22 Temmuz 2010 Perşembe

şu anın sayfası

Annemlerin yazlık eve yaptığımız minik kaçamağın ardından sadece 10 gün geçmiş, oysa o bir gramlık dinlenme sanki 10 hafta geride kalmış gibi geliyor. Tenimizin denizin tuzunu emdiği, serin çıplak ayaklarımızın taşlara bastığı, hamakta uyuyakalıp anne mutfağından çatlayana kadar yediğimiz küçük tatilimizin anıları rüzgara, hatta hızlı bir fırtınaya kapılıp savruldu gitti demek doğru olur. Daha ne olduğunu pek anlayamadan içimi gıdıklayan yeşilli, taşlı, mavili tatil resimlerini bir yana bıraktığım gibi tozlu kaldırım taşlarını, uzun mesafe otobüsleri, şehrin kavurucu sıcağını, hipnotize edici dijital ortamı arşınlamaya başladım. Güzel karelerin zorlu karelerle sırt sırta verdiği bir albüm gibiydi son 10 gün. Değil yazmaya ayırmak iki parantez arası teneffüsü, 10 gündür evde bir tencere yemek pişmedi, apar topar aldığımız bol meyve, soda ve süt ürünleri dışında eve torba taşınmadı, ayak uzatılıp da şöyle bir iç çekilmedi. Evdeki vakitler ya bilgisayar başında, ya da bayılırcasına düşüp kaldığım yatakta geçti. Evin dışında ise bolca iş, ve bir kaç nefes neşe! İkinci yıldönümümüzü kutlamak için birbirimizi yorgunluk ve rehavetin ılık kuyusundan çekiştirip çıkarmasak, yemeğe giderken üzerime kayda değer bir giysi giymeye, makyaj yapıp iyi görünmeye harcayacak enerji kırıntısını dahi bulamazdım herhalde..

Şehrin tam anlamıyla dört köşesini keşfe çıktığım etkinlik sayesinde metrobüs hattını, ayak basmadığım semtlerin dolmuşlarını ve güzergahlarını, üstümde şehre uygun yoga kıyafetlerim ve yüklü sırt çantamla bir bir dolaştım. Güneşin kızgın parmakları şehrin nemine bulanınca bir başka terletiyor toplu taşımanın kalabalığında. Yürüürken şapkamı geçiriyorum başıma, otobüste en az noktaya dokunmaya çalışıyorum, minibüste çantamı kucağımda tutmak 15. saniyede terlemeye başlamak demek, bir yana koyuyorum; oysa her ne yaparsam yapayım yüzümün bir yanı pembeleşiyor güneşten, kıyafetimse her bindi-indide sırılsıklam oluyor. Uzun yola ithafen yedek kıyafet ve hatta çamaşır taşıyorum yanımda. Şehr-i İstanbul’u karışlamak bir yanda dursun, diğer yanda kampanya ve tanıtım çalışmaları için metin hazırlığı, yazışmalar ve konuşmalar bütün günüme yayılıyor. Yatakta, masada, mutfakta kucak üstü bilgisayarı hep yakınımda. Gök cisimleri nasıl bir raksa tutuşmuşsa bu ara, bir yandan da yeni fikirler ve atılımlarla dolup taşıyor beynimin kıvrımları; gece baş ucuma yeniden yerleştiriyorum not defterimi, uykum kaçıp aklıma yeni bir düşünce çengel atınca hemen lambama uzanıyorum, Altan’ı uyandırmadan sessizce notumu alıp yeniden başımı bırakıyorum yastığıma. Eve, stüdyoya, irili ufaklı hedef ve özlemlere dair notlar kolkola giriyor küçük sayfalarda; bense kağıda emanet edince fikrimi, içim rahat dalıyorum uykuya. Ama yine de bölünüyor uykum varoluşa ve nefes almaya dair his ve düşüncelerle. Birini yakından tanıdığım iki insanın ölüm haberlerini alıyorum bu süreçte, yaşamı geride bırakan güzel insanları kendimce uğurlarken içim karışıyor inceden. Döngüye, yaşama bakıyor, bakıyorum, anlamdan uzak, kimlikten uzak, sebepten uzak. Sadece bakıyorum ve gördüğüm gizemi derin bir nefesle çekiyorum içime.

On günlük albümün az uyku, bol ter ve hızlı adımlarla bezeli yapraklarında kahkahalı, aşk dolu, coşkulu ve rahatlatıcı küçük kareler de var tabi ki; Kara Efe’yle tanışıp kıkırdamaktan çeneme kramplar giren bol mezeli Karaköy Lokantası akşamı (Barış sağol!), arayıp arayıp hiç bir yerde bulamadığım Magnum Gold ile ilk buluşmam, Ece Anne’yle uzun ve keyifli doğumgünü kahvaltımız, ard arda dünyaya gelen Asya bebek ve Bora bebeğin doğum haberleri, ters bir zamana da denk gelse biraz ferahlık getiren website güncellemesi, tam zamanında gelen omuz & sırt dersim ve yeni tanıştığım onca güzel insan!

Herşey gibi geride kalırken bu nabız yükselten hız, karalanmış taslak fikirler bir bir sıyrılıp beyaz sayfalardan, ete kemiğe bürünüyorlar şimdi. “Herşey, bir zamanlar yalnızca düşünceydi.” Sarkaç salınmaya devam ediyor, tempo normale dönüyor belli bir süreliğine, düşünceler programlara, tasarım yaratıma dönüyor, yorgunluk zindeliğe, buzdolabımdaki boşluk ise birkaç tencere yemeğe..! Anlardan ibaret yaşam akmaya devam ediyor, elimi uzatıp bir kenarına tutunup kimi zaman durgun bir göle, kimi zaman dik bir şelaleye dönüşen bu sonsuz güzergahta bir sonraki an ne çıkacak bilmeden, yalnızca o anı hissederek, o ana anda yanıt vererek “ol”maya devam ediyorum.

Albümün geçmişte kalan karelerine keyifle, boş sayfalarına merakla bakarak şu anın sayfasında duruyorum. Sayfada pişmekte olan ekşili kabağın eve yayılan naneli kokusu, klavye başında saçları tepeden toplanmış, yarı gülümseyen bir ben, fonda ise Bono & Sinatra’nın “Under My Skin” düeti var...

Deniz

1 yorum:

Related Posts with Thumbnails