıcık esintide bile epeyce serinlemek, akşam sohbetlerini ve oyunlarını, çevre apartmanlardaki tüm aileler gibi balkonda yalın ayak, yarı ıslak sürdürmek. Ve tabi ki eninde sonunda leğende ve yerlerde yuvarlanıp tepeden tırnağa ıslanan Canset’in üstünü değiştirmek! <br /><br />Sanki İzmir’de balkonsuz ev yoktu gibi hatırlıyorum, ya da benim gördüğüm her evin bir balkonu vardı o vakit. İlkokul arkadaşımın, kuzenlerimin sünnet düğünlerine gittiğim, ender de olsa babamın en sevdiğim süprizi faytona bindiğim, Sevinç pastanesinden dondurma yediğim ve annemle misafirliğe gittiğim zamanlardı. Her gittiğim evin bir balkonu vardı, ben de her balkona çıkmaya, oradan sokağı, gelip geçenleri izleyip kendimce hikayeler uydurmaya bayılırdım; bir de kağıt kalem verirlerse elime, hemen resmetmeye başlardım gördüklerimi. Kuzenlerle ve yaşıt misafir çocuklarla evde oynarken de balkon en sevdiğimiz yerdi. Çoğu zaman yere bir örtü serilir, oyuncaklar üzerine yayılır ve legodan şehirler, ülkeler balkonun zeminine inşa edilirdi. Tabi buzdolabının kar yapan buzluğundan avuç avuç topladığımız karı sokaktan geçen çocukların kafasına yağdırdığımız da olurdu, o hiç kar görmediğimiz şehirde. Balkonda tutardık bir kutuda dut yapraklarıyla besleyip koza örmesini beklediğimiz ipek böceklerini, öğlen meyvemizi balkonda yer, serilip uzun uzun resim çizerdik. Balkon başlı başına bir yaşam alanıydı o zaman. Şimdiyse çoğu evde fazla eşyalar için bir ardiye. Bizim balkon gürültüsüne ve ufak ebatlarına rağmen önü açık olması sayesinde bahar akşamlarında pek keyifli; ama yerleşeli bir yıl olmasına rağmen gönlümüze göre bir masa iki sandalye bulamadığımız için balkonumuzu çok ender kullanıyoruz. Oysa benim gönlümde minik beyaz bir masa üzerinde iki kadeh, biraz peynir, birkaç mum ve ayaklarımızı uzattığımız balkon demirlerinin ardından çakırkeyif göğü izlemek var, tabi trafiğin ve gürültünün azaldığı bir vakitte... Sanırım ne yapıp edip, yaz bitmeden portatif ve dayanıklı bir masa edinmeli; belki de o “aklımızdaki seti” bulmayı beklemeden. Ne de olsa geçiyor yaz, geçiyor yıl, yaşam..<br /><br />Çocukluğumun İzmir’inden koparıp, mevsimlerin birbirine karışıp tökezlediği bu İstanbul Temmuz’una bırakıyorum yeniden kelimeleri. Yağsız yayla çorbası, buzlu ayran, kasa kasa soda, bol salatalık ve meyveyle dolduruyorum buzdolabını. Hem içmeye, hem dökünmeye suyu bol tutuyor, günü toparlarken bir yandan bayrama kaçamak planları yapıyorum. Hayat devam ederken örmeye şimdiyi, ben o küçük masanın ve birkaç kulaçlık daha dinlencenin peşine düşüyorum. Bir de masalı ya da masasız, bu hafta bitmeden balkonda ayakları uzatıp Şiraz’ı yudumlamanın...<br /><br />Nemin biraz olsa düştüğü şu bir kaç günde, rahat uykulu, bol esintili, sevdiklerinizle keyifli bir yaz akşamı dileğiyle..!<br /><br />DenizDeniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-381816186193412572010-07-22T15:45:00.002+03:002010-08-16T15:34:21.194+03:00şu anın sayfasıAnnemlerin yazlık eve yaptığımız minik kaçamağın ardından sadece 10 gün geçmiş, oysa o bir gramlık dinlenme sanki 10 hafta geride kalmış gibi geliyor. Tenimizin denizin tuzunu emdiği, serin çıplak ayaklarımızın taşlara bastığı, hamakta uyuyakalıp anne mutfağından çatlayana kadar yediğimiz küçük tatilimizin anıları rüzgara, hatta hızlı bir fırtınaya kapılıp savruldu gitti demek doğru olur. Daha ne olduğunu pek anlayamadan içimi gıdıklayan yeşilli, taşlı, mavili tatil resimlerini bir yana bıraktığım gibi tozlu kaldırım taşlarını, uzun mesafe otobüsleri, şehrin kavurucu sıcağını, hipnotize edici dijital ortamı arşınlamaya başladım. Güzel karelerin zorlu karelerle sırt sırta verdiği bir albüm gibiydi son 10 gün. Değil yazmaya ayırmak iki parantez arası teneffüsü, 10 gündür evde bir tencere yemek pişmedi, apar topar aldığımız bol meyve, soda ve süt ürünleri dışında eve torba taşınmadı, ayak uzatılıp da şöyle bir iç çekilmedi. Evdeki vakitler ya bilgisayar başında, ya da bayılırcasına düşüp kaldığım yatakta geçti. Evin dışında ise bolca iş, ve bir kaç nefes neşe! İkinci yıldönümümüzü kutlamak için birbirimizi yorgunluk ve rehavetin ılık kuyusundan çekiştirip çıkarmasak, yemeğe giderken üzerime kayda değer bir giysi giymeye, makyaj yapıp iyi görünmeye harcayacak enerji kırıntısını dahi bulamazdım herhalde..<br /><br />Şehrin tam anlamıyla dört köşesini keşfe çıktığım etkinlik sayesinde metrobüs hattını, ayak basmadığım semtlerin dolmuşlarını ve güzergahlarını, üstümde şehre uygun yoga kıyafetlerim ve yüklü sırt çantamla bir bir dolaştım. Güneşin kızgın parmakları şehrin nemine bulanınca bir başka terletiyor toplu taşımanın kalabalığında. Yürüürken şapkamı geçiriyorum başıma, otobüste en az noktaya dokunmaya çalışıyorum, minibüste çantamı kucağımda tutmak 15. saniyede terlemeye başlamak demek, bir yana koyuyorum; oysa her ne yaparsam yapayım yüzümün bir yanı pembeleşiyor güneşten, kıyafetimse her bindi-indide sırılsıklam oluyor. Uzun yola ithafen yedek kıyafet ve hatta çamaşır taşıyorum yanımda. Şehr-i İstanbul’u karışlamak bir yanda dursun, diğer yanda kampanya ve tanıtım çalışmaları için metin hazırlığı, yazışmalar ve konuşmalar bütün günüme yayılıyor. Yatakta, masada, mutfakta kucak üstü bilgisayarı hep yakınımda. Gök cisimleri nasıl bir raksa tutuşmuşsa bu ara, bir yandan da yeni fikirler ve atılımlarla dolup taşıyor beynimin kıvrımları; gece baş ucuma yeniden yerleştiriyorum not defterimi, uykum kaçıp aklıma yeni bir düşünce çengel atınca hemen lambama uzanıyorum, Altan’ı uyandırmadan sessizce notumu alıp yeniden başımı bırakıyorum yastığıma. Eve, stüdyoya, irili ufaklı hedef ve özlemlere dair notlar kolkola giriyor küçük sayfalarda; bense kağıda emanet edince fikrimi, içim rahat dalıyorum uykuya. Ama yine de bölünüyor uykum varoluşa ve nefes almaya dair his ve düşüncelerle. Birini yakından tanıdığım iki insanın ölüm haberlerini alıyorum bu süreçte, yaşamı geride bırakan güzel insanları kendimce uğurlarken içim karışıyor inceden. Döngüye, yaşama bakıyor, bakıyorum, anlamdan uzak, kimlikten uzak, sebepten uzak. Sadece bakıyorum ve gördüğüm gizemi derin bir nefesle çekiyorum içime. <br /><br />On günlük albümün az uyku, bol ter ve hızlı adımlarla bezeli yapraklarında kahkahalı, aşk dolu, coşkulu ve rahatlatıcı küçük kareler de var tabi ki; Kara Efe’yle tanışıp kıkırdamaktan çeneme kramplar giren bol mezeli Karaköy Lokantası akşamı (Barış sağol!), arayıp arayıp hiç bir yerde bulamadığım Magnum Gold ile ilk buluşmam, Ece Anne’yle uzun ve keyifli doğumgünü kahvaltımız, ard arda dünyaya gelen Asya bebek ve Bora bebeğin doğum haberleri, ters bir zamana da denk gelse biraz ferahlık getiren website güncellemesi, tam zamanında gelen omuz & sırt dersim ve yeni tanıştığım onca güzel insan! <br /><br />Herşey gibi geride kalırken bu nabız yükselten hız, karalanmış taslak fikirler bir bir sıyrılıp beyaz sayfalardan, ete kemiğe bürünüyorlar şimdi. “Herşey, bir zamanlar yalnızca düşünceydi.” Sarkaç salınmaya devam ediyor, tempo normale dönüyor belli bir süreliğine, düşünceler programlara, tasarım yaratıma dönüyor, yorgunluk zindeliğe, buzdolabımdaki boşluk ise birkaç tencere yemeğe..! Anlardan ibaret yaşam akmaya devam ediyor, elimi uzatıp bir kenarına tutunup kimi zaman durgun bir göle, kimi zaman dik bir şelaleye dönüşen bu sonsuz güzergahta bir sonraki an ne çıkacak bilmeden, yalnızca o anı hissederek, o ana anda yanıt vererek “ol”maya devam ediyorum.<br /><br />Albümün geçmişte kalan karelerine keyifle, boş sayfalarına merakla bakarak şu anın sayfasında duruyorum. Sayfada pişmekte olan ekşili kabağın eve yayılan naneli kokusu, klavye başında saçları tepeden toplanmış, yarı gülümseyen bir ben, fonda ise Bono & Sinatra’nın “Under My Skin” düeti var... <br /><br />Deniz<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://3.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TEg_F7fR8pI/AAAAAAAAAJE/DvNlPf3W1HE/s1600/DSC08351.JPG"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="http://3.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TEg_F7fR8pI/AAAAAAAAAJE/DvNlPf3W1HE/s320/DSC08351.JPG" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5496712716306477714" /></a>Deniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-70134433714286147672010-07-08T21:40:00.001+03:002010-08-16T15:35:20.775+03:00saçlarım çimenlerde..Rüzgar çanının sesi, taze yeşil çimen kokusuna dolanıp kulaklarıma takılıyor. Zeytin ağacının gölgesi kıpır kıpır, yüzümü gıdıklayan yaramaz çimler durmak bilmiyor. Burnuma çalınan bin bir rayihanın zemininde bir tutam toprak, bolca çimen, hanımelleri ve açık mavi deniz meltemi var. Hamakta uyuyan kocamın hala kucağında kitabı, gözünde gözlükleri duruyor; yukarıda toz pembe şekerlemeye dalmış kardeşim ve anneme, verandada kitabının sayfalarına dalıp giden halam ve içeride bilgisayarına dalmış babamı da ekleyince, eşitliğin diğer tarafında akşamın yedisi çıkıyor. Hareketin kapı dışında kaldığı, seslerin dolaplara saklandığı, günün yorgunluğunun sere serpe koltuklara uzandığı saat; günün en şerbetli, en unutkan, en tılsımlı rehavet vakti.<br /><br />Bitmeye yaklaşırken bitmesin diye sızlandığım romanın son yapraklarını da örtünce hikayesinin üzerine, evden bahçeye yayılan gevşekliğe tutunup, çimenlere iniyorum küçük adımlarla. Çok geçmeden zeytin ağacının dallarından sızan güneşin gün sonu öpüşlerine teslim, dinlemeye başlıyorum, her ne varsa. Cırcır böceklerinin kanonu karşılıyor beni sahnenin önünde, hızla çocukluğumun yaz gecelerine çekiyor ilk çağrışım. Ege’nin en serin sularının bütün gün kayaları dövmekten yorulup yavaşlamaya başladığı saatlerde, şıpıdık terliklerle uzun yürüyüşler yaptığım sahil sitesinin gecelerinden eksik olmayan cırcır böcesi sesleri. Her bir zeytin ağacı, iğde ağacı ve zakkumun yanından geçerken yankısına yanaştığım, ama ne zaman yerini tespit etmek için ağaca adım adım yaklaşsam varlığımı, merakımı ve adeta gözlendiğini bilip de sesini kesen cırcır böcekleri... Bir adım arkada birbirine sürtünen, dokunan ve çarpışan yaprakları var limon selvilerinin, begonyaların ve yaseminlerin. Bir türlü yemediğim, istemediğim yemeyi dudaklarımın zırhından içeri kabul etmediğim, kaşık gördüğümde başımı sağa sola çevirip kaşığı kandırmayı denediğim zamanlarda, rüzgarlı yazlığın bahçesinde annemin beni hipnotize eden şarkısına konu olan çeşit çeşit yapraklar. “Deniz’in aaağaçları ve yapraklaaarııııııı..!!” Yaprak sesleriyle kolkola girmiş denizin kabaran dudakları; dalgaların sahile yayılıp gerisingeri toplanışları az yukarı, gölgelikli yeşil bahçemizin geniş karnına sokuluyor yumuşakça, diğer sesleri usulca selamlayıp, koskoca gövdesini bırakıyor bahçenin ortasına. Sanki ayağımı biraz daha uzatsam suya değecek parmak uçlarım. Dalgalarla yaprakların arasına, cırcır böceklerinin iki gıdım arkasına tembel tembel salınan rüzgar çanı kurulmuş; kimi ılık ezgilerle belli belirsiz şakıyor, kimi hesapsız ve kalıpsız öylesine çınlıyor. Sahnenin en gerisindeyse bir gölge gibi her varlığa takılan, her bulduğuna dokunan ve geçici şekiller veren rüzgar var. <br /><br />Sessiz akşamın yeşil, mavi ve şeffaftan örülü yaşam kokan tınılarında, çimenlere yayılıp uzatıyorum bacaklarımı iki yanıma. Usulca dinliyorum iç ritmi, iç renkleri; bedenim aradığı şekle doğru tatlı kavisler, dönüşler ve eğilişlerle akmaya, sıvılaşıp formdan forma uzanmaya başlıyor. Olabilecek en yavaş, en serin bırakış içinde damla damla dökülüyorum yin yoganın dragonfly pozuna. Ellerim hiç olmadığı kadar hafif, gövdem hiç olmadığı kadar ağır; her nefes verişte kasıklarımdan karnıma gevşeyip, biraz daha bırakıyorum gövdemi yere. Bacaklarımı sarıp sarmalayan uzun çim öbekleri, ben eğildikçe yarı utangaç yüzüme dokunmaya başlıyor. Nefesimin iç sesi cırcır böceklerinin, zeytin dallarının, kabarmış duvar sıvalarının kabuklarında yankıyadursun, kalp atışlarım sanki benden toprağa, topraktan otlara, otlardan havaya karışıyor ben teslim oldukça. Ben katlanıyorum, bahçe katlanıyor kendi içine, ve bütün dünya da bahçenin içine..<br /><br />Dragonfly’ı izleyen isimli-isimsiz açılış ve kapanışların sonunda, yin yoganın en gönül açıcı pozu geliyor doğallıkla. Topuklarıma oturup ayaklarımın üstünü bırakıyorum toprağa, çimenlerin krallığında dev Gulliver gibi uzanıp yerleşiyorum saddle pozunun o haz dolu kıyısına; saçlarım yerin kımıltılı kokularına karışıp dağılırken, güneş yudum yudum çekiliyor akşamın serin omuzlarından. Bıraktıkça daha da ait oluyorum biçime, yere ve nabzımın ritmine. Uykunun köpük köpük kıyıları sandalımı çekerken düşlerin bahçesine, hafif bir ürpertiyle ayılıp açıyorum gözlerimi, sakinlikle çıktığım pozun ardından yüzümü gömüp ekşi çimlere, çocuk pozunu kucaklıyorum iç çekerek ince ince..<br /><br />Ev kıpırdamaya, dudaklar aralanmaya, ayaklar adımlara başlayınca, süzülüp en müsait klavyenin başına ilişiyorum. Akşam kara kadifeden örtüsüne sarınıp, mutfakta kadınlar, mangal başında erkekler toplanınca, yemek hazırlıklarının şenlikli sohbetlerine katılmak için son bir kaç sözcüğü de avcumda sallayıp bırakıyorum bu son satıra. <br /><br />Bir tatil akşamından, uzağımdaki herkese selamlarla!<br />DenizDeniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-30469685730135374852010-07-07T12:16:00.001+03:002010-08-16T15:46:58.217+03:00sayfalar<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://2.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TDRGKjCpGUI/AAAAAAAAAI8/eXE4daDs4EQ/s1600/DSC08136.JPG"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 240px; height: 320px;" src="http://2.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TDRGKjCpGUI/AAAAAAAAAI8/eXE4daDs4EQ/s320/DSC08136.JPG" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5491090992690436418" /></a>Uykunun efsunlu parmakları beni öte yana çekiştirirken inatla kirpiklerimin arasından uzanıp cümleleri içime çekmeye devam ediyorum, ta ki başımı sağa düşmüş, kitabı kucağımda uzanmış bulup artık direnmek yerine başucu lambamı söndürdüğüm ana kadar. Ne zaman bir anlatının dili beni sürükleyip götürse çalarım uykumdan; zihnimin çocuk ayakları merakla koşarken bir sayfadan diğerine, çarşaf-yastık birbirine karışır, sırt üstü başlayan yolculuk yana döner devam eder, yorulan elimi değiştirip, bir o omuza bir bu omuza yüklenir, akışına dalarım kitabın. O iklimde nice aşklar, korkular, keder ve hikayeler dolanırken birbirine, bu uçta dudaklarımı kemirir, ayak parmaklarımla çarşafı çekiştirir, nefesimi tutarken bulurum kendimi kimi zaman... ‘Mahrem’in his yumağına sarılı bir gecenin kitap kucağımda uyandığım yarısını geride bırakıp ılık rüyalara kulaç atıyorum çok geçmeden. Her yolculuk öncesi olduğu gibi, sabah içimde bir parça boşlukla uyanıyorum. Nereye gittiğim hiç fark etmez, ister kıtalar arası yol alayım, ister 3 saatlik mesafe, ister aylarca uzakta olayım, ister bir kaç gün, ister iş için toplayayım bavulumu ister aşk tatili, değil mi ki başımı koyduğum yastığı, pılımı pırtımı, şehrimi geride bırakıyorum, o pervasız boşluk gelip kuruluyor her defasında göğsümün baş köşesine.<br /><br />Dalga ve rüzgar sesini örtüp üzerime okumak için öğlen sıcağı şemsiye altında, baş ucumdan kitaplarımı seçiyorum dalından meyve toplar gibi, dokunup her birine, tartıp elimde, dikkat ve keyifle. Önümdeki yığına bakıyorum. “Çok mu oldu acaba... Gereksiz yük olmasın..?” Sonra geçen seneyi hatırlatıyorum kendime; götürdüğüm kitaplar yetmedi de tatilde, ikinci tur okudum ya her birini. İki takım bikini yeter artar çantada, ama kitaba cimrilik yapmamak lazım, sonra yanımdakilerin kitaplarından otlanmaya çalışsam da bir işe yaramaz. Gönlümün iklimine uymayan, üslubu dimağımı okşamayan, betimlemelerine kapılıp gidemediğim bir kitabın sayfaları sırtıma yük olur kalır; ayak sürüye sürüye elime alıp, bir türlü içinde kaybolamadığım, susuzluğunu çekmediğim kitap bir prangaya dönüşür sonunda. Kıssadan hisse, bolca kitap almalıyım yanıma, içlerinden seçmeliyim o gün merdivenlerini ineceğim kuyuyu, semasını arşınlayacağım ülkeyi, saçlarının kokusunu duyacağım hikayeyi. <br /><br />Uzağın sessiz limanına seyrederken içimde büyüyen boşluk, demir atmamla birlikte dolmaya başlar “yeni”yle. Yeni mekanın kokusunu içime çeker, ayaklarımın altındaki o başka dokuyu hisseder, kılıfını yırtıp içine daldığım şehrin nabzını dinlemeye başlarım. Dinleyince ancak örtüşmeye başlar nabızlarımız; misafir gittiği evin mutfağına dalıp buzdolabını karıştırmaya başlayan bir çocuk gibi merakla, iştahla ve doğallıkla yerleşir, evim ilan ederim olduğum yeri. Evimin kapısını kilitleyip havalimanı ya da otogara yol alırken çöken sebepsiz hüzün bir çırpıda dağılır gideceğim yere vardığımda. Hemen keşif başlar, gittiğim yeri önceden bilsem, tanısam da. Zamanın becerikli elleri dolaşmıştır her yerde nasıl olsa. Muhakkak yeni bir yüz, yeni bir koku, yeni bir tat vardır yıllardır demir attığım o limanda. İlk defa vardığım bir topraksa, zaten havasından suyuna, duvarlarından insanına keşfin sonsuzluğu çekip götürür apansızca. Sokakları, bitkileri, insanları ve yemekleriyle gözümün önünde açılan bin bir yeni dünyanın cilvesi içimi gıdıklarken, hiç sektirmem, hemen kendime bir köşe yaratmaya başlarım bu yeni dünyada. Dış keşif, iç keşifle kolkola gezer her daim. Gözlerim dışarı baktığınca bakar içeri, ‘dışarı’ varsaydığım dünyanın ‘içeri’ dediğim sonsuz okyanusa düşen aksini izler dururum. O yeni ritmin, dokunun, lezzetin, rayihanın bende oluşturduğu izlenim ve hislerdir daha da heyecan uyandırıcı olan. Bu başkalığıyla baş döndüren, ama yine de aynı gezegenin tanıdık sarılışıyla kendimi yabancı hissetmediğim yeni köşeye yerleşir, burada okur, yazar, yoga ve tefekküre dalarım. Mekan değiştirmenin zaman duygusunda, aidiyet duygusunda, benlik duygusunda yarattığı kimi belirsiz titreşimler, kimi derin girdapları karıştırır, bunların arasına üslubuna aşık olduğum büyük yazarların romanlarını, anlatılarını katıp deneyim-dil örgüsünün ince hazlarına açılırım. <br /><br />Kundera olmazsa olmaz bu tatilde, küçük yığınıma yerleşiyor, hemen Paul Auster ile Elif Şafak’ın arasına. Yığını terliklerle kıyafetlerin arasında, kapakları zarar görmeyecek şekilde sarıp sarmalayarak yerleştiriyorum; ödünç verilip geri gelmemiş veya çantadan çantaya fena hırpalanmış kitaplarımın acılı anısına saygıyla pür dikkat bakıyorum yeni kitaplarıma. Bu küçük yazlık kaçamağında bir nefes deniz, bir gram sessizlik, bir tutam samanyoluna gidiyorum aslında. Bir de kesintisiz okumaya, uzun duruşlarla yin yogaya, erken uyanmaya, mavinin tuzuna ve şarabın buğusuna karışmaya...<br /><br />Çengelli iğneyle takılmış bir nazar boncuğu gibi içime ilişmiş boşluğu yadsımıyor, gitmeden tamamlanacak bekleyen işleri bir bir deviriyorum gün takla atan bir çocuk gibi hızla yuvarlanırken. Matımı, havlumu, kitap aralığımı toplayıp İstanbul’a göz kırpıyorum; <br />“Çok kısa yokluğum, bekle beni - az gevşeyip, az dinlenip geliyorum!”<br /><br />DenizDeniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-69753358072584796002010-07-02T15:22:00.004+03:002010-08-16T15:48:31.842+03:00anlam<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://3.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TC3bq5fE4cI/AAAAAAAAAI0/LG8qIuCjxkU/s1600/DSC08115.JPG"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 240px; height: 320px;" src="http://3.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TC3bq5fE4cI/AAAAAAAAAI0/LG8qIuCjxkU/s320/DSC08115.JPG" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5489285050866655682" /></a>Dipsiz görünen karanlık çukurun bir köşesinden gün ışığının sızdığı, bacaklarımdan sırtıma gücümün yeniden yükseldiği, kendimi ansızın içinde bulduğum kozavari kılıfın bir kenarından delindiği gündeyim. İklimin karışmış kafasına takılıp dört bir yanı saran kelebekler gibi şehrimin caddelerinde, beni de beklenmedik, sebepsiz bir kıpırtı basıyor bu sabah. Nereye düştüklerini bilemeyen kelebeklerden bir kaçı birbirini kovalarken mutfağımda, uyanıyorum bu renk filtresi değişmiş gibi görünen sabaha. Başımın etrafını saran puslu tülbent dağılmış, bedenimi yavaş yavaş sarmalayan canlılık beni şaşırtıyor; bir de bakıyorum ki günlerdir değil ziyaret etmek, evimin önünden geçmeyen yoldaşım ‘anlam’ başucumdaki romanların arasına yerleşmiş, uzun kirpiklerini süzerek bana gülümsüyor! <br /><br />Parmak uçlarımda yürüyorum sanki, öyle uslanmaz bir hafiflik, öyle çocuksu bir coşku var tenimde; içimde nabız gibi atan aşkın ta kendisiyle başlıyor gün. Taştan yontulmuş kurbağam ve filim burun buruna, kelebekler pencerenin içinde birbirini kovalıyor, gördüğüm herşeyi sevesim, aynada gördüğüm kızı tutup sımsıkı sarılasım var! Aynada gördüğüm kız elinde sabah akşam bir buz paketiyle geziyor bu aralar; kalçasında hafif bir ödem var, buz tutunca 10 dakika bu defa da üşüyüp üzerine hırka giyiyor, hapşırıyor, kocası dönüp “Ne hassas şeysin sen, herşeyin incecik bir ayarı var senin için, azıcık değişse iklimin değişiveriyor. Ne yapacağım ben seninle?” diyor. “Ben de bilmiyorum ne yapacaksın benimle..?” deyip çıkıyorum hınzır bir gülüşle. İşin doğrusu ben bilmiyorum ki kendimle ne yapacağımı! <br /><br />Çoğunlukla tanıdığım bir desene uyuyor ayak izlerim, ama kimi vakit haritadan çıkıveriyorum, rüzgar, yağmur, dolunay alıp götürüyor beni öteye, kendimi perdenin diğer yanına dalıp gitmiş buluyorum, gözle görünür olanın ardındaki anlama, öze, aşka yayılırken, ya da kimi vakit bu kimliğin, bu bedenin, bu adlandırmayı pek sevdiğim duyguların, bağların, anların sonluluğuna kederlenirken. Okuyup, dinleyip, sohbetlerde binbir sözcükle öre öre tinsel ağıma işlediğim üzere, şu anın büyüsüne bırakıp, kapılıp gidiyorum kimi vakit. Ve ardından, zihnin buğulu camlarına parmakla yazılmış gibi yeniden görünür oluyor planlar, programlar, zamanımı daha doğru kullanabilme kaygısı, işimi, evimi ve ailemi bir arada en iyi şekilde idare etme ideali. Günün orta yerinde o an olan bitenden, yaşamın kokusundan kopup kendimi dev bir kara tahtanın önünde buluyorum adeta; temmuz, ağustos, eylül, 2010, 2011, stüdyo, ev, tatiller, kurslar, para, zaman, bebek... Bir elimde tebeşir diğerinde ıslak bir bez, bir elimin yazıp çizdiklerini diğeri siliyor arkasından. Bir bakıyorum ki ineceğim durağa gelmişim bile, koşar adım iniyorum metrodan, ayağımda platform topuklu 19 dolarlık yazlık ayakkabılar. Kalça ağrıma bakan doktorum biraz fazla kullandığım eklemim dinlensin diye bir dizi öneri ve kuralın arasına sıkıştırıverdi ne de olsa; düz ayakkabı giyilmeyecek, çok yüksek topuklu da olmasın, ayağı destekleyen hafif bir eğim. Üst üste dizili babetlerim, sandaletlerim bana bakadursun, tanıma uyan bir tek NY’da indirimden kaptığım 6 yıllık pembe bantlı ayakkabım var. Bu haftalar ister istemez pembelere bürüneceğim yani. Neyse ki yogada ayaklarım çıplak, lastiklerini yeni onardığım mavi ve kahve şalvarlarımı giyebilirim yoga yapar ve ders verirken..!<br /><br />Hafiflik alıp başını tüm günü bir boyama kitabı gibi renklere bulamaya başlıyor, ne yaptığım işler iş gibi geliyor bugün, ne ağrım ağrıya benziyor, herşeye ‘pekala’ deyip usulca eğiliyorum gelenin önünde. Bilgisayar başında yapılacakları, cevaplanacakları tamamladıktan sonra evin bekleyen köşelerini toplamaya başlıyorum. Ardından kalça rotasyonu az, tek bacak dengeleri orta şekerli, arkaya eğilmeleri bol bir yoga uygulaması ve yetişebilirsem ufak bir buluşma var. <br /><br />Buz paketimi kaldırıyorum dolaba, sonra camları ardında dek açıp tutsak kelebekleri İstanbul semalarına bırakıyorum. Kara tahtam ve üzerinde yazılanlar silikleşiyor bugün, anlamla kolkola girip kozamdan geriye kalanları topluyor, önümüzdeki günü merak ve boşlukla selamlıyoruz."İyi ki geldin" diyorum, özlemişim.<br /><br />DenizDeniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-61151027839450524902010-06-28T10:32:00.003+03:002010-08-16T15:51:27.876+03:00sabır...<a href="http://2.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TChSkxDIutI/AAAAAAAAAIs/0RJGh7DszoY/s1600/schiele28.6.10.bmp"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 126px; height: 320px;" src="http://2.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TChSkxDIutI/AAAAAAAAAIs/0RJGh7DszoY/s320/schiele28.6.10.bmp" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5487726937546210002" /></a>Sol arka azı dişlerimden üçü düşmüş, avucumda bana bakıyorlar. Ne yapacağımı bilmiyorum, donup kalmış gibiyim. Yakın bir arkadaşım aslında diş hekimiymiş, halledebileceğini söylüyor, ama sanki saatler geçiyor çenem uyuşmuyor, elimdeki dişler dağılıp unufak oluyor. Eski, yüksek tavanlı bir evin genişçe odasında, iki karşılıklı duvara yanaşmış ayrı yataklarda yatıyoruz sevdiğim bir hocamla. Yukarıda nasıl bir yük varsa tavan sarkmaya başlıyor, tavanı tutan bağlar uzamaya, üzerimize doğru eğilen taş ve demirler az sonra çökecekmiş gibi titremeye başlıyor. Ben kıpırdayamıyorum, sanki felç olmuş bedenim, hocamsa uyuyor, ses çıkarıp uyandıramıyorum... Sabah ter içinde uyandığımda, bir yanım tutulmuş, başımda dinmeyen bir ağırlık. Birkaç gece üst üste gergin rüyalarla dönüp durmaktan sabahları yorgun kalkarken, gece sıktığım çenem de gün boyu rahatlayamıyor. Meditasyonumun sakinliği aynı gerginlikle kuşatılmış, tüm eklemlerim yumuşuyor, çenem yumuşamıyor. Oturdukça ucunu görmeye başlıyorum içimi kasvetle saran rüyaların ve ağır gecelerin. Kendimi sıktığım halde sıkmıyormuş gibi davranmamın sonucu herşey. <br /><br />Gömülüp stüdyoyu, yazın temposunu, hesapları düşünmek, ve kendi normlarıma göre beni zorlayan bir mevsimden geçmekle başlıyor zaman zaman beni dürten gerginlik. Düzenli bir maaş almayı ardımda bırakalı bir buçuk yıl olmuş, boyumca bir girişime adım atalı neredeyse sekiz ay; hayallerinin peşinden koşmak yalnızca ilk adımın içsel cesareti, hayatının birikimi ve sevdiklerinin desteğini değil, sürdürebilmenin gücünü ve yutkunup sabredebilmeyi de gerektiriyor. Sabır, koç boynuzlarımın en eksik erdemi, her kavşakta karşıma dikilen, her yolculukta bir arpa boyu ancak gittiğim. Düşüme sımsıkı sarılıp bana düşeni sırtlanırken büyük bir keyifle, tüm zayıflıklarım ve aşırı uçlarımla da karşılaşmamı, sebatımı ve inancımı yeniden kuşanmamı ve elimi uzatıp yola koyulmamı bekliyor yaşam. Gönülden konuşanları dinleyip, gönlü örtülü olanlardan öte yana bakmamı, ve ne olursa olsun yoluma azimle devam etmemi bekliyor düşüm. El ele, omuz omuza bir yolculuk da olsa en yakınlarımla, sevdiklerimle, kimi vakit iç dünyamda tetiklediği girdaplar beni alıp götürdüğünde, sele dönüşüyor en sakin akan ırmaklar, ıssız köşelerine sığmayıp yüzeyde bir bir beliriyor en sessiz korkular. Bin bir yanılsama ve kalıplara takılıp iç alanımdan savrulduğum zamanlarda, sarılmanın, sohbetin, yakınlığın tesellisiyle yüzeydeki kaygı fırtınasını yatıştırmak değil, o iç dengemi, merkezimi yeniden bulmak için birbaşıma oturmak ve kendimle temasa geçmek üzere sakinliğe dalmak benim çıkış patikam. İşte o oturuşta, veya oturamayışta, yalnızım her insan gibi. O mindere giden taş yolda, kimi zaman dikenli dallara takılıp kalan, kimi zaman masmavi bir rayihayı taşıyan meltemle ferahlayan benim. O mindere oturduğunda kimi zaman yaşamın sesini, damarlarının ritmini duyan, kimi zaman kopup hayallere ve planlara dalan, bazen herşeye ve hiçbirşeye açılan, boşluğun kendine has kokusunu alan, kimi zaman en derin öfkesini haykıran benim. Ne kadar şükretsem de yanımdaki dürüst, gayretli ve güzel insanlara, herkes gibi kendi yolunu yürüyen benim ve tabi dert varsa o da benim derdim. “Derdim bu olsun canım” demek güzel bir adım geriden bakıp kendime, ama deneyimin içine girip o kimi zaman puslu camın ardından bakarken resme, bazı anlarda kendimi sıkmamak -şimdilik- elimde değil. <br /><br />Şimşekli gök gürültülü haftanın basık halet-i ruhiyesinde, çoktan seçmeli kabuslarım bir bir dökülürken önümde, hormonlarımın düşüşü ve dolunayın semaya tırmanışı da aynı vakte denk geldi. Gevşeyebilmek için bir romana kaptırıp sürüklenmenin edebi hazzıyla karıştırdım baş ucumda ya bir parça çikolata veya bir parmak likörü; uykuya dalmadan önce bir yumak keyfe sarıldım inceden. Sabahları ağırlığımı atmak için uzun duşun ardından aç karna minderime oturup yumdum gözlerimi, gevşemeyen çeneme rağmen toprağa bıraktım kalan herşeyi; önce içeride buldum hizamı, sonra yola koyuldu ayaklarım. Bu elektrik yüklü göğün üstünde nice yıldız ve gezegen kim bilir nasıl dizildi yine, aynı göğün altında içime dizildi cümleler, kelimeler. Dökülmesinler diye açmadım önüme klavyemi, sabah uyandığımda içimde bulduğum öfkeyi, çiğneyip geri yutmayı denedim defalarca. Ancak bir sabah “evet” dedim, sahip çıktım da öfkeme, o sabah biraz olsun aydınlandı sanki yüzüm. <br /><br />Zorlu hafta geride kaldı; kabussuz geçen bir gecenin sabahında yalın ayak çakıl taşlarında yürürken baktığım ayaklarımın görüntüsü geldi gözlerimin önüne. Üç yaşındayım, belki dört, doktor ‘Çakılda yalın ayak yürüsün’ demiş, düşük tabanlarım uyansın, ayaklarım güçlensin diye. Ayaklarımın altına batan taşlar kimbilir hangi sinirleri, kasları uyarıyor, benim aklımsa bir an önce denize girmekte. En fırfırlı elbiselerin altına bile bağcıklı ortopedik ayakkabılar giyerken, taşlı ve süslü kız ayakkabılarına nasıl baktığımı hatırlarım. Çocukluğum sol ayağımı içe basmamam gerektiğini hatırlayarak ve reçeteli botlarımdan kurtulmayı hayal ederek geçti, sabretmeyi öğrenmek ne kadar zordu. Salt ayaklarımda değil, sabır çok hikayemde yer aldı. Babamın aylar süren seferlerden dönüşünü beklerken, bir ilkgençlik boyunca yazarak ve okuyarak fark edilmeyi düşlerken, dağlar kadar iş yükünü temizledikçe bir o kadar daha önüme dizilirken ve bunun aylarca böyle geçeceğini bilirken, sevdiğim adamın birlikte bir yaşam kurmak için karar vereceği o günü beklerken... İrili ufaklı her taşın altından sabrı öğrenmem gerektiği çıktı karşıma, çeşit çeşit insandan, beklenmedik örgüler içinde öğrendim gıdım gıdım sabrı. Zor anlayan insanlar, zor karar veren insanlar, inatla iğneleyen insanlar, yüzsüzce talep eden insanlar, varlığını özlediğim insanlar, ve daha niceleri. Annem diyor ki “Daha anne olacaksın, sabrı o vakit anlayacaksın.”. Yani daha çok yolum var. Biliyorum, öncelikle bu darboğazdan geçmeli, sebatla oturup minderimde, evimde ve işimde kendimi merkezlemeli, dinleyince kalben bildiğimi, zihnimin çarpık aynalarına ince ince işlemeliyim. Her şey olması gerektiği gibi, ve zaten başka türlü olamazdı.<br /><br />İçimde uyanan sıkıntı, içimde sürece direnen ve başka türlü olsun isteyen, bir an önce olsun isteyen yanımdan doğuyor. Bir çok insan gibi benim de değişmesini hayal ettiğim bir şey var. Zamana, akışa bıraktığımda, olduğu haline “evet” dediğimde hafiflediğim, ama birkaç gün sonra yeniden kendimi ağlarına dolanmış bulduğum. Değişmesini istemek, olduğu haline evet diyememekten, olduğu halini reddetmekten geliyor. Oysa ben değil miyim süreç sonuca götüren bir araç değil, sonuç da varılacak bir yer değil, yaşamın kendisi, maceranın, doğanın ve yoganın kendisi şimdide, sürecin akışında diye söyleyip duran? Kendime değil de kime söylüyorum ki zaten her dillendirdiğimi? Kişi zaten en çok duymaya gereksindiklerini söyleyip durmaz mı herkese..? <br /><br />Kaç oturum daha alacak gevşemesi sıkışmış tellerin, kaç fırın ekmek daha yiyeceğim uyanana dek bu hipnozdan, kaç kere daha takılacağım dipteki koşullandırılmamın zincirlerine kim bilir, bir nefeste, gönül-zihin-beden tümden “evet” diyene, direnen yanım eriyip resme karışana dek..<br /><br />DenizDeniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-85034168196056734192010-06-27T16:18:00.005+03:002010-08-16T15:53:01.440+03:00zaman<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://3.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TCdRxW3QrlI/AAAAAAAAAIc/L91Q-OowNQ0/s1600/DSC08084yeni.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="http://3.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TCdRxW3QrlI/AAAAAAAAAIc/L91Q-OowNQ0/s320/DSC08084yeni.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5487444579367038546" /></a><br />Ada’nın gülücükleri, pürüzsüz bebek teni ve sanki konuşuyormuş edasıyla çıkardığı mırıltılı sesleri geride bırakmak güç oldu, ama Gözde’lerle uzun sabah kahvaltısı ve yürüyüşün ardından, üzerimizde birkaç nemli leke, içimizde şeker kokulu bir hisle el sallaşıp ayrıldık. Kucaktan kucağa geçen ve her fırsatta göbeğimizden omuzlarımıza doğru adım adım tırmanmayı deneyen bu minik şahsiyet, incecik saçlarına takılı kırmızı fiyonk tokası ve yazın moda renkleri kırmızı, lacivert ve beyaz renklerde fırfırlı elbisesiyle onlarca fotoğraf karesinin ortasın bir güzel yerleşti. Ada yokken nasıl kahvaltı ettiğimizi hatırlamaya çalıştım, şimdi sanki herşeyin kokusu, tadı, ve tabi odağı başka..<br /><br />Ada’yı konuşa konuşa eve döndük, Altan Sonisphere’in üçüncü günü için hazırlanırken ben de iki satır yazmak için klavyemin başına geçtim, Canset’le sözleştiğimiz buluşmaya kadar az da olsa vaktim var, tabi tahmin ettiğim sürede kendine gelip toparlanabilirse... Zira dün akşam mezuniyet töreni vardı Canset’in, ve gece de sabaha kadar partisi! Akşamın telaşı tüm güne yayılmış gibiydi, kutlama için gelen halalarımız, annem ve babam bütün günü hazırlanarak geçirdiler; uzun süren tören konuşmaları ve diploma dağıtımı sırasında Işık Ayazağa kampüsün dev spor salonunda kalan seyrelmiş oksijen ve gittikçe ısınan havanın da etkisiyle herkes yarı baygın ama bir o kadar da ayıktı. Alkışlar, ıslıklar ve flaşlar arasında geçen törenin sonunda kepler atıldı, konfetiler yağdı ve kokteyl alanına gitmek üzere kalabalık salon iki kapıdan sel gibi boşaldı. Heyecan, gurur, coşku ve sonrasında temiz havayla karışan bol şarap etkisini bol kahkahalı ve sohbetli bir akşamda gösterdi. Canset olağanca güzelliği ve elindeki bölüm ikinciliği meşalesini doğallıkla taşırken, müziğin sesi mini elbiseli genç mezun kızları kıpırdatmaya başladı bile. Ve sonrasında onlar partiye yollanırken biz de iki gram deniz havası için Hisar’a doğru kırdık direksiyonu.. Bir zamanlar başını eğmeden bacaklarımın arasından yürüyüp geçebilen, gelip minik parmağıyla göz kapağımı itip açarak “abya kaksana” diye beni uyandıran, kocaman gamzeleri ve durmak bilmeyen hareketleriyle evin neşesi olan küçük bebek, bugün alımlı, güçlü ve kendini bilir adımlara sahneye çıkıp iki diplomasını teslim almış, yaşamın her geçen gün gösterdiği bambaşka çehreleri arasında dimdik durmayı ve sabırla gülümsemeyi başarmıştı. Şarabın ve heyecanının çarpmasıyla – annem kadar olmasa da- hepimiz çakırkeyif olmuştuk. Boğazdan geçen gemileri, akşam kuşlarını, ve dolunayın güçlü yansımasını izledik artık gölgesi kalmamış çınarın altında. Herkes kendi yaşamınca, kendi yaşınca bir duygu kokteylinin dibine yuvarlanırken, gecenin loş kucağında hepimize göz kırpan ortak dostumuz, yoldaşımız ‘zaman’dı. Bir bebeğin yalın tenine değince, yağmurdan önce sızlayan dizlerde, aynada değişen çehremizde, her yeni düğün ve cenazede andığımız, kimi kimi yavaşlatmayı hayal ettiğimiz ve her gün biraz daha farkına vardığımız ‘zaman’.<br /><br />Büyüyen herşeyin ardında bıraktığı anılar, eskiyen fotoğraflar ve zamanlar geçip dururken konuşmalarımızdan, bir süredir babama, anneme daha hasretle sarıldığımı, kardeşimi, kocamı daha derinden kokladığımı, sevdiklerimle daha çok olmak istediğimi anlar oldum. Sanki eriyip hiçliğe karışacakmış gibi tanıdık gülüş ve tınılar, sanki toplayıp biriktirmek istermiş gibi dinlemeye, kayıt etmeye, dokunmaya başladığımı farkettim son zamanlarda. Bazı anlar, bilir gibiyim o anın hep benimle olacağını. Ömründe bir defa açan nadide bir çiçek gibi kendine has ve tekrarsız her an; tıpkı her yaşamın, insanın, aşkın eşsiz olduğu gibi. Eşsiz ve tekrarsız, eşsiz ve geri alması imkansız. ‘Şimdi’ye dair kitaplar ve konuşmalar arttıkça anlamını yitirip klişeleşmeye eğilse de bu sözcük, tekrarlandıkça sıkıcılaşsa da ‘şu anın tadını çıkarmaya’ yönük anlatı ve makaleler, yavaşlayıp nefes alışının hızına indiğinde farkındalığın, anlıyorsun ki şu andan başka bir şey yok. Ve “anı yakala!” onlu yaşlardayken anlamak istediğimiz gibi daima ‘koş git yapacağın ne varsa bir an önce yapıver, bungee jumping yap, paraşütle atla, çıplak yüz, sevdiğin kişiyi aniden öp’ demek değil - tabi yap bunları da ama – dur ve her ne varsa mevcut anda, dinle, gör, kokla, tat, içine çek ve yaşa demek gibi geliyor bana. Tam da bu nedenle elimin uzandığı anda daha özel bir zamanı beklemeyip açıyorum Gladiator Chardonnay’i, babamın kucağına oturuyorum içimden geldiğinde, Canset’le dansediyorum sokağın ortasında, Ada’yı koklarken gözlerimi yumuyorum, kocamı dinlerken gözlerine bakıyorum, en dağıldığım, en yorulduğum anda öfkelenirken öfkemi yaşıyorum, yanaklarım ıslak uyandığım sabahta acımı tadıyorum. Ancak hissederek mümkün otomatikleşmiş hareket ve ritüelleri geride bırakmak. Hissederek mümkün yaşamak ve yaşatmak. Hislerinden uzak insan, uzak yaşamı içine almaktan. Ve çoğu zaman kendinden, bedeninden uzak, statik bir duygu hali içinde, gündelik kalıpların şeklini alan insan uzak hissedebilmekten.<br /><br />Tam da hissedebilmenin kapılarını açan sanat yoga. Belki sağ ayağının dış kenarını yere bastırabilmeyi, üst kolunu dışa doğru açarken ön kolunu içe doğru çevirebilmeyi, baldırlarını güçlü bir şekilde yere bastırırken çenesini gevşek muhafaza edebilmeyi denerken başlayan o yepyeni hissetme - farketme - anlama süreciyle insanın içine sızan ve yerleşen yoga. Önce öne katlanırken bacaklarını aktif tutmayı, ayakları canlandırmayı, kalça eklemindeki kasları birbirinden ayırt ederken sırtı ve enseyi uzun, yüzü ve pelvik zemini gevşek, nefesi doğal ve göğüs kafesini açık tutmayı anlamaya ve süreklileştirmeye açılan zihin-beden, zamanla o öne eğilmede sadece karnının, ağzının ve nefesinin kalitesini değil, o anki bedensel yoğunluk ve değişimleri, yüzeye yaklaşan anıları ve hisleri, poza ve yogaya dair tepkilerini, ne kadar açık, duyarlı ve şu anda kalabildiğini fark etmeye, bedenini ve özünü hissetmeye başlar. Ve bir defa hissetmeyi, bedenin her noktasını ve her anı bir nabız gibi birlikte atarak tüm farkındalığıyla içine çekmeyi öğrenmeye başlayan çoğu insan, bunun tadını, etkisini, ve yaşamına dokunuşunu bırakamaz. Yogaya zaman ayırmak, yaşama zaman ayırmak demek. Yogaya eğildikçe, yoga uygulamak, yalnızca pozlar ile akan bir dersin içinde değil, pazarda meyve alırken, parkta koşan çocuklara bakarken, yanından geçen bir köpeği okşarken, trafikte beklerken, otobüse binerken, zor geçindiğin bir kişiyle temastayken, işyerinde çalışırken ve daha nice eylem içindeyken de devam etmeye, ene azından zaman zaman mümkün olmaya başlar. Mat üzerinde geçen dersin kabuğu çatlayıp, yaşamının inceliklerine işlemeye başladığı andan itibaren bir yaşama sanatına dönüşen yoga, varlığının, tutumunun, nefes alıp verişinin bir parçası olmaya başlar..<br /><br />Nasıl aldığın büyük kararlarla, birleşen ve ayrılan yaşamlarla, doğan ve ölen insanlarla derinden dönüşüyorsan, yoga gibi seni sana, bedene, doğaya, yaşamın döngüsüne, mevcut ana yakınlaştıran disiplin ve çalışmalarla da dönüşüyorsun. Yaşamın bir dönüşümler, değişimler örgüsü halinde akıyor yıl üzerine yıl. Yeni geleni kucaklayıp, eskiye veda etmeyi, sevinip kutlamayı, üzülüp yas tutmayı, kimi zaman durup dinlemeyi veya isyan etmeyi tadarak, öyle veya böyle büyüyorsun. Ve bir bebekten bir yetişkine dönüşürken bin bir çetrefilini tadarak toplum içinde büyümenin, yitirdiğin onca değeri geride bıraktığını çok sonradan farkediyorsun. Ancak gönülle yaşanan bir ritüel, bir sanat veya aşkın kendisi yeniden doğarca özgürleşmene alan veriyor. Gönlünü dinlemeye, hissetmeye izin verdiğinde özgürlüğün, gücün, doğum hakkın olan coşkun geri gelmeye, yeniden uyanmaya başlayabiliyor.. Ve bir bebeğe baktığında, onda görüyorsun o doğal varoluşun katkısız, kalıpsız özgürlüğünü. Gördüğünde, bir an dahi olsa anımsıyor ve özlüyor, onu içine çekmek, onu yeniden yaşamak istiyorsun.. Yoga ve aşk, benim için hissetmenin kapısını aralayan, hatta açan iki yol. İkisi de kimi zaman tümden teslim olmanın büyüsüne eriştiğim, kimi zaman bir adım gerisine düştüğüm ama artık teması kaybetmemeye niyet ettiğim...<br /><br />Evdeki parantez arası birbaşınalığımın mor salkımları öyle tatlı sardı ki heryeri, bıraksam kendimi durmadan yazarım akşamın cılız ışıklarına dek. Oysa verilmiş bir sözüm ve yetişecek bir buluşmam var - gün daha nelere gebe hiç bilmeden, niyet edip yola dökülmek en güzeli. Ben yazımı yazıp planlar yaparken, dostum zaman hiç geri kalmıyor, yelkovan bir tam turunu tamamlarken, Ada’nın pantalonumda bıraktığı iz kurudu bile..! <br /><br />Zaman ne hızlı geçiyor diye hayıflanmak yerine, hissederek dokunun bugün dokunacağınız ilk kişiye!<br />Sevgiyle<br />DenizDeniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-32275847647872883072010-06-15T17:43:00.001+03:002010-08-16T15:54:02.685+03:00OmDövme yaptırmanın da yaşamdaki herşey gibi bir vakti var. Eğer bu beden, kendi seçtiği bir biçimi, bir duyguyu, bir simgeyi, bir yolu kendine ekleyecekse, ekleyeceği varsa, günü geldiğinde hikaye kendini yazmaya başlıyor. Hikayenin akacağı yoksa klavyenin başında oturmak nasıl verimsiz ve havada asılıysa, “acaba dövme yaptırsam mı, ne yaptırsam..?” diye düşünmek de bir o kadar ilişkisiz dövmenin doğasıyla. O, hazır olduğunda ortaya çıkar, yerini belirler, ne olduğu, ne olacağı baştan bellidir. Sen ne zaman çeşitlendirmeye, araştırmaya, bakınmaya devam etsen de, bedenine işlenecek biçim, anlam, ifade baştan bellidir. Çünkü o bedeni, şimdi ve burada bütünleyecek olan, o bedene, o duruşa, o hisse katılacak olan zaten bir adım ötede beklemededir.. En azından benim kendi dövme sürecimden ve <a href="http://www.ruhsel.com/">Ruhsel</a>’in cümlelerinden süzdüğüm bu..<br /><br />Cümlelerimin keskinliği (belki küstahlığı?) ardında yılları bulmuş bir tecrübe veya felsefe yok, ama daha o dövmeyi istediğimi bildiğim anda yeriyle, biçimiyle, büyüklüğüyle içimde uyanan her neyse, onun bedenimde yer bulmuşluğunun bilgisi var. Bu benim için saklı ve uzak dünyaya adım atıp kulaklarımı açtığımda dinlediğim ve hissettiğim derin bağlar ve ifadesini bulmuş ruhlar var. Bu hislerin ve uyanışların bana fısıldadığı tek bir şey var; seni dövmeni seçmezsin, dövmen seni seçer..<br /> <br />Ruhsel o derinden sesiyle anlatırken durup, yolundan geçmiş binlerce insanın onda bıraktığı izden, kendi bedensel ve sanatsal yolculuğundan, mesleğinin duru deneyiminden dökülen içten cümlelerini dinledim. Onun gibi ifade edemesem de anladığım: Her insanın bir bedeni var, beğendiği veya beğenmediği, hassaslıklarını ve güçlerini zaman içinde keşfettiği, daha keşfederken değişiveren, zamanın parmak uçlarında eğilip bükülen, değişen, dönüşen ama bir o kadar da aynı kalan. Her insanın bir bedeni var, öyle veya böyle, birlikte yaşamayı, iyi hissetmeyi öğrendiği, ve büyük olasılıkla tümüyle kendi seçimi olsa kimi özelliklerini değiştirmeyi seçeceği. Ve o “beden”le “öz” arasında bir kopukluk, bir bütünleşememe duygusu yaşayan insan o bedene, kendi özünden doğan bir anlamı, sembolü, şekli işlediğinde, bütünlenme ve o bedenin gerçek sahibi olma hissi doğuyor. Annen ve babanın hücrelerinden doğan ve topraktan ödünç aldığın bedene, sana ait olan özün dokunuşunu kattığında o beden artık senin bedenin oluyor. İşte Ruhsel, dövmeyi böyle anlatıyor..<br /><br />Yıllar önce, karnıma bir Om “ॐ” dövmesi yaptırmayı düşünmüştüm uzun uzun. Düşünme sürecinin bir sonucu olarak fikir uzadı, eskidi, emin olamama ve gel-gitler sonucunda unutuldu ve zamanın tozlarına karıştı. Bir buçuk ay kadar önce, bir meditasyondan kalktığımda ise, sırtımın orta üst kısmında, ensemin hemen altına yerleşecek güçlü bir Om içimde uyanmıştı. Bu “bilmek”ti, kalben özlemek, bir an önce kendime katmak istemek. Ve her türlü düşünce, uyarı, risk ve benzeri duraksatıcı müdahalesine rağmen küçük zihnimin(ve bu zihni tetikleyen diğer zihinlerin) o dövme, kendi zamanında, kendi ritminde, kendi seçtiği yere geldi ve yerleşti. Çizilirken hissettiğim o tatlı sızı, tam da o 20 dakikaya denk gelen ülkeler geçidinin binbir müziğine karıştı. Yüz üstü uzanırken ilk başta heyecandan ağzım kupkuru, kalbim hızla atıyordu, ama Ruhsel iğneyle bana dokunduğu andan itibaren usul bir teslimiyet, rengarenk bir dönüşüm haresi yayarak bütün odaya yayıldı. Yaşadığım en keyifli, en “bana ait” deneyimlerden biri içinde akarken yüzüm ve nefesim rahatlamaya, içimde sonsuz durgunlukta bir göl manzarası uyanmaya başladı. Yerimden kalkıp çapraz aynadan onu gördüğümde, artık dövmesi olan insanları anlayabiliyordum. Bedenime yayılan endorfinin de etkisiyle duraksız bir gülümseme sardı yüzümü. Çıkarken tüm dünyayı kucaklayacakmış gibi hissediyordum...<br /><br />Eğer içinizden yükseliyorsa, durmayın derim, tabi ki yürüdüğü yolu yakından tanıyan etik, insancıl ve doğru bir ustayla..!<br /><br />Om<br />Deniz<br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://2.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TBeSpFf8rkI/AAAAAAAAAH4/RaPCHjrpZc4/s1600/DSC08052.JPG"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="http://2.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TBeSpFf8rkI/AAAAAAAAAH4/RaPCHjrpZc4/s320/DSC08052.JPG" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5483012305895337538" /></a>Deniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-84538644281250179322010-06-15T15:40:00.004+03:002010-08-16T15:55:56.171+03:00Vaha Ada - Burgaz<a href="http://4.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TBd1MqpcFQI/AAAAAAAAAHY/O7UtZr4LiMs/s1600/burgaz_adasi2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 186px;" src="http://4.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TBd1MqpcFQI/AAAAAAAAAHY/O7UtZr4LiMs/s320/burgaz_adasi2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5482979931813844226" /></a><br />Kaldırım taşlarından yükselen yakıcı sıcak, ensemde hissettiğim güneşe eklenirken, elleri yükle dolu bir kadına yol vermeyecek kadar kaba ve görgüsüz birkaç adama çarpmamak için durup yolumu değiştiren yine ben oluyorum. “İstanbul’da yürümek” başlıklı bir kitap veya kullanma kılavuzu pekala yazılabilir, çünkü 30 santim kenara çekinmeyi mesele gibi gören ve nezaketin yakınından geçmemiş bir erkek kitlesi çoğunluğu oluşturmakta. Sürekli sağa sola çekile çekile, ve bunu onların varoluşunun, koşullandırılmalarının ve eğitimsizliklerinin bir ürünü olduğunu kendime hatırlatarak geçirgen kalmaya çalışa çalışa, soluması güç havayı yararak elimde sebze-meyve, sırtımda sırt çantam evime ulaşmaya çabalıyorum. Kulağımda her türlü korna, fren, otobüs gürültüsü, atılan saçma sapan laflar ve şehir vızıltısını agresif bir ritim ile gölgeleyen Moby var, “Go” parçasının 14 farklı mix’i dönüp dururken ayaklarım birbirine ancak yetişiyor. Eve varıp bir an önce ince askılı hafif bir ev elbisesi giyinmek, yalın ayak mutfaktaki taşlara basmak ve buzlu bardaktan ayran yudumlamak var aklımda..<br /><br />Düdüklü tencerenin buharını duyduğumda gevşemeye başlıyorum, güneşliklerin yardımıyla göreceli olarak serin kalmış salonda en sevdiğim köşeye, yazma köşeme kurulup ayran bardağında kalan buzları ağzımda döndürerek “god moving over the face of the waters” eşliğinde sandalyeme yerleşiyorum. Burgaz Adada çektiğim az sayıda resmi yükleyip keyifle iç çekiyorum. Nihan ve Niso ile geçen upuzun Pazar Altan ve benim üzerimizde müthiş yenileyici bir etki yaptı. Sabahımıza yayılan vapur seferi boyunca cam göbeği köpükler ve sulara bakarak vapurun kıçında bağdaşta oturduk; bebekler, köpekler, müzik dinleyen çocuklar, fotoğraf çekenler, poz verenler arasında iki küçük gözlemci olup dalgaların ve martı kanatlarının altında gizlendik adeta. Gözlerimiz biraz uzakları, hayalleri, mavileri taradı, biraz birbirimizi. Kınalı Ada’da dayanamayıp vapurdan denize balıklama atlayan gençlerin yarattığı şaşkınlığın ardından, Burgaz’da indiğimizde taze dövmeleriyle Nihan ve Niso bizi bekliyordu. Soda ve kahve üzerinden hızlıca bir hasret ve tanışma sohbeti yaptık, sonra kendimizi eve ve oradan da Bayraktepe’ye kadar uzanan keyifli bir yürüyüşe bıraktık. <br /><br />Tempolu inişler ve yavaş tırmanışlarda kertenkeleler eşlikçimizdi; sanırım 8 yaşımdan beri ilk defa bu kadar çok kertenkeleyi bir arada gördüm. Hışırdayan çalılara her kaydığında gözlerim, uzun kuyruklu arkadaşlardan biriyle gözgöze gelerek sürüp gitti yolculuk. 2003’teki yangından sonra ağaç dokusunu büyük ölçüde kaybetmiş olan tepenin inatla yeşillik çalılarla kaplı olması da iç ferahlatıcıydı. Marta koyu ise nefes kesiciydi, gidip koyun ucunda çadır kurmuş efsane insana imrenmemek elde değildi. Aşağılarda, at kestanesi ve çınar ağaçları arasında, hiç biri birbirine benzemeyen muhteşem evleri gezerken Nihan’ların aşina olduğunu siyah kedi yavrularıyla ilk defa karşılaştım, bir tanesi annesinden süt emerken, diğerleri naif bedenleriyle oradan oraya yürüyorlardı. Adanın doğal, sakin ve samimi havasının gevşetici etkisi sürerken, Büyük Klübün önündeki minik seyyar dondurmacıdan taze çilek ve limondan yapılmış katkısız (ve sınırlı miktardaki) dondurmadan aldığımız ilk ısırıkta keyfimiz iki katına çıktı. Senenin ilk deniz sefasının tatlı serinliğine doyamadıysak da, tadı damağımızda kaldı. Ama ardından hayallere, yaşama, potansiyellerimize ve toplumun yeni ve farklı olan herşeye yönelen bastırma ve yıldırma girişimi üzerine uzun uzun konuştuk. Otuzların başlarında yaprak yaprak açılmaya başlayan onlarca duyguyu, uyanışı paylaşırken zaman nasıl geçti anlamadık. Ardından grup büyüdü, keyif büyüdü ve akşam Kalpazankaya’da kıpkırmızı gün batımına eşlik eden sürpriz tandırla pazarımız taçlandı! Vapura son 15 saniyeyle yetişirken elimde günün üçüncü dondurma külahını taşımaktan az biraz utansam da, adanın, dostluğun, güzel anların ve iyi dondurmanın önünde eğilip keyfini çıkarmak dışında yapılacak bir şey olmadığını bilerek adanın yavaş yavaş küçülmesini izledim..<br /><br />Büyük ada adı üzerinde büyük, hikayeleri, yolları, adanın kendisi gezmekle bitmez, Heybeli ada –bende kalmış bir ilk gençlik sızısı dışında - piknikler ve yürüyüşler için şahane, Kınalı deseniz bir uçtan diğerine denize girilen, en çabuk varılan ada.. Burgaz Ada’yla daha bu ilk ziyaretimizde bize bir başka dokundu; neredeyse evimizde gibi hissettiğimiz, sakinliğine ve kuş seslerine çarpıldığımız, yakındaki bir uzaktı ada. Şehrin fokurdayan kalabalığı, birbirini dinlemeyen insanları, durmaksızın inleyen asfaltı ve bitmeyen uğultusundan sıyrılıp, köpüren dalgalar arasından iki kanat çırpışta konulacak taze bir nefesti ada; yavaş ve derinden...<br /><br />Bir gün muhakkak koklayın, görün, yürüyün Burgaz Adayı.<br />Deniziniz, taze havanız, düşleriniz bol olsun..<br />DenizDeniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-57777522828917461202010-06-10T14:10:00.005+03:002010-08-16T16:01:18.247+03:00sorun yok<a href="http://1.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TBDJP9cLyEI/AAAAAAAAAHQ/5R5AfmVX-PM/s1600/sower+with+setting+sun.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 243px;" src="http://1.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TBDJP9cLyEI/AAAAAAAAAHQ/5R5AfmVX-PM/s320/sower+with+setting+sun.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5481102022537889858" /></a><br />Yürüyerek kahvaltı edilir mi? İdeallere uymasa da, Komşufırın’dan ciabbata üzeri zeytin/peynir ve yanında limonata alıp, günlerdir yağan yağmurun ardından ilk güneşli günde mavi babetlerle yürüyorsan pekala edilir! Hele de uzun ve karmaşık bir rüyadan uyandıysan, kimi ve neyi kurtarmaya çalıştığını hatırlamıyorsan, yine de kalbinin derinlerinde bir kurtarıcı hissi kımıldıyorsa, ama kendine kahvaltı hazırlayacak kadar bile gücün yoksa, perdeyi araladığında parıldayan güneşi gördüysen ve bir an önce onu teninde hissetmek istediysen, işte o zaman bir elinde ciabbata, bir elinde limonata, güneş gözlüklerinin altında mobil kahvaltını mideye indirirsin. Mistik ve yorucu rüyanı, gece bir anda dökülen sebepsiz gözyaşlarını, ve içine uyandığın “hayat ne kadar büyük” düşüncesini – yarı korku, yarı merakla yoğrulmuş – ardında bırakarak..<br /><br />Nasıl son üç dört gündür sebepsizce yaşamla dolup taştıysam, dün akşam da aynı beklenmedik hızda yavaşladığını hissettim içimdeki güçlü makinanın. Sanki bir adım geriye çekildi cesaret, biraz sesi kısıldı coşkunun, belli belirsiz bir keder, bir sebepsiz korku yayıldı içime. Sonra bedenin sigorta sistemi devreye girdi, ruhum yıkandı, içim boşaldı, kendimi bıraktım hıçkırıklara. Tıpkı biriken gerginliği,travmayı boşaltırken hayvanların titremesi gibi, biriken ve yüzeye çıkmayan duygular da kimi zaman ağlayarak boşalıyor.. <br /><br />Kelimenin tam anlamıyla o boşluk hakim olduğunda içime, sakinledim, yumuşadım. Hayatın heybeti, bedenin zekası, herşeyin daha büyük bilincin dalgalarıyla akıyor olması, kendi küçük direnç ve yoksayma mekanizalarımız göründü bir an için gözüme. Anlamak isteğim kayboldu. Sadece durmak, dinlenmek ve düşünmemek için izin verdim kendime. Ardından ikinci turuna girdiğim Osho’nun “Çocuk” kitabının sayfaları arasında dolaştı gözlerim, ve yastığıma gömülüp diğer tarafa geçtim..<br /><br />Yaşamın, ruh halimin, eğilim ve hislerimin “ben” diye adlandırdığım bilinçten bağımsız hareketini artık savaşmadan izlerken, spontane güne daldım. Yürüyerek kahvaltımın ardından gün önümde açılıp kendi tekliflerini sunmaya, patikalarını açmaya başladı, ben de önümde açılan yollara içgüdüsel adım atmaya başladım. Planlamaya çalıştıkça zorlaştığını görünce bir defa daha, bıraktım kendi yoluna aksın diye. Hayatın bir “yapılacaklar listesi” olmadığını karnımın orta yerinde hissettikçe, çok kısa bir süre öncesine kadar neden bu listeye o kadar yapıştığımı, neden bunu çok yaşamsal sandığımı, kısacası kendi kendimi anlayamaz hale geldim! Şu an, yine hiç mi hiç ifade edemediğim bir his içindeyim, baktığım, gördüğüm herşeyde hayatı kutlama hissi var. Hayatın büyüklüğüne, sınırsızlığına, kendi yoluna bir eğilme var. İnsanların gözlerinin en derinlerindeki gerçeğe, cana, yaşama saygı var. Yüzeyde yaşadığımız göstermelik paylaşımlar ve sosyal gereklilik kapsamındaki davranışlardan derin bir sıkıntı var. Bir an önce herşey gerçek oluversin, herkes gerçeğini ifade etsin, gerçek duygularıyla yaşasın, dokunsun istiyorum. Gerçek olmak, yüreklice söyleyivermek. Ve söyleyiveriyorum da bir çırpıda: “En çok istediğim şeyler, arka planda en ödümü koparan şeyler aslında!”:<br /><br />Tartısız ölçüsüz içimden geçeni söylemek, inanmadığım şeye inanıyormuş gibi yapmamak, istisnasız dürüst olmak! İçimden aktığı gibi ders vermek, insanların beklentilerinden bağımsız olmak, içimden gelmedikçe yakınlaşmamak! İnatla kurumsal formata girmemek, gerekenleri değil - sadece içimin onayladığı işleri yapan bir işletmeyi sürdürmek! İçime doğru gelmiyorsa, ailem de olsa, dostum da olsa, kıvırmadan, yumuşatmaya ve inceltmeye uğraşmadan “katılmıyorum!” demek! Çocuk sahibi olmaya karar vermek, hamile kalmak, doğal doğum yapmak, bir anne olmanın sorumluluğunu almak!! İstiyorum, ve korkuyorum..! Herkes korkuyor. Korkmuyormuş rolüne yatıyoruz ama tavrımızda, bedenimizde, kalıplarımızdaki değişim, içten içe ödümüzü koparıyor. En çok söylediğim, anlattığım, derslerime, sohbetlerime serpiştirdiğim şeyler, aslında en çok geliştirmeye niyet ettiğim şeyler. Sana, ona söylerken kendime söylüyorum aslında. En kendimden emin söylediğim şeyler, fondaki perdenin arkasında dizlerimi titretiyor aslında. İşte gerçek. Ve güzel haber, bunda bir sorun yok. Korkmakta bir sorun yok. Ama korkunun akışı durdurma gibi bir etkisi yok. Benim korkuyla, korkunun varlığıyla rahat etmeyi, onun varlığını onurlandırmayı ve cesaret etmeyi seçme etkim var. Korkmakta bir tuhaflık yok. Hayat çok büyük çünkü, ve bizim derin koşullandırılmalarımız çok küçük. Hayatı alamıyor içeri. Alırsa da çarpıtıyor, ve işte korku orada çıkıyor ortaya. Çarpıtılmış algı, gerçeği olduğu gibi görememek, programlanmış zihin. Korku. Neyse ki ağlamak var, neyse ki dansetmek, sevişmek, şarkı söylemek var, koşmak, zıplamak, bağırmak var boşaltan. Neyse ki disiplinler var, doğru nefes almayı öğreten, kendini dinlemeyi, kendinle kalabilmeyi, her ne varsa olduğu gibi görebilmeyi, ve şu anın içinde rahatlamayı öğreten. Neyse ki aşk var, teslimiyet var, yoga var.<br /><br />Güneş sanki 3 gündür İstanbul’u sarsan yağmura inat gittikçe yükseliyor, gök pırıl pırıl, hava bildiğin sıcak şimdi. Akşamın kederi, sabahın yorgunluğu, kahvaltımın kırıntısı kalmadı içimde. Gönlümden aramayı geçirdiğim birkaç dost, yazıp toparlayacağım birkaç sayfa, bedenimin bir an önce içine girip solumayı beklediği birkaç asana var. Bugün yin yoga dersim yok, yerine Şiddetsiz İletişim Tanıışma akşamı var. Bu defa ben de katılacağım, içimde serin ve kıpırtılı bir hevesle. Öğrenecek çok şey var, ve yeni bri anlayışın perdesini aralarken içim, tıpkı loş odanın perdesni aralayıp güneşle karşılaşırkenki coşkuyla doluyor. Bilgi, sözcüklerden süzülüp kalbime, bedenime indiğinde, daha sade, daha koşulsuz, daha katkısız bir yaşam için bir arpa boyu daha yol gidiyorum. Bilgi, saf ve güçlü ise, birey birey büyüyor ve yayılıyor, koşullanmaları kırıp, içeri biraz daha ışık alıyor..<br /><br />Işığınız, güneşiniz, cesaretiniz bol olsun.<br />Deniz<br /><br />resim: 'sower with setting sun' - Van GoghDeniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-713156647821447155.post-45371704097826677062010-06-08T11:00:00.006+03:002010-08-16T16:02:41.055+03:00güç<a href="http://2.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TA3_PONyxxI/AAAAAAAAAG4/jaivNSzB4-U/s1600/magritte_mask.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 145px; height: 200px;" src="http://2.bp.blogspot.com/_lKH8S2K_dWY/TA3_PONyxxI/AAAAAAAAAG4/jaivNSzB4-U/s200/magritte_mask.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5480316958558832402" /></a>Yağmurda yürüyorsan ıslanacaksın. Haziran demeden botlarını giysen, en su geçirmez trençkotunu çeksen, sırt çantanı ve gövdeni mor şemsiyenin altında saklasan da, su senin zırhlarını delip geçmenin bir yolunu bulur; en azından İstanbul’da! En iyisi buna direnmek yerine, önlemini alsan da ıslanmaya hazırlan…<br /><br />Suyun gidecek yer bulamadığı şehrimde sabahı Şişli’nin nehirlerinden geçerek açtım; evden çıkarken “acaba?” dediğim botlarıma çıkar çıkmaz şükrettim. Kulağımda “Wilco- Hummingbird”, bir elimde şemsiyem, bir elim cebimde, yağmurla tazelenen havayı derin çektim ciğerlerime, mırıltılarla şarkıya eşlik ederken yanımdan geçen bir taksinin beni sağ yanağımdan sağ ayak bileğime kadar yıkaması bir an canımı sıktıysa da keyfimi kaçırmadı. Yarı ıslak girdim stüdyoya, bu defa “Stretch- Why Did You Do It” çalıyordu fonda, çantamdan kırmadan getirmeyi başardığım 3 yumurtayı çıkarırken şarkıyı taksi sürücüsüne ithaf ettim içimden. Nasılsa normalde takılabileceğim aksiliklere, evimdeki eksiklere, sıkıcı olabilecek pek çok detaya sıkamıyorum canımı. Bu haftasonu katıldığım Bryan Kest Power Yoga Workshop’un da etkisi var bunda biliyorum. Son zamanlarda kendini bulmaya başlayan merkezlenme halime nazikçe dokundu bu çalışma. Üç saatlik yavaş, dayanım artırıcı, nefesin şiir gibi aktığı, bedenlerin sırılsıklam, farkındalığın son derece merkezlenmiş olduğu muhteşem dersin sonunda meditasyona geçmeden önce Bryan’ın söylediği bir sözle gözlerimden süzülen yaşlar ve göğsümden fışkıran o yoğun hissin de etkisi var biliyorum. Yaklaşık söyle bir şey söyledi (ya da ben böyle algıladım): -“Şimdi yoga yapmaya hazırsınız, içinizde daha fazla savaşacak bir şey kalmadığına göre..”<br /><br /> Bryan, yogadaki gücün nefes olduğunu, zihnin sakinliği olduğunu, kendini izlerken doğan şefkatli farkındalık olduğunu deneyimlememize alan verdi. Power Yoga’yı tamamen yanlış algıladığımı, o gücün başka bir güç olduğunu gördüm. Sayesinde asana uygulamanın, yoganın belki %1’i olduğunu, yeniden, derinden hissettim. Başarma itkisine karşı, bedenin sesini dinlemeyi tercih edebildim. Uygulamamı yumuşaklık, dürüstlük ve duyarlılıkla sürdürdüm. Bundan koptuğum anlarda, bazen dışarıdaki, bazen içerideki hocanın sesi beni tutup yeniden o iç hizaya getirdi. Tabi ki terledim de, zorlandım da, titrediğim ve bacağıma kramp gireceğini sandığım anlar da oldu, sınırın etrafında bir dansa dönüştü ders. Bedenim durup dinlenmezsem incinebileceğim sinyalini verdiğinde durdum ve dinlendim. Ama zihin ‘yeter artık bitsin bu poz’ dediğinde nefese geri döndüm, ve kendimi nefese bıraktım, devam ettim. Gücün, kimi zaman yeni bir kas grubunu keşfetmek, kimi zaman kendi zihnindeki sınırını geçme cesaretini göstermek, kimi zaman ise iç sesine ve o ana tümüyle teslim olabilmek olduğunu, yarı titreyerek, yarı iç çekerek, huzur ve keyif içinde hissettim. Çünkü yoga bir savaş hali değil, yoga bir ‘evet’ hali.<br /><br />Ustaların söylediği gibi- uygulamanızda hiç zorlanmazsanız, nasıl gelişebilirsiniz? Sizi sınırınıza götüren bir uygulama değilse, zorluğun, sıkıntının içinde rahat bir nefesle ve sakin bir zihinle kalabilmeyi nasıl öğreneceksiniz? Kendi kalıplarınızı, otomatikleşmiş tavırlarınızı, yargılayıcı yaklaşımınızı nasıl fark edeceksiniz? Pozdan çıkmak ya da pozda kalmak çatalına geldiğinizde, yol ayrımında hangi sesin zihnin kalıbı, hangi sesin bedenin sağlığını koruma çağrısı olduğunu anlayacak duyarlılığı nasıl geliştireceksiniz? Mat’ın üzerindeki uygulamanızda yogayı, duyarlılığı, dinlemeyi yaşamaya başladığınızda, yogayı her ana, şu ana taşımak, aynı tavrı, yaklaşımı yaşamda devam ettirmek mümkün. Tepkisellik, gerginlik ve duyarsızlık gibi davranış kalıplarımız yogayla yavaş yavaş erimeye, çözülmeye başlıyor. Tabi ki gönülden izin verir ve şu anda kalabilirsek.<br /><br />Kotum yavaşlıkla kururken çayımı yudumluyorum, dışarıda kesilmeyen yağmur sesine ekleniyor fondaki “Only Molly Knows”. Bu havanın müziği Travis bence.. Yazın ortasında bu tatlı serinliğin de bir etkisi var hepimize, şifasını alıp, zorluklarını dışarıda bırakamıyoruz elbet. Hayır deyip dirensek ne olacak? Yağmur, aynı güçte yağmaya devam edecek, biz de direncimizin yarattığı sıkışmış kaslar, daralmış nefes, ve aksi tepkilerle kalacağız. Evet dersek ne olacak? İçindeki şifayı, doğaya olan dokunuşunu, olumlu etkilerini göreceğiz, ve aynı anda sıkışan trafiği, sırılsıklam pantolonumuzu ve zorlaşan şehir koşullarını yaşayacağız, kaçınılmaz olanı, daha sakin bir nefesle, daha açık bir gönülle. Yağmuru ikiye bölüp, yarısına evet, yarısına hayır diyemeyeceğimize göre, toptan evet demek, ve yağmurun gücüne katılmak en iyisi gibi.. Savaşıp kendi gücümüzden kaybetmek yerine, daha büyük güce katılıp, onunla büyümek.<br /><br />Güç sizinle olsun :)<br />Deniz<br /><br />resim: René Magritte / La Magie NoireDeniz Bağan Özoğulhttp://www.blogger.com/profile/13648047318709063133noreply@blogger.com1