2 Ağustos 2010 Pazartesi

adaptasyon


Puslu, yarı karanlık ve rutubeti yüksek sabahın yapışkan dokunuşuyla uyanıyorum. Bilincim açık, gözlerim kapalı, odadaki sesleri dinlemeyi ve ucundan kopup düşüverdiğim tuhaf rüyayı hatırlamayı sürdürüyorum; adım adım geriye gidip rüyanın gizemini çözmeye uğraşıyorum. O yaşlı garip adamı kolundan tutup eve, tanıdığım biriymiş gibi getirmemin arkasında bir plan var ama ben daha o temel niyete ulaşamadan rüyanın ipleri çözülüp dağılmaya başlıyor.. gözkapaklarım ve pike aynı anda kalkıveriyor, pencereden dışarı tutuyorum yüzümü ama bir damla serinlik yok. Derken tenime aydınlık bir duygu yerleşiyor; içimde çiçek açan şeker pembesi tomurcuklar sabahın planını müjdeliyor, Çelen’le kahvaltı!

Özleyince dostumu, gözlerinin içine dalıp uzun uzun dinlemek, boş bir kase gibi durup bana dökülüşünü içime çekmek, eriyen kar suyunu yudumlayan bir göl gibi tazeliyor özsuyumu. Önce dinliyor, sonra anlatıyorum, sadece Çelen’in duyabileceği yerden akıyor cümlelerim, onun dokunduğu, hissettiği, duyduğu yer başka çünkü. Ne zamana, ne sebebe, ne de koşula bağlı dostluk. Sadece gönüle. Ve gönül, gönüle açılmayı bildiğinde, iki açık gönül kucaklaşabildiğinde, o en yalın, en duru haliyle görünür oluyor gerçeğimiz, yüzümüz, göz bebeklerimiz... Kahvaltının kokusuna karışıyor sohbetin ılık şerbetsi tadı. Ağzının ne dediği değil, o an özünden özüme akanla olup bitiyor herşey. Kucaklaşıp ayrılıyoruz sabah yuvarlanırken ağır ağır, ben de uzun bir yürüyüşe başlıyorum, adımlarım birbirini izlerken günün işlerini diziyorum sıraya zihnimde.

Tamamlanacak, bitecek ve başlayacak ne çok şey var bugün. Ağustos’a merhaba diyorum içimden, yeni bir sayfa gibi gelip açılıyor önüme yeni ay, bildiğim ve bilmediğim nice yokuşları, tırmanışları, virajlarıyla, taze dökülmüş asfaltları ve çetrefil dağ yollarıyla.. Biliyorum ki ilk karşılaştığım anda şaşırıp donakaldığım, ya da sevinçten zıpladığım herşey, yavaş yavaş yerleşiyor beynime, yeni bir nöron ağı oluşturuyor üzerinde düşündükçe, dinledikçe, okuyup öğrendikçe, strateji geliştirdikçe. Ve bir an “yeni” olan, bir an sonra hayatının gerçeği oluyor. Tüm yabancılaşmaya, tüm garipsemeye rağmen herşeye alışıyor insan, her gerçeğe. Kişinin gerçeklik olarak algıladığı ve bildiği zemindeki değişmez olgusal gerçekler örgüsü, kimi zaman ağır bir olayla, kimi zaman derin bir inzivayla, ancak kişi kendiyle, yaşamla, “olan”la doğrudan karşılaştığında sarsılmaya ve dönüşmeye başlıyor. Tıpkı ortaokulda kare ve karekök almayı, eksi ve artıyı iyice öğrendikten sonra bir gün karmaşık sayılar başlığı açılıp karesi “-1” olan “i” sanal sayısıyla karşılaştığımız an gibi. Matematikle yürürken gittikçe sınırları genişleyen, hipotez ve teoremleriyle zemini oturan mantık ve hareket alanının, yeni bir bilgi girdiğinde hafifçe sarsılıp yeniden yerine oturması gibi. O güne dek olabileceğine inanmadığın, hatta olmayacağından kurallarla, mantıkla, kimi zaman duygularınla emin olduğun bir deneyim apansız gerçekleştiğinde, duvarları sallanmaya, çatısı dökülmeye, camları kırılmaya başlayan o binada tek başına oturup yerle bir oluşunu, ve belki dökülen parçaların seni yaralayışını izlediğinde “yeni”nin doğacağı enkaza bakıyorsun aslında. Yeni bilginin, yeni gerçekliğin, ve yeni değerlerin doğacağı belki de. Duygusal dengen, meditasyon halin, bedensel gücün, çevrende sana destek veren insanlar gibi pek çok faktörün seviyesi etkiliyor yeni binanın hangi hızla eskinin enkazından yükseleceğini. Ama er ya da geç temelleri, kolonları, kirişleri, odalarıyla önünde oluşmaya başlıyor yeni gerçeklik. Ve sanki hep oradaymış gibi bir alışmışlık, bir rahatlıkla yerleşiyorsun içine..

İnsan, adaptasyon yeteneği çok güçlü bir varlık. Gizemlerle dolu beynimizin öğrenme, işleme ve aktarma yeteneği, hafızamızın zamanı içeri buyur edip etrafı puslu örtüsüyle kaplamasına göz yumuşu, yaşamın zihinde her bir an yeni bir gündem oluşturacak yoğunlukta işaretler, karşılaşmalar, ilham ve düşler uyandıran tılsımlı parmakları bizi sarmalayıp, her yeni duruma uyum sağlayacak, alışacak bir bilinci mümkün kılıyor. Aklın erişemediği, anlama gayretinin beyhude kaldığı sonsuz okyanus “olmaya” devam ederken, dalgalar da andan ana dönüşerek ve adapte olarak harekete devam ediyor.. hem her an yeni, hem de özde aynı olduğunu bilmeyerek.

Puslu sabah daha da puslu öğlene gebe, elimde mavi alışveriş çantam, içinde yumurtalar ve ekmek, ayaklarıma dolanan şehire takılıp tökezlemeden evimin kapısına varıyorum. Rutini otomatikleşmiş beden hareketleriyle sürdürürken, kulaklığımdan konuşuyorum sevdiğim pek çok insanla. Geçtiğimiz haftanın bende yarattığı sallantılar ve adaptasyon sürecini ardımda bırakıp bir düğüm atıyorum zamanın fitiline. Ağustos ve Eylül kaçamaklarının planlarını işlerken düşlerin ilmekleriyle, akşamki yin yoga dersinin müziklerini diziyorum bir yandan ilmeklerin arasına. Bir yanım planlarken, bir yanım geride bırakmaya devam ediyor. Evden çıkmadan şimdiyi doya doya, koklaya koklaya, içine dalarak ve teslim olarak yaşamak için bir saatim var.. Şimdi’yle pek çok yerde ve şekilde buluşuyoruz başbaşa; ama iki yer var ki, onlar pek gözde. Biri yoga, diğeri yazmak.. İki kardeş gibi benziyorlar birbirlerine, ve iki kardeş gibi bambaşkalar..

Duruyorum, derin bir nefes alıyorum, ve ayaklarım beni klavyeye taşıyor. Ellerim de tabi, ayaklarımı takip ediyor...

Deniz

1 yorum:

  1. Yazmak benim de vazgeçilmezimdi, buna fırsat yaratamayınca artık ben vazgeçmek zorunda kaldım. Bu da bir adaptasyon, ancak içimde tutuyorum hevesimi halen her an kelimelere dökülmeye hazır...
    Derken yoga vazgeçilmezim oldu, bu hafta bundan da vazgeçmek zorunda kaldım neredeyse, oysa bu akşam gelmeye öyle çok ihtiyacım vardı ki, biten koca haftayla beraber.

    Ancaaak vazgeçmek de bir yere kadar :) Yarın sabah oradayım, yeniden nefes almak için, herşeyi geride bıraktıran eşsiz rehberliğinle...

    sevgiler

    YanıtlaSil

Related Posts with Thumbnails