15 Haziran 2010 Salı

Vaha Ada - Burgaz


Kaldırım taşlarından yükselen yakıcı sıcak, ensemde hissettiğim güneşe eklenirken, elleri yükle dolu bir kadına yol vermeyecek kadar kaba ve görgüsüz birkaç adama çarpmamak için durup yolumu değiştiren yine ben oluyorum. “İstanbul’da yürümek” başlıklı bir kitap veya kullanma kılavuzu pekala yazılabilir, çünkü 30 santim kenara çekinmeyi mesele gibi gören ve nezaketin yakınından geçmemiş bir erkek kitlesi çoğunluğu oluşturmakta. Sürekli sağa sola çekile çekile, ve bunu onların varoluşunun, koşullandırılmalarının ve eğitimsizliklerinin bir ürünü olduğunu kendime hatırlatarak geçirgen kalmaya çalışa çalışa, soluması güç havayı yararak elimde sebze-meyve, sırtımda sırt çantam evime ulaşmaya çabalıyorum. Kulağımda her türlü korna, fren, otobüs gürültüsü, atılan saçma sapan laflar ve şehir vızıltısını agresif bir ritim ile gölgeleyen Moby var, “Go” parçasının 14 farklı mix’i dönüp dururken ayaklarım birbirine ancak yetişiyor. Eve varıp bir an önce ince askılı hafif bir ev elbisesi giyinmek, yalın ayak mutfaktaki taşlara basmak ve buzlu bardaktan ayran yudumlamak var aklımda..

Düdüklü tencerenin buharını duyduğumda gevşemeye başlıyorum, güneşliklerin yardımıyla göreceli olarak serin kalmış salonda en sevdiğim köşeye, yazma köşeme kurulup ayran bardağında kalan buzları ağzımda döndürerek “god moving over the face of the waters” eşliğinde sandalyeme yerleşiyorum. Burgaz Adada çektiğim az sayıda resmi yükleyip keyifle iç çekiyorum. Nihan ve Niso ile geçen upuzun Pazar Altan ve benim üzerimizde müthiş yenileyici bir etki yaptı. Sabahımıza yayılan vapur seferi boyunca cam göbeği köpükler ve sulara bakarak vapurun kıçında bağdaşta oturduk; bebekler, köpekler, müzik dinleyen çocuklar, fotoğraf çekenler, poz verenler arasında iki küçük gözlemci olup dalgaların ve martı kanatlarının altında gizlendik adeta. Gözlerimiz biraz uzakları, hayalleri, mavileri taradı, biraz birbirimizi. Kınalı Ada’da dayanamayıp vapurdan denize balıklama atlayan gençlerin yarattığı şaşkınlığın ardından, Burgaz’da indiğimizde taze dövmeleriyle Nihan ve Niso bizi bekliyordu. Soda ve kahve üzerinden hızlıca bir hasret ve tanışma sohbeti yaptık, sonra kendimizi eve ve oradan da Bayraktepe’ye kadar uzanan keyifli bir yürüyüşe bıraktık.

Tempolu inişler ve yavaş tırmanışlarda kertenkeleler eşlikçimizdi; sanırım 8 yaşımdan beri ilk defa bu kadar çok kertenkeleyi bir arada gördüm. Hışırdayan çalılara her kaydığında gözlerim, uzun kuyruklu arkadaşlardan biriyle gözgöze gelerek sürüp gitti yolculuk. 2003’teki yangından sonra ağaç dokusunu büyük ölçüde kaybetmiş olan tepenin inatla yeşillik çalılarla kaplı olması da iç ferahlatıcıydı. Marta koyu ise nefes kesiciydi, gidip koyun ucunda çadır kurmuş efsane insana imrenmemek elde değildi. Aşağılarda, at kestanesi ve çınar ağaçları arasında, hiç biri birbirine benzemeyen muhteşem evleri gezerken Nihan’ların aşina olduğunu siyah kedi yavrularıyla ilk defa karşılaştım, bir tanesi annesinden süt emerken, diğerleri naif bedenleriyle oradan oraya yürüyorlardı. Adanın doğal, sakin ve samimi havasının gevşetici etkisi sürerken, Büyük Klübün önündeki minik seyyar dondurmacıdan taze çilek ve limondan yapılmış katkısız (ve sınırlı miktardaki) dondurmadan aldığımız ilk ısırıkta keyfimiz iki katına çıktı. Senenin ilk deniz sefasının tatlı serinliğine doyamadıysak da, tadı damağımızda kaldı. Ama ardından hayallere, yaşama, potansiyellerimize ve toplumun yeni ve farklı olan herşeye yönelen bastırma ve yıldırma girişimi üzerine uzun uzun konuştuk. Otuzların başlarında yaprak yaprak açılmaya başlayan onlarca duyguyu, uyanışı paylaşırken zaman nasıl geçti anlamadık. Ardından grup büyüdü, keyif büyüdü ve akşam Kalpazankaya’da kıpkırmızı gün batımına eşlik eden sürpriz tandırla pazarımız taçlandı! Vapura son 15 saniyeyle yetişirken elimde günün üçüncü dondurma külahını taşımaktan az biraz utansam da, adanın, dostluğun, güzel anların ve iyi dondurmanın önünde eğilip keyfini çıkarmak dışında yapılacak bir şey olmadığını bilerek adanın yavaş yavaş küçülmesini izledim..

Büyük ada adı üzerinde büyük, hikayeleri, yolları, adanın kendisi gezmekle bitmez, Heybeli ada –bende kalmış bir ilk gençlik sızısı dışında - piknikler ve yürüyüşler için şahane, Kınalı deseniz bir uçtan diğerine denize girilen, en çabuk varılan ada.. Burgaz Ada’yla daha bu ilk ziyaretimizde bize bir başka dokundu; neredeyse evimizde gibi hissettiğimiz, sakinliğine ve kuş seslerine çarpıldığımız, yakındaki bir uzaktı ada. Şehrin fokurdayan kalabalığı, birbirini dinlemeyen insanları, durmaksızın inleyen asfaltı ve bitmeyen uğultusundan sıyrılıp, köpüren dalgalar arasından iki kanat çırpışta konulacak taze bir nefesti ada; yavaş ve derinden...

Bir gün muhakkak koklayın, görün, yürüyün Burgaz Adayı.
Deniziniz, taze havanız, düşleriniz bol olsun..
Deniz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with Thumbnails