28 Haziran 2010 Pazartesi

sabır...

Sol arka azı dişlerimden üçü düşmüş, avucumda bana bakıyorlar. Ne yapacağımı bilmiyorum, donup kalmış gibiyim. Yakın bir arkadaşım aslında diş hekimiymiş, halledebileceğini söylüyor, ama sanki saatler geçiyor çenem uyuşmuyor, elimdeki dişler dağılıp unufak oluyor. Eski, yüksek tavanlı bir evin genişçe odasında, iki karşılıklı duvara yanaşmış ayrı yataklarda yatıyoruz sevdiğim bir hocamla. Yukarıda nasıl bir yük varsa tavan sarkmaya başlıyor, tavanı tutan bağlar uzamaya, üzerimize doğru eğilen taş ve demirler az sonra çökecekmiş gibi titremeye başlıyor. Ben kıpırdayamıyorum, sanki felç olmuş bedenim, hocamsa uyuyor, ses çıkarıp uyandıramıyorum... Sabah ter içinde uyandığımda, bir yanım tutulmuş, başımda dinmeyen bir ağırlık. Birkaç gece üst üste gergin rüyalarla dönüp durmaktan sabahları yorgun kalkarken, gece sıktığım çenem de gün boyu rahatlayamıyor. Meditasyonumun sakinliği aynı gerginlikle kuşatılmış, tüm eklemlerim yumuşuyor, çenem yumuşamıyor. Oturdukça ucunu görmeye başlıyorum içimi kasvetle saran rüyaların ve ağır gecelerin. Kendimi sıktığım halde sıkmıyormuş gibi davranmamın sonucu herşey.

Gömülüp stüdyoyu, yazın temposunu, hesapları düşünmek, ve kendi normlarıma göre beni zorlayan bir mevsimden geçmekle başlıyor zaman zaman beni dürten gerginlik. Düzenli bir maaş almayı ardımda bırakalı bir buçuk yıl olmuş, boyumca bir girişime adım atalı neredeyse sekiz ay; hayallerinin peşinden koşmak yalnızca ilk adımın içsel cesareti, hayatının birikimi ve sevdiklerinin desteğini değil, sürdürebilmenin gücünü ve yutkunup sabredebilmeyi de gerektiriyor. Sabır, koç boynuzlarımın en eksik erdemi, her kavşakta karşıma dikilen, her yolculukta bir arpa boyu ancak gittiğim. Düşüme sımsıkı sarılıp bana düşeni sırtlanırken büyük bir keyifle, tüm zayıflıklarım ve aşırı uçlarımla da karşılaşmamı, sebatımı ve inancımı yeniden kuşanmamı ve elimi uzatıp yola koyulmamı bekliyor yaşam. Gönülden konuşanları dinleyip, gönlü örtülü olanlardan öte yana bakmamı, ve ne olursa olsun yoluma azimle devam etmemi bekliyor düşüm. El ele, omuz omuza bir yolculuk da olsa en yakınlarımla, sevdiklerimle, kimi vakit iç dünyamda tetiklediği girdaplar beni alıp götürdüğünde, sele dönüşüyor en sakin akan ırmaklar, ıssız köşelerine sığmayıp yüzeyde bir bir beliriyor en sessiz korkular. Bin bir yanılsama ve kalıplara takılıp iç alanımdan savrulduğum zamanlarda, sarılmanın, sohbetin, yakınlığın tesellisiyle yüzeydeki kaygı fırtınasını yatıştırmak değil, o iç dengemi, merkezimi yeniden bulmak için birbaşıma oturmak ve kendimle temasa geçmek üzere sakinliğe dalmak benim çıkış patikam. İşte o oturuşta, veya oturamayışta, yalnızım her insan gibi. O mindere giden taş yolda, kimi zaman dikenli dallara takılıp kalan, kimi zaman masmavi bir rayihayı taşıyan meltemle ferahlayan benim. O mindere oturduğunda kimi zaman yaşamın sesini, damarlarının ritmini duyan, kimi zaman kopup hayallere ve planlara dalan, bazen herşeye ve hiçbirşeye açılan, boşluğun kendine has kokusunu alan, kimi zaman en derin öfkesini haykıran benim. Ne kadar şükretsem de yanımdaki dürüst, gayretli ve güzel insanlara, herkes gibi kendi yolunu yürüyen benim ve tabi dert varsa o da benim derdim. “Derdim bu olsun canım” demek güzel bir adım geriden bakıp kendime, ama deneyimin içine girip o kimi zaman puslu camın ardından bakarken resme, bazı anlarda kendimi sıkmamak -şimdilik- elimde değil.

Şimşekli gök gürültülü haftanın basık halet-i ruhiyesinde, çoktan seçmeli kabuslarım bir bir dökülürken önümde, hormonlarımın düşüşü ve dolunayın semaya tırmanışı da aynı vakte denk geldi. Gevşeyebilmek için bir romana kaptırıp sürüklenmenin edebi hazzıyla karıştırdım baş ucumda ya bir parça çikolata veya bir parmak likörü; uykuya dalmadan önce bir yumak keyfe sarıldım inceden. Sabahları ağırlığımı atmak için uzun duşun ardından aç karna minderime oturup yumdum gözlerimi, gevşemeyen çeneme rağmen toprağa bıraktım kalan herşeyi; önce içeride buldum hizamı, sonra yola koyuldu ayaklarım. Bu elektrik yüklü göğün üstünde nice yıldız ve gezegen kim bilir nasıl dizildi yine, aynı göğün altında içime dizildi cümleler, kelimeler. Dökülmesinler diye açmadım önüme klavyemi, sabah uyandığımda içimde bulduğum öfkeyi, çiğneyip geri yutmayı denedim defalarca. Ancak bir sabah “evet” dedim, sahip çıktım da öfkeme, o sabah biraz olsun aydınlandı sanki yüzüm.

Zorlu hafta geride kaldı; kabussuz geçen bir gecenin sabahında yalın ayak çakıl taşlarında yürürken baktığım ayaklarımın görüntüsü geldi gözlerimin önüne. Üç yaşındayım, belki dört, doktor ‘Çakılda yalın ayak yürüsün’ demiş, düşük tabanlarım uyansın, ayaklarım güçlensin diye. Ayaklarımın altına batan taşlar kimbilir hangi sinirleri, kasları uyarıyor, benim aklımsa bir an önce denize girmekte. En fırfırlı elbiselerin altına bile bağcıklı ortopedik ayakkabılar giyerken, taşlı ve süslü kız ayakkabılarına nasıl baktığımı hatırlarım. Çocukluğum sol ayağımı içe basmamam gerektiğini hatırlayarak ve reçeteli botlarımdan kurtulmayı hayal ederek geçti, sabretmeyi öğrenmek ne kadar zordu. Salt ayaklarımda değil, sabır çok hikayemde yer aldı. Babamın aylar süren seferlerden dönüşünü beklerken, bir ilkgençlik boyunca yazarak ve okuyarak fark edilmeyi düşlerken, dağlar kadar iş yükünü temizledikçe bir o kadar daha önüme dizilirken ve bunun aylarca böyle geçeceğini bilirken, sevdiğim adamın birlikte bir yaşam kurmak için karar vereceği o günü beklerken... İrili ufaklı her taşın altından sabrı öğrenmem gerektiği çıktı karşıma, çeşit çeşit insandan, beklenmedik örgüler içinde öğrendim gıdım gıdım sabrı. Zor anlayan insanlar, zor karar veren insanlar, inatla iğneleyen insanlar, yüzsüzce talep eden insanlar, varlığını özlediğim insanlar, ve daha niceleri. Annem diyor ki “Daha anne olacaksın, sabrı o vakit anlayacaksın.”. Yani daha çok yolum var. Biliyorum, öncelikle bu darboğazdan geçmeli, sebatla oturup minderimde, evimde ve işimde kendimi merkezlemeli, dinleyince kalben bildiğimi, zihnimin çarpık aynalarına ince ince işlemeliyim. Her şey olması gerektiği gibi, ve zaten başka türlü olamazdı.

İçimde uyanan sıkıntı, içimde sürece direnen ve başka türlü olsun isteyen, bir an önce olsun isteyen yanımdan doğuyor. Bir çok insan gibi benim de değişmesini hayal ettiğim bir şey var. Zamana, akışa bıraktığımda, olduğu haline “evet” dediğimde hafiflediğim, ama birkaç gün sonra yeniden kendimi ağlarına dolanmış bulduğum. Değişmesini istemek, olduğu haline evet diyememekten, olduğu halini reddetmekten geliyor. Oysa ben değil miyim süreç sonuca götüren bir araç değil, sonuç da varılacak bir yer değil, yaşamın kendisi, maceranın, doğanın ve yoganın kendisi şimdide, sürecin akışında diye söyleyip duran? Kendime değil de kime söylüyorum ki zaten her dillendirdiğimi? Kişi zaten en çok duymaya gereksindiklerini söyleyip durmaz mı herkese..?

Kaç oturum daha alacak gevşemesi sıkışmış tellerin, kaç fırın ekmek daha yiyeceğim uyanana dek bu hipnozdan, kaç kere daha takılacağım dipteki koşullandırılmamın zincirlerine kim bilir, bir nefeste, gönül-zihin-beden tümden “evet” diyene, direnen yanım eriyip resme karışana dek..

Deniz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with Thumbnails