27 Temmuz 2010 Salı

balkon


Klima açık uyursak kurumuş bir nefes yoluyla uyanıp bütün gün hafif çarpılmış dolaştığımız, cam açık uyursak sabaha kadar nemden ve sıcaktan bunalarak çarşafa dolandığımız muhteşem temmuz geceleri devam ederken, dün akşam bu tabloya bir de muson’u andıran kocaman damlalı kesintisiz yağış eklendi. Akşam dersinin başlamasıyla gürleyen göğe, yandaki damı dövercesine dökülen damlaların gür sesi eklenince, ister istemez ders çıkışı bizi bekleyen maceraya göz ucuyla bir bakıp, ardından supta baddha konasanaya doğru erimeye başladık. Ders çıkışı bol sohbetle yağmurun hafiflemesini beklesek de nafile, çıktığımızda sandaletler ve terlikler suya bata çıka evlere doğru dağıldık. Ne giyersem giyeyim o günkü havadan nasibini almaya alışan bendeniz, hem stüdyoya, hem çantalarıma bol bol yedek giysi yerleştirmeye başladım; hatta stüdyoya bir de spor ayakkabı bırakacağım, şehrimin sürprizlerine hazırlıklı olmalı!

Şehrin çoğu zaman boğucu havasında bir parça taze nefes, biraz ferahlık için akşam 22.00’den sonra sahilde yürümek, çay içip suyu izlemek, boğazın üzerine serilen ışıklı geceyi içine çekmek harika bir seçenek. Bir diğeri de serinletici hafif içecekleri doldurup, kısık klima altında sürükleyici bir kaç diziye takılmak bu ara; Fringe bitince heyecan için FlashForward’a, eğlenmek için Chuck ve How I Met Your Mother’in son bölümlerine dadandık. Tabi hangisini seçersek seçelim, eve gelir gelmez hızlı ve serin bir duş ile başlıyor akşamın açılışı; temiz suya ulaşabilen şanslı insanlar olarak şükrediyoruz her sudan geçtiğimizde. Neredeyse tam kurulanmadan hafif giyecekler geçiriyoruz üstümüze; su tenimizden buharlaşırken biraz daha emip götürüyor ısıyı. Tıpkı çocukluğumun İzmir akşamlarında balkon sefası gibi!

Gaz sobalı, 3 odalı, yerleri taş, banyosu ufak, küçük mutfağından yan binadaki teyzenin salonunu izlemeye bayıldığımız, yaş farkına rağmen iki kardeş aynı odada yaşamaktan pek keyif aldığımız, en sevdiğimiz kısmı da uzunca L biçimli balkonu olan çocukluk evimiz. Canset’in pencereden günlüğümün anahtarını sırıtarak attığı, dolaplara saklanıp biri gelene kadar çıt çıkarmadığı, buzdolabından aşırdıklarını koltukların altına sakladığı zamanlar. Annem güzel ve narin bir genç kadın, saçları siyah, incecik bir yüzü var, bütün gün hem bizi, hem evi idare ediyor, arada da kitap okumaya, bizi alıp parka götürmeye, arkadaşlarını ziyaret etmeye vakit buluyor. Babam genç bir denizci, gür bıyıkları ve güzel bir gülüşü var, bir var bir yok, uzun haftalar, kimi zaman aylar boyu seferde, ülkeye döndüğünde bavuldan dökülen hediyeleri bir bir açıp kucağına çıkıyoruz hasretle. Gözümün önüne gelen o ilk kare, ışıklı balkonlarla bezeli upuzun 1731 sokak; başında vitrinlerine yapışıp pembe kız ayakkabılarına bakakaldığım mağaza, ortada mis gibi kaymaklı yoğurtlarıyla Temiz Mandıra, sonunda her hafta gidip pul topladığım kırtasiyeci amca. İzmir akşamlarının hatırı sayılır sıcağına en basit çare, balkonda bir leğen su, bir de maşrapa; suyu maşrapayla azar azar kollara ve bacaklara döküp, yavaş yavaş buharlaşırken azıcık esintide bile epeyce serinlemek, akşam sohbetlerini ve oyunlarını, çevre apartmanlardaki tüm aileler gibi balkonda yalın ayak, yarı ıslak sürdürmek. Ve tabi ki eninde sonunda leğende ve yerlerde yuvarlanıp tepeden tırnağa ıslanan Canset’in üstünü değiştirmek!

Sanki İzmir’de balkonsuz ev yoktu gibi hatırlıyorum, ya da benim gördüğüm her evin bir balkonu vardı o vakit. İlkokul arkadaşımın, kuzenlerimin sünnet düğünlerine gittiğim, ender de olsa babamın en sevdiğim süprizi faytona bindiğim, Sevinç pastanesinden dondurma yediğim ve annemle misafirliğe gittiğim zamanlardı. Her gittiğim evin bir balkonu vardı, ben de her balkona çıkmaya, oradan sokağı, gelip geçenleri izleyip kendimce hikayeler uydurmaya bayılırdım; bir de kağıt kalem verirlerse elime, hemen resmetmeye başlardım gördüklerimi. Kuzenlerle ve yaşıt misafir çocuklarla evde oynarken de balkon en sevdiğimiz yerdi. Çoğu zaman yere bir örtü serilir, oyuncaklar üzerine yayılır ve legodan şehirler, ülkeler balkonun zeminine inşa edilirdi. Tabi buzdolabının kar yapan buzluğundan avuç avuç topladığımız karı sokaktan geçen çocukların kafasına yağdırdığımız da olurdu, o hiç kar görmediğimiz şehirde. Balkonda tutardık bir kutuda dut yapraklarıyla besleyip koza örmesini beklediğimiz ipek böceklerini, öğlen meyvemizi balkonda yer, serilip uzun uzun resim çizerdik. Balkon başlı başına bir yaşam alanıydı o zaman. Şimdiyse çoğu evde fazla eşyalar için bir ardiye. Bizim balkon gürültüsüne ve ufak ebatlarına rağmen önü açık olması sayesinde bahar akşamlarında pek keyifli; ama yerleşeli bir yıl olmasına rağmen gönlümüze göre bir masa iki sandalye bulamadığımız için balkonumuzu çok ender kullanıyoruz. Oysa benim gönlümde minik beyaz bir masa üzerinde iki kadeh, biraz peynir, birkaç mum ve ayaklarımızı uzattığımız balkon demirlerinin ardından çakırkeyif göğü izlemek var, tabi trafiğin ve gürültünün azaldığı bir vakitte... Sanırım ne yapıp edip, yaz bitmeden portatif ve dayanıklı bir masa edinmeli; belki de o “aklımızdaki seti” bulmayı beklemeden. Ne de olsa geçiyor yaz, geçiyor yıl, yaşam..

Çocukluğumun İzmir’inden koparıp, mevsimlerin birbirine karışıp tökezlediği bu İstanbul Temmuz’una bırakıyorum yeniden kelimeleri. Yağsız yayla çorbası, buzlu ayran, kasa kasa soda, bol salatalık ve meyveyle dolduruyorum buzdolabını. Hem içmeye, hem dökünmeye suyu bol tutuyor, günü toparlarken bir yandan bayrama kaçamak planları yapıyorum. Hayat devam ederken örmeye şimdiyi, ben o küçük masanın ve birkaç kulaçlık daha dinlencenin peşine düşüyorum. Bir de masalı ya da masasız, bu hafta bitmeden balkonda ayakları uzatıp Şiraz’ı yudumlamanın...

Nemin biraz olsa düştüğü şu bir kaç günde, rahat uykulu, bol esintili, sevdiklerinizle keyifli bir yaz akşamı dileğiyle..!

Deniz

1 yorum:

  1. çocukluğunu ne güzel anlatmışsın... bir ekleme de benden olsun... sokakta yürürken etrafına bakıp bilmeceler uyduran ve meraklı gözleri ile cevabı bekleyen küçük kızı hala çok seviyorum.

    YanıtlaSil

Related Posts with Thumbnails