29 Temmuz 2009 Çarşamba

Pause

“Yeşil!” diyerek parmağımla yürüyen yeşil adamı gösteriyorum, ve üzerimden geçmeye niyetli araba frene basıp beklemek zorunda kalıyor. İçimden “gerizekalı!” diyorum, sanki geçiş hakkımı kullanmaktan çok, sürücüye haddini bildirmek hoşuma gidiyor. Midemde bekleyen düğümden hareket alıyor bu duygu; yanımdan geçerken laf atan adamı bir güzel pataklamak istiyorum, kaldırımların pisliğine kızıyor, sanki yeri ezer gibi sert adımlarla yürüyorum. Akşam küçük bir hap gibi sıkıştırıp yuttuğum öfkemin üzerine sayfalarca okuyup derin bir uyku uyusam da, sabah hala midemde o hapla uyanıyorum. Üstelik bir ağ gibi dallanıp budaklanıp sarmış her yanımı. Gözlerimi açmak istemediğim ışığa rağmen otomatik adımlarla güne başlıyorum; ama kalktığımın belki beşinci dakikasında bir kaç soru yetiyor içimin taşmasına, haklı haksız farketmez söylemeye başlıyorum. Daha uyanmamış gibi bedenim, ama öfke ilk bulduğu yoldan akmaya başlıyor, önce dudaklarımdan, hemen ardından gözlerimden. Yarı ağlayarak, yarı kızarak anlatıp duruyorum. Neyse ki iyi bir dinleyicim var. Sonra “yeterince anlattığımı” hissedebildiğimde yumuşuyor birşey; etrafımı saran ağ eriyor, dağılıyor, hareket alanım genişliyor; anlaşılmış hissetmek biraz olsun kapımı aralıyor.

Alanım açık ve nefesim biraz daha derinleşebilmiş, bol su içip yüzümü yıkıyorum. Ama o minik düğüm midemde hala, karnımdan boğazıma uzanan bir hat halinde hissediyorum öfkeyi, gerginliği. Ama açlığım bir adım önde. Herşeyi ardımda bırakıp taze sabaha taze kahvaltı için telefona uzanıyorum, yakında bir kahvaltı için hızla giyinip çıkıyorum. Bir dostla sohbet, otlu peynirli omlet ve neşeli planlar dağıtıyor havamı. Giderkenki gerginliğim biraz daha hafiflemiş dönüyorum. Yürürken dikkatim biraz postürümde, yere bakmak yerine ileri bakıyorum ki başım öne sarkmasın, boynumun arkası uzun, omurgamdaki yük dengeli olsun; bir yandan gün içinde yapılacak işleri, boşalacak makineleri, kuru temizlemeciyi, bankadaki ufak işimi, düzenlenecek Reiki ve kurs notlarımı, elden geçecek gardrobumu, akşamki ders için yapacağım hazırlığı ve daha nice şeyi geçiriyorum aklımdan. Planları saat aralıklarına oturtuyorum derme çatma, eve varınca ajandama da bakar, unuttuğum birşey varsa araya sıkıştırırım. Sonra aklıma düşüyor, gitmeme 2 haftadan az kaldı, oysa doğru düzgün bir plan da yapmadım, ne gidişimi, yanıma ne kadar para alacağımı, bavula neler koyacağımı, oradaki ders saatlerini, görülecek yerleri biliyorum, ne de gitmeden kalan azıcık vaktimde daha neleri yetiştirebileceğimi. Yeni eve davet etmek istediğim nice akrabam, arkadaşlarım var, ama ne kadar istesem de birçoğu yetişmeyecek Amerika öncesine. Acaba alınacaklar mı diyorum. Umarım alınmazlar. Yetişmeye çalışıyorum ama şaşırtıcı bir doluluk var. Tüm bunlar zihnimde akıp giderken, ezbere adımlarım beni eve taşımış oluyor. Önce oturayım diyorum minderime, sonra yazayım. Yok, önce yazayım, sonra oturayım. Ya da daha güzeli, yazıp, ortasında oturup, sonra yine yazayım! Çok düşünmeden ellerim uzanıyor klavyeye, zaten şimdi oturmaya sebat edecek durumda değilim, bırakıyorum dökülsün ne varsa. Döküldükçe içeride yer açılıyor; ve benim o açıklığa çok ihtiyacım var.

Ne zamandır bulanık yüzünü göstermiyordu öfke. Belki haftasonu katıldığım aile diziminde çatladı bir kanal, belki biriken ve ilgilenmediğim duygular çekiştirdi paçasından, belki oturmaktan kaçınmaya çalışan yanım örtüyordu üstünü; nereden, nasıl geldiğini bilecek değilim. Ama onu yok sayacak veya bile bile üzerini örtüp geçiştirecek hiç değilim. O mindere şimdi oturacağım ve o duyguya yakından bakacağım, belki o öfke tüm hücrelerimde yankıyacak, belki ardından bambaşka bir his, bir çekince çıkacak. Hep olduğu gibi. Biri diğerini kamufle eder. İçimdeki ses şimdiden ipucu veriyor; bunun özdeğerle ilgisi var diyor. Günlük döngüye girdiğimde ve hareketlerim otomatikleştiğinde, sürece kattığım farklılık düzeyi düştüğünde, sıradanlık hissi yüzeye çıktığında, değerime dair bir kayıp yaşamışım gibi hissediyorum. Ayağım takılıp tökezlediğimde ve değerimin farkındalığı elimden kayıp düştüğünde, kimi zaman onun nasıl birşey olduğunu unutuveriyorum. Ve bunun farkına vardığımda, çevremi saran ince bir çaresizlik tülü, her adımımda beni takip eden yetersizlik gölgesi, ve çaktırmadan gelip ayak bileğime zincirlenen değersizlik prangası yerine yerleşmiş oluyor. Ya matın üzerindeyken farkediyorum orada olduklarını, ya da çok yakınımdaki birinin gözlerine bakarken. Ve kimi zaman, birkaç saat içinde oluveriyor herşey, bunca çabuk ortaya çıkışı ve beni sarmalayışı hayret verici, haftalardır gücüm ve farkındalığımın derin dengesindeyken, bir anda gelip çöreklenmesi bu duygunun, izinsiz ve yüzsüzce - benim hayatıma, benim içime, benim duruşuma!
...oturuş...

Oturuyorum, önce duygular çıkıyor, sonra daha ince duygular. Çoğu zaman günün ve haftanın planları epeyce turladıktan sonra yatışmaya başlar oturuş, bugün ise yeterince düşünülmüş olduğundan mı nedir, ne uçuşan programlar var ne de planlayan zihin. Duruş hızlıca oluşuyor, birkaç dakikada kasıklarım “bırakınca”, hemen yerini buluyor başım ve boynum; “hiza”nın kasesindeki su oluyorum, eforsuz yerleşiyor bedenim. Bugün zor olan çenemi gevşetmek, dikkatim tüm bedene yayılırken, dönüp dolaşıp spotu çeneme tutuyorum, bırakıyorum ve hemen kasılıyor, yumuşatmak o kadar zor ki.. Bir de karnım gergin bugün. Ama her ikisi de teslim oluyor bir süre sonra. Görmeye başlıyorum. Göğüs kafesimdeki ağırlık, ve boğazımdaki yumru hissini izliyorum; midemde değil artık o küçük tohum, göğsümün ortasında kök salmış, boğazımın önünden geçip, yutkunduğum yerde açıyor tomurcuklarını. Sonra üç gündür “geliyorum” sinyali veren, ama direncim ve aromaterapik denemelerimle bir türlü gelemeyen, yine de sinir bozucu bir karanlık isteği ve sağ yarı küremde bir ağırlıkla zonklayan, biraz hızlı hareket etsem şahdamarımdan yükselen sırıtkan migreni fakediyorum - kapının eşiğinde durmuş, bana bakıyor. İşten ayrıldığımdan beri ilk güçlü sinyal bu, gelmemesi için elimden geleni yapıyorum; içten içe seçim şansının bende olmadığını da bilerek.. İzlerken, bedendeki hislerin, duygularımla bir ayrılığı olmadığını anlıyorum bir defa daha; aralarında organik bağlar var, ya da zaten ayrı değiller.. Boğazımdaki his, ifade bulmak isteyen öfkemi bağırıyor, ve başımı çevreleyen his de zihnime tünemiş özdeğer sarsıntımı. Göğsümdeki darlık, koşturmaktan nefes alamama hissimi tercüme ediyor sanki. Oradaki duyguya bakınca, içimdeki duyguyu da görüyorum hemen ardında. Ayrı değil duygu ve beden birbirinden. Hatta zihin de ayrı değil, sadece ayrı izlenimi veriyor. Öylece oturuyorum, hepsi ve biriyle. Dağılıp bölünüyorum, ve aynı anda birleşiyorum da. Hepsi aslında tek bir duygu, ama binlerce başka duygu da. Her bir noktada ayrı bir his var ama tüm beden bir tek nokta gibi aslında. Bu anlatılamaz dağılma ve bütünlenme atışları arasında, bir an atışın kendisi olup, bir an Deniz olarak, bir an gidip gelen dalgalar, sonraki an takılmış bir plak gibi yineleyen duygular olarak, bir an nefesin ta kendisi, bir an dağılmış zihin olarak izliyorum olanı. Bazen izleyen, bazen izlenen, bazen her ikisi de olmadan. Kısacık bir sürede oluyor tüm bunlar, ve sonra eşiğimden geçtiğimi farkediyorum...

Sakinlik kapıyı açıp içeri giriyor, davet beklemeden kendi yeriymiş gibi yerleşiyor mindere, göğsüme, zihnime. Ve tam da adlandıramadığım o duruş/durma/pause halinde kalıyorum. Midem rahat, başım rahat, boğazım boşalmış, ağırlıktan geriye kalan az bir tortu sadece göğsümde odaklanmış. Zihin durgun, beden durgun, kalp atışları ve kendi ritminde bir nefes var geri planda, yüzeyde ise beyazlık, boşluk, ve hafiflik. Çok geçmeden zihin devreye giriyor, nefese müdahale etmeye karar veriyorum (kaçınılmaz!!!); nefesi, kalbime, kalbimin etrafına davet ediyorum. Gittikçe genişleyip açılıyor bu alan, kalbim nefes alıyor. Nefesler aktıkça, kalbim de hafifliyor. Bu beyaz sayfada tek hareket kalbimin çevresinde sanki. Onunla kalıyorum, onu hissetmenin tadını çıkarıyorum. Hani, meditasyonda bir his peşinde koşmak yok ya, bende var, bu “pause” ve bu hafiflemenin peşindeyim bugün. Engel olamıyorum, belki olmam da gerekmiyor. Sebepsiz ve sadece oturmak için değil oturuşum, ve bundan suçluluk duymamayı da öğreniyorum.

Kalkıp, süren bu hafiflik duygusuyla klavyemin başına geçiyorum tekrar, zihnim duru, kalbim açık, bacaklarımda halının izleri. Ağzım biraz kuru, hemen bardağa uzanıyorum. Üzerimde ne bir parça telaş var ne de belirgin başka bir duygu. Değerim yerli yerinde, gücüm ve yeterlilik hissim de. Kimi zaman, oturunca ikiye katlanıyor duygular, daha da harmanlanıp, büyüyüp ve patlak veriyor; bazen de böyle hafiflemiş kalkıyorum işte. Bedenimden süzülüp toprağa mı gidiyor, yoksa yakından bakınca rahatlayıp sönümleniyor mu bilmiyorum. Mekaniği umurumda değil, ama deneyimini seviyorum. Küçük bir oluş laboratuvarı gibi oturmak, bilinç, duyular, duygular, nefes, tepkiler. Herşey kendi hızında ve ritminde, herşey anlayamayacağım boyutta bir bilincin iradesinde. Her gün başka, ve o günü, o günkü beni oturmak nasıl bilmem – iyi geliyor.

Duygunun farkında olmak, görünce sahip çıkmak, oturup yakından bakmak denemeye değer. Kendine yakın olmak ve kendini bilmeye açık kalmak yaşama uyandırıyor; kendine kendinden yakın kimse yok, ve bilmek – ilk anda ağır da gelse – rahatlatıyor. Ve bu yaklaşıma biraz alan verince, o yaşamın yaklaşımı oluyor. Vazgeçilir mi? Vazgeçilmez..!

Nasıl uyanırsanız uyanın, ve yükselen duygu her ne olursa olsun, kendinize iyi ve yakından bakın; bunu hakediyorsunuz!
Sevgiyle kalın,
Deniz

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Teknede

Fırsatını bulan her insan en az bir defa tekne tatili yapmalı. Bu tatilde karaya gerekmedikçe çıkmaması ve küçük, sessiz koylarda açık havada uyuyup, günün ilk ışıklarıyla doğal uyanması tavsiye edilir. Bir de referanslı bir kaptanla yola çıkması ve rota hakkında biraz fikri olması. Bizim rotamız Turgut’tan Datça’ya kadarki girintili çıkıntılı şerit üzerindeki şaşırtıcı berraklıkta su, el değmemiş doğa, keçi sesleri ve bal arılarıyla bezeli koylardı. Ekip eğlenceli ve uyumlu, kaptanlar deneyimli ve tertemiz insanlar olunca, ne fırtınalı akşam, ne arı sokmuş ayaklar ne de benim gergin yanaklarım bozabilirdi keyfimizi. Bir 7 gün böylece geçiverdi...

Minik deniz gözlüklerimle sakin sakin yüzerken 4-5 metrede bile berrak olan olan suyun tadını çıkarıyorum; çok balık yok, birkaç karagöz var dipte, ben de onlar kadar yavaş ve sabah mahmuruyum. Bir anda tanıdık bir sesle harekete geçiyor bedenim, pavlovun köpeği gibi tekneye yöneliyorum; Nazif kaptan çanı çalıyor, yani kahvaltı hazır! Sudan sıyrılıyor bedenim, sabah güneşi tenimde; hızlı bir duş alıp, az güneşli bir köşeye yerleşiyorum. Kıpkırmızı domates dilimlerini tabağıma dizip, üzerine bolca kekikli zeytinyağı döküyorum. Sofra hemen doluyor, kahvaltılıkların üzerinde ellerimiz ve kadar hızlı dolaşıyor arılar da. Biraz arı kovalayarak, biraz önceki geceden konuşarak dalıyoruz en keyifli öğüne. Doğal kekik balını bulunca, kimse hazır bala, reçele pek tezahürat yapmıyor tabi. Yine de Nutella çabucak yarılanıyor, bazı şeyleri geride bırakamıyor insan. Kahvaltı bitince, hemen dağılıyoruz; biri denize, biri güneşe, bir diğeri birikmiş gazetelere. Hepimiz, hiç bitmeyecekmiş gibi hissediyoruz, ama aslında gizli gizli gün sayıyoruz.

Tekneye binmeden yaptığımız büyük alışverişin üzerine, bir defa Bozburun’da, bir defa Aktur’da pazar ve market alışverişi yapıyoruz. Bozburun harika bir sahil kasabası; havası, suyu, insanı iç açıyor. Özgün, sakin, canayakın bir yer; arsa fiyatları ne kadar merak ediyoruz. Balıkçılığı, gulet imalatı ve 1972’de bulunmuş Bozburun batığıyla ünlü. Ama benim aklımda en çok kalan, öğle sıcağında uzun bir yürüyüşle varıp, elimiz kolumuz dolu döndüğümüz pazarı, dondurma yiyip yürüdüğümüz limanı, bir de denemek için alıp şarabın yanında bünyeye kattığımız kelle peyniri, keçi sütünden.

Bozburun’dan sonra Datça’da karaya çıkmak pek keyif vermiyor, tabi tam o sırada patlayan alerjik durum için sağlık ocağı bana tam zamanında geliyor. Akturun denizi ise muhteşem, yüzdüğüm en duru ve serin sulardan. Geniş bir sahil, pırıl pırıl deniz. Altan’la sağlık ocağı ve eczane arasında mekik dokurken, geniş bisiklet yolları, kumsal ve çocuk oyun alanlarına bakıyoruz, sanki herşey genişlik ve ferahlık üzerine kurulu bu dev sitede. Neredeyse herkeste bir bisiklet, pek çok kişide minik motosiklet var. Aktur Eczanesi dolup taşıyor, ayağına kıymık batan, güneş yanığı olan, sıcaktan tansiyonu düşen kendini eczaneye atıyor; kalabalığın arasından sıyrılıp arkadaki odada ilk defa ayakta iğne yiyorum, şaşırtıcı biçimde az acıyor. Binbir teşekkür, ve sonra teknedeyiz. Öğlen yemeği ve serin sular..

Süleyman kaptan salataları, zeytinyağlıları, pilavları pişirirken, kayınpederi Nazif kaptan mangalı üstleniyor. Sofra yemek kadar sohbetle de dolup taşıyor. Masada baskın içki rakı, ama ben beceremiyorum şu rakıyı; hep uyku bastırıyor rakı içince, hiç alışık değilim. O yüzden bir gece haricinde kadehimde hep kırmızı şarap. Yemek sonrası bir grup sofrada devam ederken birkaçımız teknenin önüne geçiyoruz; her türlü ışık kaynağından uzakta, ay doğarken denizin ışıltısını, samanyolunun bizi kucaklayan anaç kollarını, ufuktan bize bakan Büyük Ayıyı, baş döndüren kuzey haçını ve sürgündeki Cassiopeia’yı izliyoruz. Denizde, kadehte, sallantıyla rahatlamış bedenler kendini bırakınca, zihinler de gökkubbenin gizemine gömülüyor. Her birimiz başka bir yerinden yaşıyoruz geceyi; ama ortak bir huşu var göğün sonsuzluğu karşısında. Buradayız, sırtımız sahile dönük, yüzümüz açık denize bakıyor, iki yanımızda tepeler uzanıyor, arada bir inceden bir su sesi tekneye dokunan minik dalgaları hatırlatıyor. Buradayız, küçücük bir teknede küçük varlıklar, başımızın üzerinde açılan sonsuz boşluğa dalıp, biraz tevazu, biraz büyülenmişlikle bakıyoruz o büyüklüğe, yarı Hayyam cümleler dökülüyor dudaklarımızdan.. Gece ilerleyip de uyku ağır bastığında, kamaradan getirdiğimiz yastık ve pikelerimizle, seriliyoruz güverteye, sünger şezlonglar üzerine. Deniz üstü hafif sallantıda, varoluşun sessiz beşiğinde uzanır gibi, derin ve ılık uykuya teslim oluyoruz.

Sabah güneşinden önce uyanan arıları tek elle kovalayıp, uykunun en tatlı yerinden devam etme çabasında bir sabah; keçi sesleriyle çınlayan sahil, soğuk su kaynaklarından seyrelmiş ve serinlemiş deniz. Arı vızıltıları sabrımızı sınarken, birer ikişer teslim oluyoruz, kimi denize, kimi kamaraya. Kahvaltı ve deniz sefasından sonra, akşamüstü bir sürpriz getiriyor Süleyman kaptan. “Arıları gördüm” diyor, karaya çıkmış ve aramış, doğal bir arı kovanı bulmuş, kovandan aldığı petek ve balı tencereye doldurup bize getirmiş. Denizden çıkan, tencerenin başına üşüşüyor, hayatımızın belki de ilk organik balını yiyoruz. Anlatıyor kaptan, öğreniyoruz, arıcılıkta organik bal olamazmış; arıları muhakkak arı kenesine karşı ilaçlamak gerekirmiş, aksi takdirde hastalıktan kırılırlarmış. Tabi ilaçlama yapıyorsan da o bala organik diyemezmişsin. Ancak böyle, doğada bulunca, organik bal yiyebilirmişiz. Neredeyse on parmakla kavradığımız petekleri, balı sarhoşluk içinde yiyoruz; hakikaten bir fark var balda, o kadar balı normalde yesek genzimiz yanar, şekerinden bayılırız. Oysa yiyoruz ve ne tadından ne de keskinliğinden rahatsızız. Müthiş balın enerjisiyle olacak, yeniden uzun uzun yüzüyoruz. Herhalde bir daha bu kadar otantik birşeyle karşılaşmayız!

Selimiye’nin ve yakınındaki koyların denizi de muhteşem, ilk birkaç günkü fırtınada kalkan kumla berraklığı biraz azalmış da olsa. Yine de biraz diriltici serinliği ve göreceli daha az tuzuyla, bu tekne turunda beni en etkileyen koylar Dimitri ve Hurmalı oldu. 7-8 metre derinlikte bile gözlüksüz dibi görebildiğim, yüzerken tuzdan yüzümü yakmayan, ve girdiğimde tüm sistemlerimi uyandıran bu muhteşem denizlere yine gidesim var. Suların türkuvazında herşeyi unutup, koyların sessizliğini dinleyerek, o an orada olmanın katıksız keyfini çıkarmaya..

Teknenin adı Furkaan’dı, Süleyman kaptan ve yakınları tekneyi kendileri yapmışlar; zaten Orhaniye, Turgut, Bozburun, bu yörelerin başlıca uzmanlığı tekne yapımıymış. İçtenlikleri ve hizmetleriyle bu 7 günü bizim için unutulmaz kıldılar. Seneye bu seyahati yinelemek dileğindeyiz, 1 hafta da olabilir 3-4 gün de. Eğer Marmaris-Datça taraflarında böyle bir mavi tur hayaliniz varsa, iletişim bilgilerini vermek isterim: Süleyman Şener, furkaan-yachting@hotmail.com, 537 982 91 72.

Tatiliniz mavi, neşeniz bol, kadehiniz dolu olsun;
Sevgiyle kalın!
Deniz

24 Temmuz 2009 Cuma

Şeftalinin Kabuğu

Şeftali kokusu. İlk çağrışım yanık tenimdeki deniz tuzu ve önümde saman sarısı sayfalar. Önce doğrayıp sonra kabuklarını mı soysam, yoksa önce soyup sonra mı dilimlere ayırsam? Hangisi doğru sıra, hiç bilmem... Önce soyuyorum; elimde en sevdiğim Tramontina meyve bıçağım, kulağımda rahmetli dedemin ben küçük bir çocukken söylediği bir söz; “Meyvenin kabuğunu, incecik alarak, hiç bölmeden bir defada soyabilirsen marifetlisin demektir”. Ne zaman meyve soyacak olsam, dedemin bir defacık söylediği bu söz hemen düşer aklıma. Ve bir gayretle, sanki dedem beni izliyormuş gibi uğraşmaya başlarım.

Uzun sürdü tekniği oturtmam, çünkü çok meyve soymam gerekmedi; ama ne zaman gerekse tek bir şerit halinde soyayım diye uğraşınca meyvenin etinden kaybeder, yüzeyde kalayım derken bir yerde kopardım. Ne zaman o kabuk ince ve tek parçada soyulur, garip bir gururla o kabuğu saklamak isterdim. Aslında mutfak benim ilgi ve bilgi alanım değil, ne çocukken ne de sonrasında merak edip girdiğim bir yer olmuş. Tenceredeki kimyadan çok kendi duygularımın kimyasına dalmışım hep; evde ilgi alanım yatak odam ve kitaplığım olmuş, bir de annemin tuvalet masası. Büyük bir lapacılıkla annemin eline bir defter tutuşturup, “Anne bana her gün bir tarif yazsana, ilerde tarif defterim olur” dediğimde, “Kızım ben öyle yazılı ölçü bilmem, sen ben yaparken izleyip not al. Hem beni makyaj yaparken seyrettiğin kadar mutfakta da seyretseydin şimdi zaten hepsini bilirdin” şeklinde sorumluluğu kucağıma vermişti. 15 yaşımdayken kütüphanemizdeki -yaşıma uygun olsun olmasın- her kitabı devirmiştim, günlüklerim 4 kalın ajandayı geçmişti, üstüne annemin makyaj malzemelerini de etüt etmiştim, kusursuz kalem çeker, arkadaşlarıma makyaj öğretirdim; ama yumurtayı zor kırar, meyve doğramamak için kuzenimle kavga ederdim, mutfakta bir iş varsa hemen oradan kaçar ve kendime bir mazeret üretirdim. Mutfağı bir yaşam alanı olarak görmek için, annemin yemeklerinden kopup, sevdiğim adam için birşeyler pişirme hevesini bekliyormuşum.

Evlenmeme kısa bir süre kala, tarif defteri projemi tekrar masaya koydum ve annem de aynı elnin tersiyle itti; koskoca(!) mühendis o kadar şeyi okumuş anlamışım, yemek pişirmek benim için iki dakikalık işmiş, biraz pratikle herşey yerine otururmuş, zaten muhtaç olduğum kudret senelerdir yer etmiş damak tadımda saklıymış. Ben böyle, bir pilav, bir fasulye, bir çorba dahi pişirmeden, tencere ve tavalarımla küçük evime yerleşiverdim. Markete gidip bakliyatı, sebzeyi, eti, baharatı dolaplara doldurdum. Elimde malzeme vardı, araçlar da, tek gereken formüllerdi. Önce hangisi, sonra hangisi girecek bu tencereye? İnsan hiç mi bilmez? Maceram, her niyet ettiğim yemek için hızlı arama tuşu 2’ye uzunca basarak başladı; “Bana sırayı söyle” diyordum anneme, bilmediğim şey sıraydı. Çorbanın kendine has yapısını çözünce bütün çorbalar artık kolaydı, Altan gibi dört mevsim çorbasever bir insanla yaşayınca en hızlı pratiği de bu alanda kazandım. Korkudan az tuzlu oluyordu her deneme, ve baharat dengesi için zaman gerekti. Ama ne yemek pişirsem 2. deneme oldukca güzel, 3. deneme anneminkini andırır oluyordu. Sonrası zaten kıvamla, kokuyla, yuttuktan sonra damakta kalan tınıyla oynamaktan ibaretti.

Zeytinyağlıların temel prensibini anlamak diğer yemeklerin kapısını açıverdi. Aslında hepsi matematik gibiydi, hem sanat hem ilimdi; oranlar, denklemler, süreler, ve her sabitin kendine özgü katkısı vardı. Mutfaktan mutfağa değişen ve özelleşen ise kişinin damak tadıydı. Temelleri öğrenmek, hareket alanını genişletiyor, yeni yemekler deneme cesaretini uyandırıyordu. Soğanın gücüne, domatesin miktarına, zeytinyağı ve tereyağının dokunuşlarına, sarımsağın tılsımına, baharatların altın oranlarına ve çeşitli otların beklenmedik etkilerine dair anlayışım açıldıkça, yeni laboratuvarımdan aldığım zevk de artmaya başladı. Üstüne bir de düdüklü tencereyi keşfedince, süreler kısalıp çeşitler artmaya başladı; standart tencereler raflarda kıpırdamadan dururken, daha küçük olan 2. düdüklümü almıştım bile. Sonra sütü keşfetmeye başladım, unu ve labneyi; daha kimbilir neler var, ne püf noktaları. Çok uzmanlaşma peşinde değilim ama, öğrenmek ve eğlenmek keyif veriyor bana.

Beni şaşırtan, böyle keyif alacağımı beklemezdim, kaçardım mutfaktan, çünkü sıradanlığı çağrıştırırdı bana. Kadınlar mutfağa girer, yemek yapar, bütün aile o yemekleri yerdi. Yemek yenirken “Eline sağlık” denirdi. Ama ben, yemek yemeyi sevmeyen bir çocuk olarak zaten ezbere söylerdim bu kelimeleri. Belki yemek cezbetmediği için mutfakta ne olur bittiği de pek ilgimi çekmezdi. Zaman geçip de iştahım açılınca, yemeyi sevdikçe, tad almayı öğrendikçe, farklı mutfakları deneyip, her seyahatte en çok o ülkenin mutfağına düştüğümü farkettikçe, yavaş yavaş ne nasıl pişer diye düşünmeye başladım. Ama hep bir önyargıyla, inatla girmedim mutfağa. Oysa yemek yapmak, senelerdir varsaydığım gibi basit, tekdüze, sıkıcı bir alan olmak zorunda değilmiş; aksine yaratıcılık ve zeka ile lezzetler yaratabildiğim, ve bu lezzetlerle insanlarda keyifli duygular uyandırabildiğim bir dünya olabilirmiş - merak ettikçe daha çok öğrenebildiğim, gelişebildiğim, pek de öyle sonu olmayan bir dünya.

Babam “Her yolculuk dört adımdan oluşur” der; Merak etmek, Öğrenmek, Anlamak, Yaratmak. İçtenlikle bakınca, yolculuklarımız hep bir merakla, hevesle başlıyor. Nasıl işlediğini, ne olduğunu, arka plandaki mekanizmasını hiç bilmeden dalıyoruz yeniye. Ardından temellerini görmeye başlıyoruz, bizden öncekilerin birikimini, tecrübelerini, ispat edilmiş ve kabul verilmiş bilgileri. Okuyarak, deneyerek, deneyimleyerek öğreniyoruz zaman içinde. Ve yolculuk devam ediyorsa, öğrendiğimizi uygularken anlamak başlıyor bir katmanda; zihinle biriktirip bağladığımız, derin örgüler kurup tasnif ettiğimiz bilginin ötesine geçiyor anlayışımız, sanki bedenin, duyuların, duyguların ve sezgilerin de katılımıyla bir orkestra uyanıyor, bir bütün olarak algılıyor ve eskisi kadar gayret sarfetmeden kolaylıkla akmaya başlıyoruz yolculukta. Ancak anladıktan sonra geliyor yaratmak, simyasını anladıktan sonra kendinden katmaya ve yaratmaya başlıyor insan. Anlayan insanın dokunuşu, bir keyifli nota, bir tatlı rayiha, bir tutam duygu daha katıyor dokunduğu yere. Daha anlamadan yaratmaya çalışınca ya çok pişip ölüyor sebzeler, ya çok acı oluveriyor; ya baharatlar boğuyor ana lezzeti, ya da birbiriyle uyumsuz malzemeler söndürüyor her bir yiyeceğin o yeri doldurulmaz “öz” lezzetini. Beklemek gerek anlamayı, ve devam etmek öğrenmeye; mutfakta böyle, resimde de, müzikte de, fotoğrafta ve hatta yoga dersinde de. Sabırla, keyifle, birşeylere yetişme ya da ulaşma kaygısı olmadan, dalmak gerek içine, ve zaman ayırmak denemeye, öğrenmeye...

Soydum şeftalileri, sonra dilimledim, yazarken bir yandan da yedim. Ne zaman dilimlenmiş, soyulmuş şeftali yesem, Çandarlı’da çocukluğumun öğlenleri düşer aklıma. Sabah denizinden sonra, öğle güneşini yememek için eve dönerdik. Kitap saatimdi benim, “80 Günde Devri Alem”, “Balonla Beş Hafta”, “İki Yıl Okul Tatili” ve yanımda dilimlenmiş şeftali. Az yiyen ve yemeyi yorucu bulan bir çocuk olarak tek lokmalık şeftalileri çiğnemeden yutuverirdim bol maceralı sayfaların arasında. En sevdiğim mevyeydi şeftali. Yemek yemeseydik de hep şeftali yeseydik.

Yaşamın lezzetlerine, çocukluğumun öğlenlerine, mutfak maceraları ve öğrenmenin sevgisine adıyorum bu yazıyı. Ellerime bulaşmış şeftali kokusuyla yazdım, sabunlamak istemedi canım. Kabuğu tek parçaydı, dedemi andım...

Neşeyle kalın,
Deniz

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Alerji üstü yorgunluk


Bol yoğurt ye, yoğurt bedeni temizler, birikmiş zehiri, toksini bedenden atar derler - en azından annem öyle der. Ben de evi ve kendimi biraz toparlayınca, çektim önüme altın kaymaklıyı, doyasıya arınıyorum. Zaten içimden başka birşey yemek, ya da içmek gelmiyor. Bugün görüşüm kendine gelmeye başladı, dünyanın sallantısı da durmak üzere; yine de tansiyonum ara ara oynuyor farkındayım. Hala yer ayaklarımın altından kayar gibi, merdivenlerden tutunarak iniyorum; akşamki dersimi iptal ettim, kızların anlayışına müteşekkirim. Yoga dersi yapacak halim olması bir hayal, iki ayağım üzerinde dengede duramıyorum. Neden duramıyorum, çünkü şimdi dinlenme ve arınma zamanı, beden her zaman kendisi için en iyi olanı bilir, ve bana bugün de dinlen diyor.

Bana çarpan şey tam olarak neydi bilmiyorum; hangi ağacın poleni, ya da canlının tozundan, güneşin dokunuşundan ya da denizin tuzundan etkilendiysem, 6 yıldan sonra ilk defa böyle güçlü bir alerji yaşadım. Beni tanıyanlar alerjik maceralarımı bilirler; senelerce testler, ilaçlarla geçen alerjik bronşitli ve saman nezleli çocukluğumdan sonra, önce yoğun bir alternatif terapiler sürecinde mücadele ettim alerjilerimle, sonra alerjinin anlamını, ve kendi bünyemi anlamaya başladım. Normalde bedeni koruyan bağışıklık sistemi, alerjik insanda, zararlı olmayan bazı madde ve dış etkenlere karşı da aşırı tepki veriyor, zaten alerjik reaksiyonlara aşırı duyarlılık reaksiyonu da deniyor. Yani olmayan bir düşmanla savaşıyor beden, aslında zararı olmayacak bir maddeyi zararlı kabul ediyor ve ona tepki verirken esas kendi için yaşamı güçleştiriyor. Ruediger Dahlke’nin “Hastalık İyileşmeye Giden Yoldur” kitabını okuduktan sonra, alerjinin hangi bastırılmış tepkilerin bedendeki yansıması olabileceğine dair farklı bir bakış açısını tanıma fırsatım olmuştu. Bu noktada gizli savunmacılığım ve bastırılmış saldırganlığıma dair derin bir öz gözlemlemeye girişmiştim. Devamında çeşitli terapiler denedim. İlk başta Reiki’den EFT’ye en yakın ve sakin çalışmalarla başlayıp, alerjilerimi rahatlatmak için çeşitli afirmasyon ve bilinçaltı tekniklere başvurduğum zamanlar geride kaldı; kimi çok işe yaradı, aniden rahatladım, bir iki yılı bahar nezlesi olmadan geçirdim, bir seansta kedi alerjimden kurtuldum.Ama kimi çalışma da hiç işe yaramadı; ya ben hazır değildim, ya da hiç hazır olmayacaktım, çünkü bazı şeyler geçici değildi.. Sonra “onlar seni bırakmıyor çünkü sen onları bırakmıyorsun” dediğinde çok sevdiğim bir arkadaşım, ben bıraktım alerjilerimle uğraşmayı. Onlar da benden uzak kaldı şaşırtıcı biçimde. Zaman geçti üzerinden; okumaya, düşünmeye, dönüşmeye devam ettim. Sonra, eğer varsa da alerjilerim, bunlar da “ben”im dedim. Her ne kadar elimizdeki metodlarla dokunsak ve şifayı davet etsek de, kimi durumların ilahi değişmezliği, kaçınılmazlığı, öyle “oluşu” karşısında yapacak çok birşey de yok aslında. İşte tüm bu yolculuktan sonra, fasa fiso alerjiler devam ederken unutmuşum gitmiş ne kadar zor olabileceğini. Bitti, geride kaldı sanmışım, oysa yaşam sürekli akan bir değişim değil mi..?

Tatilin 4. gününde yüzüm kızarıp tanıdık bir paternde şişmeye, yanaklarımda toplanan ödemle sızım sızım sızlamaya başlayınca yüzyüze geldim bünyemle yine. Bir yandan “Herşey olması gerektiği gibi, ve bu oluyorsa, ancak böyle olabilirdi zaten, elinden geleni yap ve durumu kimse için çok sıkıcı hale getirmeden, içinde bulunduğun güzelliğin tadını çıkarmaya odaklan” derken, öbür yandan bas bas bağıran bir “Neden?” fışkırıyordu içimden. “Neden şimdi, neden tekrar, neden bunca aradan sonra?”. Eski düşünme biçimimin saklı kalıntıları ortaya çıkıp tüm sorumluluğu üstlenmek ve “Bunu tabi ki ben yaptım, neden yaptım?” demek istediğinde direnmeyi bırakıp uzun uzun dinledim bunu. Ve ardından gözlerimi kapayıp, ellerimi tekneye bırakıp, tatlı sallantıda denizi, dalgayı, böcekleri, rüzgarı, çevremdeki tüm hareketi ve olanı dinler halde kaldım. Oturdum, bir teknede, sağ ve sol oturma kemiklerim arasında hiç bir denge yokken, içimden bir anda herşeye bağırmak, isyan etmek gelirken, hayran olduğum roman kahramanlarının gücüne ve sağlığına öykünürken, o çok sevdiğim bedenime nefret ederek kortizonu alırken, gözlerimi kapatıp dinledim. Her ne söylüyorsa yaşam, ve her bir hücrem, ben olan ve ben olduğunu küçük zihnimle anlayamadığım herşey. Sadece dinledim. Sabaha karşı günün ilk ışıklarıyla uyanırken, açık havada uyumanın rehavetini savurup oturdum daha sessizinde günün. Arıları, ağaçların hışırtısını, keçilerin ve kuşların seslerini dinledim, kalbimin gereğinden hızlı atan sesini, yanaklarımdaki kılcal damarların ritmini, içimin, hala kendine kızmaya hazır sesini. Dinledim. Tüm sesler birleşti, yatıştı sonra. Teslim oldum, olana, ya da teslim olma hali geldi değdi bana. Yanağıma bir öpücük kondurdu, en şiş noktasından, ve ‘bırak’tım oluruna.

Gelip geçen duygusal gelgitlere ve sabah akşam iğne olmak için kıyıya çıkmamıza rağmen tatil keyfimizi bozmamak için rahat kalmayı aradım, Altan’ın kavrayıcı ve rahatlatıcı varlığı, dört bir yandan gelen yoğun enerji desteği ve teknedeki süper ekibin de muhabbetiyle neşe ve hafiflik benimle kaldı. Kocaman şapkamın altından Okey oynarken, büyük bir titizlikle yüzüm gölgede Dagny Taggart’ın hikayesinde ikinci tur sürüklenirken, herkesin spontane resimlerini çekerken, dikkatimi yaşadığım acıya değil de o anki keyife yatırdım. Sürekli şapka, gözlük ve yoğurt kıvamında kremle gezerken, bir sağdan bir soldan enjeksiyonları yerken, yüzümü herşeyden koruyup inatla dupduru denize girmeye devam ettim.. çevredeki tatlı su kaynaklarının etkisiyle iyice soğuyan ve tuzu seyrelen sularda, gözlüksüz dibi görebilmenin zevkiyle süzülüp “hasta olmak” kalıbını bir nevi yoksaydım. Biraz fazla güç sarfetmiş olmalıyım, zira alerji, kortizon, ilaçlar, yolculuk derken, İstanbul’a dönünce 1. evlilik yıldönümümüzün büyük kısmını yarı uykuda geçirdim.

Bugün ilaçsız 2. gün, bedenim hala yorgun ve dengesiz. Yormadan, zorlamadan, bol suya girip çıkıp evin düzenini toparlıyorum, biriken e-mailler ve ufak işlere bakıyorum. Biraz yoğurt, biraz bal, bol su ve meyveyle geçiyor gün. Ayaklarımı uzatıyorum, “ben” dediğim herşeye bakıyorum, bedenime bakıyorum, bedenimi hissediyorum, benden ne istediğini dinliyor ve ona hakettiği yatışmayı sunuyorum. Küçük işler döngümü toparladıkça bilgisayarın başına geçip yazacağım, Furkaan’ı, Dimitri’yi, Cassiopeia’yı ve ay doğarken ortalama bir şarabın bile şarkı söyletebileceği narinlikteki Hurmalı koyunu..

Sevgiyle ve sağlıkla kalın!
Deniz

10 Temmuz 2009 Cuma

Direnç


Dünkü yoğun neme karşın alışveriş ve biriken küçük işler için tüm gün dışarıdaydım, nefes alamıyormuşum hissi ve hafif bir sersemlikle koştururken telefondaki arkadaşım İstanbul’un bir köşesinde yağmur başladığını söylüyordu. “Ah, burada da yağsa da rahatlasak!” dedikten 15 dakika kadar sonra kendimi annemin evine attım ve dışarıda yavaş ama durmayan bir yağmur başladı; ancak serinleten, rahatlatan gümbür gümbür bir yağmur değil de, çiseleyen ve yavaşlayan ve ardından yerden buharlaşıp daha da nemli bir havaya çanak tutan cinsten..! Sonrasında klimalı alışveriş merkezi ve klimalı ev ortamlarını tercih ederek kendimi bu nemden ve sıcaktan azat ettim. Ama bütün yaz böyle nasıl yaşayacağız onu bilemedim!

18. yüzyıl ortalarında Benjamin Franklin ve John Hadley’in buharlaşma prensibini incelemeleriyle başlamış yolculuk, buharlaşmanın bir objeyi hızlı bir şekilde soğuttuğunu gözlemlemişler. 19. yüzyıl başlarında Faraday sıkıştırılmış likid amonyağın buharlaşmasına izin verildiğinde etrafındaki havayı soğuttuğunu gözlemlemiş. Aynı yüzyılın ortalarında, bir hekim olan John Gorrie hastalarına rahatlık sağlamak için kompresör ile buz elde etmiş ve bununla havayı soğutmuş; daha sonra bu prensipten yola çıkarak şehirleri soğutabilecek merkezi soğutma sistemleri tasarlamış, patentini de almış, ama sponsorunun ölmesi ve başka şüpheli olaylardan sonra, Gorrie yoksullaşmış, ve ölümünden sonra da da iklimlendirme fikri 50 yıl boyunca tarihe karışmış. Ilk klima 1902’de Willis Carrier tarafından icat edilmiş, ve hem ısı hem de nemi kontrol edebilen bu icadın amacı kişisel konfor değil, endüstriyel hatlarda soğutma sağlamakmış. Sonradan ev ve otomobillere de uygulanmaya başlayan sistemin satışlarında 1950 sonrasında çarpıcı bir artış yaşanmış. Şimdi, günümüz İstanbul’unda, Temmuz’un 10’unda, saat 10 olmadan klimayı açıyor olmak ise düşündürücü ama rahatlatıcı. Çünkü İstanbul sıcak olmanın ötesinde dev bir nem havuzuna dönüşmüş durumda!

Herşeye bulaşıyor bu hava, basık ve yorucu geliyor; insanlar miskinleşiyor, yavaşlıyor, kimse dışarı çıkmak istemiyor. Konfora alıştığımız için mi, yoksa gerçekten küresel iklim değişiklikleri sonucu her sene daha mı zorlaşıyor yaz mevsimi, bilmiyorum. Ama bendeki bir etkisi çok canımı sıkıyor ve bunu yok sayamıyorum. Bünyem, kalıplarım, ya da tamamen zihinsel yanılsamam, bilmiyorum, ama ben bu nem ve sıcakta yoga yapmak istemiyorum. Ya sabah erken, Altan çıktıktan hemen sonra seriyorum matımı, ya da aksam biraz serinleyince; bu konforcu tavrımdan yarı utana yarı sıkıla, hafifçe nemini aldığım odada yapıyorum günlük pratiğimi. Haziran’la birlikte akşam 6 derslerinde bile terden sırılsıklam olan ben, Hot Yoga derslerini denemiyorum bile, ve ne kadar harika geçtiğini anlatanları dinliyorum biraz özenerek, biraz utanarak. Yoganın doğduğu ülke ve sıcak iklimini düşünüyorum. Sonra da dünyanın dört bir yanında her iklimde yoga yapan binlerce insanı.. “Herşey herkes için değil ki..!” diyorum, belki de serin saatlerde yoga bana daha uygun. Ama elimde olmadan hikayeler, yargılar oluşuveriyor, “Gerçek bir yogi her koşulda yapar yogasını”diyor bir ses, bense duymamış gibi yapıyorum o sesi. İşime gelmiyor. Yoga bütün kalıp ve tavırlarımızı çok yakından görmemizi sağlıyor, hatta o kadar yakından ki, görmemiş gibi yapamıyoruz, bir de üstüne onlarla uzun uzun oturup kalıyoruz. Ben de oturup kalıyorum bu direncimle her seferinde, belki bir ömür oturacağımı bilerek.

Aklımda bir tek şey var, bir an önce sonbahar gelsin! Yakamı çekiştirip örterek ineyim yokuştan, rüzgar boynuma dokunsun, saçlarım uçuşsun.. Montumu, pantalonumu çıkarıp, hafif burnumu çekerek gireyim derse, sabah dersinde biraz ürpersin tenim, hala serin olsun ellerim, yağmurun camlara vuruşunu duyarken meditasyon oturusunda üşümemek için battaniyeye sarınıp oturayim, ve ilk birkaç tur güneşe selamla zar zor ısınmaya başlayayım... Ve hatta kış olsun, yoga ateşiyle uyansın bedenim, şavasana sonrası dinlenmiş bedenimi peştemala sarıp, kendimi saunaya atayım, sıcak iyice işlesin içime, açılsın gözeneklerim. Sokağa çıktığımda, iklime rağmen o yoga ateşi yanmaya devam etsin içimde.. Ama yok, daha upuzun yaz var önümde, bakalım bu direnç hangi köşesinden çatlayacak, ya da belki hiç kırılmayacak? Stüdyodayken terleyerek, evimdeyken biraz daha ferah, öyle ve böyle yogaya devam edeceğim.

Direncim ve sonbahar özlemim köşede dursun, ben küçük odanın halısını rulo yapıp, matımı sereyim. Bir ideal yaratıp onun hayalini kurduğum bir şimdi yerine, şimdi, yine burada matın üzerinde hissettiklerimle, yaşam boyu her an hissettiklerimle kalmayı deneyeyim.

Bugün Godfrey’in vinyasa dolu dersinden ilhamla akıp durmak istiyorum, nefes aksın, hareket aksın, tabi daha geç olmadan; sonra hazırlanacak bir bavul ve bir iki banka işi var!

Hepinize (klimalı ya da klimasız) rahat akan nefesler diliyorum,
Büyük mühendis/mucit Willis Carrier’i şükranla anıyorum!

Sevgiyle kalın,
Deniz

7 Temmuz 2009 Salı

bebekler, kahramanlar, deniz üstü tatil...


Dolu dolu bir Cuma ve haftasonu geçti; kuzenim Hande ve onun ufaklıkları gördüm, İTÜ ekiple evde çatlayana kadar kahvaltı yaptık, ev için alışverişin yanı sıra Altan’a da yaklaşan tatil için mayo vb baktık, Ice Age 3’ü 3 boyutlu seyrettik, evde tembellik yaptık, annemlerle zaman geçirdik, Neil Gaiman’in The Eternals çizgi romanını bitirirken Atlas Vazgeçti 1. kitabı yarıladım, ilk barbunyamı pişirdim, üç günlük yoga molamda olduğum için de restoratif bir iki uzanma dışında yoganın kenarından geçmedim. Bu arada çevremdeki herkesten yeni kararlar, manevralar ve değişimlerine dair yepyeni haberler almaya devam ettim. Taşınanlar, şehir değiştirenler, iş değiştirenler, istifa edenler, hamile kalanlar.. yaz tüm temposuyla devam ediyor!

Hande’nin oğlu ve kızını görmek için Bebek parkına vardığımızda, kendimi parkın ortasındaki bebek ve çocuklar için çitlerle ayrılmış oyun parkının içinde buluverdim. Hep elimde dondurmam veya Susam’dan aldığım sandviçimle yanından geçip gittiğim çitli bölmeye dışarıdan bakmak pek keyiflidir; oynayan, hoplayan, sallanan, kayan, kimi kum havuzunda, kimi koşturarak gülücükler, ve bazen de ağıtlar saçan onlarca bebek ve peşlerinde anneler, anneanneler ve bakıcılar ordusu. Bu defa – ilk defa – çitlerin içine girince o uzayın kendine has bir havası, kuralları, duygusu olduğunu yakından gördüm. Onlarca sevimli ve bazısı haylaz bebeğin ani hareketlerini, kaydırakta itişmelerini, keşif ve heyecanla koskoca oyun parkının her köşesine girip çıkışlarını izlemek zevkliydi; ama sonra dikkatim annelere kaydı. Annelerin o birbiriyle çok benzer, koruyucu, izleyici, destek verici hallerini, sıkılsalar da bunalsalar da bebekleri için sanki hiç yorulmadan orada olmaya devam edişlerini, neredeyse insan üstü sabır ve güçle saatlerce bebek merkezli evrenlerinde yörüngelerine yerleşip, büyük bir tutkuyla dönüşlerini izledim. Anneliğin kadın organizmasındaki otomatik bir program olduğuna, ve anne olan kadında otomatik olarak devreye girdiğine, kontrol dışı çalıştığına, ve gerçek/sanal bir çok başka kontrol mekanizmasını da dönüştürdüğüne ya da safdışı bıraktığına inanmak dışında birseçeneğim yok. Buradan bakarken, bu adanmışlığı ve derin hizmet duygusunu izlerken de, bir bebek dünyaya getirme fikrini ötelemekten kendimi alıkoyamıyorum. İki yıl sonra, diyorum, en fazla üç yıl, eğer hazırsak ve herşey yolunda giderse.. Bebeklerin o limitsiz, öğretilmemiş, el değmemiş oluşlarını izlerken duyduğum neşe ve huzura rağmen, bir bebeğim olması için daha hazır olmadığımı net bir şekilde biliyorum. Daha o kişisel denge de, o gönülden istek de yok bende. Bu büyük yolculuk için henüz hazır değilim, ve bu yolculuğun vakti, şekli, akışına dair her kadının hikayesi de bir diğerinden çok farklı. Bedenin, ailenin, doğduğumuz ülkenin ve koşullarımızın farklılığı gibi, anne olmaya dair his ve beklentilerimiz de çok farklı birbirimizden. Ve böyle güzeliz her birimiz.

Bebek yapmak bir yana, daha çok küçük hissettiğim zamanlar oluyor kendimi. Kuzenimle konuşurken “Otuz olmak üzereyiz” dedi. Sanırım “otuz”a etiketlenen anlam ve yükler her neyse, bende yok onlar; 30, 35, 40... eee? Bu sayılar o kadar çok şey ifade etmiyor bana. Ne yaşadığım, nasıl yaşadığım, farkındalığım, açıklığım, bedenime nasıl baktığım ve zihinsel-bedensel dengem, duruşum, hissim daha önemli geliyor yaşadığım yıllardan. Yıllar çoğu zaman bir ölçüt değil ki bir yargı koymaya. Yıllarca karşı koyduğun fikri bir gecede benimseyebilirsin, bir aydır tanıdığın insan on yıldır tanıdığından daha yakın oluverir, 40 yaşında herhangi bir 25’ten daha güçlü ve dinç bir bedenin olabilir; yaşla, yılla, sayıyla değil, tavır ve tutumla ilgili değil mi nasıl yaşadığımız. 60’lı yaşlarında ve yeniye açık insanlar tanıyorum, ve 20’li yaşlarında kaskatı, inatçı.. esnekliğin de ilgisi yok yaşla, açıklığın da.. Ben inanmıyorum zamana.

Bahsettiğim çizgi romanlar; buna önyargılı olduğum günler bir anda geride kaldı - yani çizgi romanları fazla kolay, tembel işi veya çocukça bulduğum günler. Altan’ın Gerekli Şeyler’den aldığı orjinal, kalın, hikaye ve kurgusu zekice tasarlanmış, çizimleri heyecan veren çizgi romanlara, Marvel’in dünyasına adım atalı en fazla bir hafta oldu, ama bu dünyanın kendi tarihi, kültürü ve derin zekasına hayran kalıverdim. Bunca zaman ağır ve kalın kitaplar okumanın bir nevi kibiriyle mi hafife almışım bilmem, ama hep biraz yukarıdan bakardım çizgi roman okuyanlara. Şimdi utandım bu yaklaşımımdan, çünkü orada bambaşka bir dünya dururmuş; tıpkı Tolkien’ın orta dünyası gibi, süper kahramanların ve ölümsüzlerin de kendi dünyası varmış, bir tarihi, bir hikayesi, bir örgüsü... Altan’ın arşivinden seçtiğim parçalar bende çizgi romanın da kendi akım ve gelişim süreçleri olan bir sanat olduğu farkındalığını uyandırdı. Benim gibi hayal gücü pompası bir çocukluk geçirdiyseniz; uzay, uzaylılar, insanüstü yetenekler, ölümsüzler ve yarı-tanrılara dair hikayeler ve mitoloji ilginizi çektiyse, açık olup birkaç iyi çizgi roman örneği incelemenizde fayda var. Dün gece Inhumans’ı araladım, The Eternals kadar çarpmadı ama yine de merak uyandırıyor. Şimdi merak içindeyim, bakalım nasıl gelişecek? Belki kalın kitaplarımın yanında bir çizgi roman da yerleştiririm tatil çantama!

Tatil kısmına gelince, Küçükkuyu- Sazlı istikametine yaptığımız tatil planlarımızı iptal ettik, çünkü bir arkadaşımız aynı haftaya ayarladıkları Datça çıkışlı teknede iki kişilik yer olduğu haberini verdi ve yüce eşzamanlılığın önünde eğilerek yarım saat geçmeden millerle uçak biletlerimizi ayırtmış, bütçemizi kontrol etmiş, inceden gülümseyerek ikimiz de aynı tercihte bulunmuştuk – tekne tatili!!! Ertesi gün biletleri satın aldık, Küçükkuyu rezervasyonumuzu iptal ettik (Altan araba kullanmayacağı için ne kadar mutlu!) ve Çanakkale- Assos- Behramkale gezimizi bir başka bilinmeyen vakte erteleyip, teknede uyumanın hayalini kurmaya başladık. Deniz üstünde uyumak benim için bir keyif olmanın ötesinde, özlemle hatırladığım çocukluk günlerime dokunuyor. Çünkü babamın esas mesleği denizcilik, ve belki de tüm gönlüyle ait olduğu dünya denizler; ben o denizler üzerinde olmuşum, ve ilk Amerika seferimi de ilk yaşımda yapmışım. Hatırlayabildiğim pek çok anım, ve bir de babamlardan dinlediğim anılarım var. On yaşıma kadar, babamı hep kısa süreler gördüğüm ve uzun aylar boyunca uzak kaldığımız – ve kişiliğimde, ilişkimizde derin etkisi olan - bir süreç var. Bunun istisnası olan zamanlar da, Deniz Nakliyat’ın belli seviyedeki gemi adamlarına senede bir sefere aileyle birlikte çıkabilme izni vermesiyle mümkün olurdu, ve o bir seferde ben de gemide olurdum.

Gemide olmak benim için hep çok büyülüydü. Sadece koskocaman makine dairesi, dev pistonlarıyla, kontrol odasının ışıklarıyla, ve korkuluklara dahi el değdirmeyen sıcağıyla benim için bir düş dünyası gibiydi. Makinelerin büyüklüğü, hareketi, havadaki yağ ve fuel oil kokusu, sürekli bakım ve işletim takibinde mühendisler, yağcılar ve silicilerle makine dairesi mekanik bir dev gibiydi. En ufak bir arızada, gecenin bir yarısı babamın koşarak odadan çıktığını ve sabaha karşı kararmış tulumuyla odaya gelip Vim’le ellerindeki yağı çıkardığını hatırlarım. Okyanusu geçerken değişen saat dilimlerinde bir türlü uyuyamayan bir çocuk olduğumu, ve babamın bilim-teknik dergilerini bitirdikten sonra bilim kurgu serisi kitaplarına giriştiğimi. Okuduğum ilk bilim kurgu kitap “Dünyanın Sonuna Doğru” idi, yani H.G. Wells’in “War of the Worlds” kitabının Türkçesi. Hemen ardından “Mars’tan gelen Ölüm”, “İstilacılar” gibi pek çok kitabı devirip, belki de Jules Verne’den hardcore bilim kurguya biraz hızlı ve erken bir geçiş yapmıştım. Erken okumaya başlamış bir çocuk olarak 4-6 yaş arasında babamın bütün bilim kurgu kitaplarını elden geçirmiştim, ve lumbuzdan dışarı bakarken düşündüğüm tek şey bir uzay gemisinin bir geminin güvertesine iniş yapma olasılığıydı. Anlatılan – gerçek – korsan hikayeleri ve tecrübeleri de korkutucu ve heyecan vericiydi, hatta babamın Sri Lanka yakınlarında bir korsan bölgesinden geçerken annemin eline levye gibi birşey tutuşturup, “İçeri biri girecek olursa düşünmeden bununla kafasına vur” deyip, kamarayı kilitleyip, diğer gemi adamlarıyla birlikte güvertede nöbete çıktığı gecenin ne kadar uzun bir gece olduğunu hala hatırlıyorum. Yine de bazı kaptanların anlattığı mistik hikayeler ve Bermuda Şeytan Üçgeni efsaneleri hep daha ilgi çekici olmuştu. Diğer yanda okyanusun gizemleri ve değişen renkleri başlı başına hayran olunası bir güzellikti; bir çocuk olarak deniz hayvanlarına hep daha meraklı oldum; Kızıldenizde gördüğüm köpekbalıkları, Hint okyanusundaki uçan balıklar, her seyahatimize eşilk eden yunuslar, şaşırtıcı yemyeşil planktonlar ve zorunlu durduğumuz bir kaç seferde tuttuğumuz çeşit çeşit kalamar ve balıklar! Kareli desenli bir balık tutmuştum ve anneme yalvarmıştım “n’olur dondurup Türkiye’ye götürelim, arkadaşlarıma göstereyim..!” diye, ama kokmaya başlayınca atmak zorunda kalmıştık..

Heyecanlı kısımlar bir yana, sadece güvertede gece samanyolunu tüm çıplaklığıyla görmek, beklenmedik hediyelerle dolu sonsuz okyanusu izlemek, o dinmeyen tatlı sallantıda uykuya geçmek ve yastığın altından metrelerce aşağıdaki makine dairesindeki sesleri dinlemek benim için karada olmaktan daha çok “ev” hissi verirdi. Orası benim evimdi, kaptan ve mühendisler akrabalarım, mürettebat da arkadaşlarımdı, ilk aşkım yeşil gözlü, güzel gülüşlü, birlikte oyun oynadığımız 4. kaptandı, ilk okuduğum kelime bile yanımızdan geçen bir başka geminin adıydı “Eee-laaaa-zıığğğ...!!”

İşte bu deniz sevdalısı çocuk büyüdü, ve deniz dolu çocukluğunu geride bırakamadı. Ben şehir hatları vapuruna bile hep heyecanla binerim, hele biraz dalga olsun, şöyle sallasın, o zaman daha da keyiflenirim. Günübirlik tekne turları bile hemencik kanımı kaynatır. Bu tekne gezisini işte biraz da bu yüzden dört gözle bekliyorum. Deniz üzerinde uyumaya ve her fırsatta denize atlamaya hazırım!

Tatil yapanlara, tatil planı yapanlara, tatili yaklaşanlara – iyi tatiller!
Denizin tadını çıkaralım!

Deniz

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Evimizin “Yeni” Kokusu


Elimde alisveris filem ve dirsegime takılı poşetlerle sağ elimi sol omuzumdaki çantama daldırıp anahtarlığımı arıyorum, her zamanki gibi çantanın diplerinde - ve ben olduğum yerde tırtıl gibi kıvranarak ona ulaşmaya çalışıyorum! (Altan şu anda yanımda olsa muzurca gülümser ve bir “yine mi?” bakışı atardı.) Sonra kapıyı aralıyorum ve o çok sevdiğim koku beni karşılıyor, evimizin “yeni” kokusu. Taze döşenmiş seramik, lake cilası, silikon bazlı boya ve hafif talaş karışımı, ılık ve davet edici koku beni yavaşça sarmalarken yüzüme hafif bir gülümseme yerleşiyor – sonunda evimizdeyiz!

Dün yogaya gitmek için taksim metrosunun yoğun trafiği içinden fırlayıp kendimi Kazancı yokuşuna bıraktım; bizim otoparkın yanından geçtim, kasaba- manava bir göz atıp inmeye devam ettim. Naylon süzgeç, tahta kaşık ve maşa aldığım yaşlı amcaya selam verdim, sonra arkamızdaki inşaate bakakaldim, bir ayda 3 kat daha çıkmışlar. Tabi pizza reklamına bakarken basıp ayağımı burktuğum çıkıntıya da bir bakış attım, sonraki 3 hafta alçıda nasil kıvrandığımı, ve inatla yoga yapmaya, yürümeye çalıştığımı, doktorun alçıyı çıkarırken “Naaptın, maratona mı katıldın? Bu kadar paralanır mı bir alçı?!” deyişini hatırladım..Yokuş aşağı yürürken, Ülker sokak’taki 9 aylık maceramız gözlerimin önünden geçiverdi, bu yokuşu her gün kaç kere inip çıkıyordum ve o küçücük, 40mt2’lik ev nasıl da bizim yuvamız oluvermişti. Geçici de olsa, yuva.

Şimdi yerleştiğimiz evimize evlenirken girmekti niyet – ama hayat bu ya, planladığımız gibi olmadı. Edepsiz (ah daha neler derim de..) kiracılarımız, 6 ay kala haber vermemize rağmen çıkmamakta direndiler ve bir de üzerine para istediler. Kiracıyı koruyan kanunları, bazı insanların ne kadar yüzsüz olabileceğini, çevremizde kaç kişinin “dövelim şunları” diyebileceğini (ciddi ciddi), ama ikimizin de inatla hukuksal süreci tercih ettiğini(fazla mı safız?), planların her zaman yolunda gitmediğini, ve bir geçici çözüm bulmamız gerektiğini öğrendik.. Geçici çözüm Ülker sokak’taki evdi, tabir-i caizse küçük bir kutu gibi olan, ve kendi alanı olmasına alışık iki kişinin birlikte biraz sıkışacağı bir yer. Terbiyesiz (ah bu bile az ..!) kiracılarımızla işi çözemeyeceğimizi anlayınca benim de Altan’in da eşyalarımızın ancak 1/3’ü ile tıka basa dolan minik evimize girip, yarı ikinci el, yarı ödünç eşyalarla ortak yaşamımıza adım attık. Tabi ilk aylar biraz zorlanmadık değil; bir tencereye veya ayakkabıya ulaşmanın, gerektiğinde biraz mesafe yaratmanın, yoga yapacak alanı bulmanın, veya mutfağa iki kişi girebilmenin mümkün olmadığı minik evimizde nefes almayı öğrenmek zaman aldı.

Tüm bu sıkışıklık ve sığamama içinde, bu duruma içsel olarak direnmenin ve tepki vermenin anlamsızlığını farkettiğimde duruldu herşey. Oradaydık, o durumun içinde, herşey olması gerektiği gibiydi, bana düşen bunun, akışın, olanın içinde kalmaktı. Ve ev güzelleşmeye başladı, ben eve tüm enerjim ve gayretimle sarıldım, Altan’la birlikte evi şifalandırmak için orada bulunduğumuza inandık ve ev sanki bizi dinliyormuşcasına dengelendi, güzelleşti.. Aşağı kattaki kavgacı komşunun bile sesi kesilmeye başladı. Sabahları eksik olmayan kuş sesleri ve alışılmış bir sıcaklıkla geçti koca kış, ve biz rahatladıkça herşey rahatladı.

Bahara kucak açmadan belli oldu kiracıların çıkacağı, ve bahar boyu yıkım, kırım, tadilat, mobilya derken, yaz başında girdik daha kaç ay böyle “yeni” kokacağını bilmediğimiz evimize. İnsanın yuvasını ince ince yaratmayı, ona emek ve bütçe ayırmayı, gözünün önünde şekillendikçe neşelenmeyi, biraz sahiplenme, biraz adiyet ve güvenle dolu bir sıcaklıkla yerleşmeyi bunca seveceği aklıma gelmezdi. Şimdi bir yaz akşamı, kanepeye yayılıp, Katie Melua eşliğinde birşeyler yudumlamak, ya da mutfakta birlikte yemek hazırlamak, dilediğimizde ayrı köşelerde film ve kitaplara dalmak, alana yayılmak ve eve her girişimde bu kokuya şaşırmak çok hoşuma gidiyor. Uzun ve yorucu bir yolculuğun sonunda limana varmışız gibi hissediyorum. Ve bu evi yavaş yavaş, neşeyle, keyifle, merakla yaşamak, her köşesine bize ait birşeyler yerleştirmek istiyorum.

Küçük evimizi boşaltmak günler aldı, son kolileri de çıkarıp anahtarı teslim edeceğimiz gün dönüp baktık ve eve teşekkür ettik, bize bunca zaman yuva olduğu için. Gözlerimiz nemlendi biraz, garip bir duyguydu, 9 ay için de olsa, orası evimizdi. Hoşçakal dedik ve kapıyı çektik. Artık Kazancı yokuşundan ne zaman insem, daima bir bağ hissedeceğim, biliyorum...

Şimdi bilgisayarımı kapatıp, alışveriş ve banka işleri için dışarı çıkmalıyım, sonra akşam vereceğim derse hazırlık var. Ders sonrası için planlarım kocaman bir karpuz ve light beyaz peynirle salonun bir köşesine yerleşmek - her ne kadar yaz akşamları insan kendini dışarı atmak istiyorsa da, bizim canımız bu ara evde takılmak istiyor!

Keyifli yaz akşamları dilerim!

Deniz
Related Posts with Thumbnails