15 Ağustos 2010 Pazar

fazlalıklar

Ağustosu var gücümle yuvarlamaya uğraşırken iklimin gitgide ağırlaşan kolları her an omuzlarımda. Sokakta, derslerde, toplu taşıma ve kısa yürüyüşlerde, elimde pazar çantam sebze-meyve seçerken, bir görüşmeden diğerine yetişirken terlemenin ve yorgunluğun yeni bir boyutunu deneyimliyorum sürekli. Sabrım sınanırken diğer uçta burnum, genzim yanıyor; kuru ve serin klima havasıyla nemli ve sıcak şehir havası arasında mekik dokuyan bedenim, uyum göstermeyi reddetmeye başladı. Her fırsatta duşa girmek, bol su içmek, günde sayısız atlet-çamaşır değiştirmek işe yaramıyor. Klimasız evde duramaz, uyuyamaz oldum. Evde ölçüyü ince ayarlasam da, alışveriş merkezleri, sinemalar, girip çıktığım dükkan ve ofislerin 16-18 derece aralığındaki klimatize havaları, ardından sokağa çıktığımda canıma okuyor. Neticede gün boyu hapşırmaktan, genzimdeki sürekli kaşıntıdan ve sulanan gözlerimden bitap düştüm. Sızlanıp şikayet etmeyi sevmem ama, zaten uzun ve yorucu geçen kışın ardından beklediğim yaz bu değildi... Gerçi herhangi birşeyi beklemek ne kadar anlamlı o da bir başka nokta; ancak insanın doğasında var beklenti...

Bunaltıcı havanın verdiği yorgunlukla kolkola girmiş bir başkası daha var, yüzünü bir türlü tam göstermeyen, rengi sesi anlaşılmaz, girdiği yeri karıştıran ve tutunacak sabitlik bırakmayan yanar döner bir silüet; belirsizlik! Kimi zaman kollarında tamamen gevşeyebildiğim, kimi zaman dip köşe kaçıp saklanıverdiğim. Tabi ki yıllar geçtikçe belirsizlikle daha rahat olmayı, bilmediğim alanda adım atmayı ve rahat nefes alıp vermeyi öğrendim deneyimle, hislerle. Ancak zaman zaman kontrolcü ve plancı yanım baskın çıkıp kendi konforunca, mantığınca ve verimlilik hesabınca yazıp çizmeye başlıyor. Böyle zamanlarda belirgin dış hatları, sınırları ve hesaplarıyla netleşen bir konfor alanında biraz daha sağlamcı, güvende hissetmek tohum korkularımı rahatlatıyor, eski kalıplarımın yüzeyini okşayıp rahatlatıyor. Ama hiç vakit geçirmeden denge bozuluyor, sınırlar dağılıp erimeye, planların ortasında beklenmedik ani durum ve hikayeler sivrilip yükselmeye, iğne deliği rastlantılar gelip üst üste binmeye ve konfor alanı sallanarak bölünmeye başlıyor. Sanki yaşam, bilinç – bana da dahil olan ve bende de bir akış bulan – bana anımsatıyor yırttığım eski sözleşmeleri, artık gerek duymayıp bıraktığım alışkanlıkları, eski konfor anlayışımı. Geride bıraktığım(ı sandığım?) duygusal bağımlılıklara yeniden sarılıp kök salamadan, kontrolümüz dışı ve ötesindeki sürekli değişimin, büyük bilincin ufak bir hatırlatmasını geçiyor. İlk an “ne yapacağım şimdi?” diye düşünmeye başlarken, kısa bir müddet sonra bütün bu kaosun, adeta benim yükselen kontrol eğilimimle eşzamanlı yükseldiğini, ben örneğin 3 birim kontrol ereğiyle kabardığımda, yaşamın bunu dengeleyecek 3 birim kaosla bana yanıt verdiğini, zıt kuvvetlerin birliğini ve yaşamın kendine has dengesini hatırlıyorum ve kesiliyor bin bir düşünce. Düşünerek kavranamayacak gerçekler, varılamayacak yerler var. Bir yanım planlamaya devam ederken diğer yanım hafife alıyor yaptığım programı. Ben de izin veriyorum kendiliğinden gelen, o anda oluveren akışa. Herşey ve hiçbirşey olan büyük bilinçle savaşmak bir seçenek olabilir mi zaten? Sıcaklarla da, belirsizlikle de savaşamıyorum. Savaşmayı denediğimde hep bir yanda kendim yara alıyorum. Bütün bu hikayenin sonunda er ya da geç, dönüp dolaşıp yüce sözcüğe geri geliyoruz: “Evet!”...

Onca zahmetle sürdüğüm ojelerin yarım saat geçmeden bir köşesinden dökülüşü gibi, Scrabble oynarken hazırladığım 7 harfli sözcüğün yerleşeceği köşenin kapılması gibi, ödüllü bir filmi izleyeceğiz diye oturduğumuz akşamda kesilen elektiriğin bizi balkon sefasına taşıması gibi.. Apansız değişiyor herşey, irili ufaklı. Özen ve arzuyla tasarlayıp planladığımız seyahatin ortasına yerleşiyor zorunlu bir başka görev. Dönüp evet diyene kadar iptal oluyor bir teklif. Nefes alış veriş hızında yer değiştiriyor piyonlar birer birer. Ajandalara yazılı sözcükler tippexle siliniyor tane tane. Ben de izliyor, görüyor, tanık oluyorum sürekli değişime.

Eski bir dostum bana derdi ki “Senin en büyük zayıflığın yaptığın planlara, sarıldığın hayallere çok takılman. Ufacık bir değişiklik seni darmadağan ediyor..!” On yıl önce bunu değil kabul etmek, duymaya tahammül etmek bile yoktu benim için. Oysa içine daldığım özkeşifçi ve dürüstleştirici öğreti ve uygulamar içinde, kat kat soyulurken varlığımdan bağımlılıklarım, inançlarım ve kalıplarım, yüzleştiğim en zorlu örtülerden biri oldu ve olmakta herkesin temel sorunu “kontrol yanılgısı”... Kendime daha yakından bakmaya cesaret ve güç bulmaya başladığım andan beri soyunmak ve yalınlaşmak kendiliğinden geldi. Soyuldukça kabuklar, yaşamın doğasıyla daha barışık, daha halinden memnun, değişime daha kolay evet demeyi öğrenen bir Deniz çıktı meydana. Daha özgür, daha coşkulu, varolan andan zevk alabilen. Ve sonra esas soru çıkıp geldi soruların arasından: Peki aslında o kabukları soyan, ya da kabukları soyulan, öğretiler ve arayışlar içinde yol alan kim..?

Rodin’e nasıl heykel yaptığını sorduklarında, “Ben aslında birşey yapmıyorum, onlar taşın içinde var, sadece fazlalıkları atıyorum.” demiş ya hani; arayan insan da bir ömür fazlalık atıyor, özdeki, merkezdeki gerçek varlığı bulmaya çabalıyor: oraya varıp varmayacağını, varılacak bir yer olup olmadığını ve varmaya çalışanın aslında kim olduğunu bilmeden...

Deniz

resim: Hands/ Rodin

1 yorum:

  1. Guzel Denizim,
    Yine kelimeler dokulmus , her biri bir yere dokunuyor. Ellerine saglik cok guzel ifade etmissin , degisimin hizini ve ona nasil bazen karsi koymaya calistigimizi(anlamsizca) , bazen de nasil ellerine biraktigimizi.....

    YanıtlaSil

Related Posts with Thumbnails