10 Temmuz 2009 Cuma

Direnç


Dünkü yoğun neme karşın alışveriş ve biriken küçük işler için tüm gün dışarıdaydım, nefes alamıyormuşum hissi ve hafif bir sersemlikle koştururken telefondaki arkadaşım İstanbul’un bir köşesinde yağmur başladığını söylüyordu. “Ah, burada da yağsa da rahatlasak!” dedikten 15 dakika kadar sonra kendimi annemin evine attım ve dışarıda yavaş ama durmayan bir yağmur başladı; ancak serinleten, rahatlatan gümbür gümbür bir yağmur değil de, çiseleyen ve yavaşlayan ve ardından yerden buharlaşıp daha da nemli bir havaya çanak tutan cinsten..! Sonrasında klimalı alışveriş merkezi ve klimalı ev ortamlarını tercih ederek kendimi bu nemden ve sıcaktan azat ettim. Ama bütün yaz böyle nasıl yaşayacağız onu bilemedim!

18. yüzyıl ortalarında Benjamin Franklin ve John Hadley’in buharlaşma prensibini incelemeleriyle başlamış yolculuk, buharlaşmanın bir objeyi hızlı bir şekilde soğuttuğunu gözlemlemişler. 19. yüzyıl başlarında Faraday sıkıştırılmış likid amonyağın buharlaşmasına izin verildiğinde etrafındaki havayı soğuttuğunu gözlemlemiş. Aynı yüzyılın ortalarında, bir hekim olan John Gorrie hastalarına rahatlık sağlamak için kompresör ile buz elde etmiş ve bununla havayı soğutmuş; daha sonra bu prensipten yola çıkarak şehirleri soğutabilecek merkezi soğutma sistemleri tasarlamış, patentini de almış, ama sponsorunun ölmesi ve başka şüpheli olaylardan sonra, Gorrie yoksullaşmış, ve ölümünden sonra da da iklimlendirme fikri 50 yıl boyunca tarihe karışmış. Ilk klima 1902’de Willis Carrier tarafından icat edilmiş, ve hem ısı hem de nemi kontrol edebilen bu icadın amacı kişisel konfor değil, endüstriyel hatlarda soğutma sağlamakmış. Sonradan ev ve otomobillere de uygulanmaya başlayan sistemin satışlarında 1950 sonrasında çarpıcı bir artış yaşanmış. Şimdi, günümüz İstanbul’unda, Temmuz’un 10’unda, saat 10 olmadan klimayı açıyor olmak ise düşündürücü ama rahatlatıcı. Çünkü İstanbul sıcak olmanın ötesinde dev bir nem havuzuna dönüşmüş durumda!

Herşeye bulaşıyor bu hava, basık ve yorucu geliyor; insanlar miskinleşiyor, yavaşlıyor, kimse dışarı çıkmak istemiyor. Konfora alıştığımız için mi, yoksa gerçekten küresel iklim değişiklikleri sonucu her sene daha mı zorlaşıyor yaz mevsimi, bilmiyorum. Ama bendeki bir etkisi çok canımı sıkıyor ve bunu yok sayamıyorum. Bünyem, kalıplarım, ya da tamamen zihinsel yanılsamam, bilmiyorum, ama ben bu nem ve sıcakta yoga yapmak istemiyorum. Ya sabah erken, Altan çıktıktan hemen sonra seriyorum matımı, ya da aksam biraz serinleyince; bu konforcu tavrımdan yarı utana yarı sıkıla, hafifçe nemini aldığım odada yapıyorum günlük pratiğimi. Haziran’la birlikte akşam 6 derslerinde bile terden sırılsıklam olan ben, Hot Yoga derslerini denemiyorum bile, ve ne kadar harika geçtiğini anlatanları dinliyorum biraz özenerek, biraz utanarak. Yoganın doğduğu ülke ve sıcak iklimini düşünüyorum. Sonra da dünyanın dört bir yanında her iklimde yoga yapan binlerce insanı.. “Herşey herkes için değil ki..!” diyorum, belki de serin saatlerde yoga bana daha uygun. Ama elimde olmadan hikayeler, yargılar oluşuveriyor, “Gerçek bir yogi her koşulda yapar yogasını”diyor bir ses, bense duymamış gibi yapıyorum o sesi. İşime gelmiyor. Yoga bütün kalıp ve tavırlarımızı çok yakından görmemizi sağlıyor, hatta o kadar yakından ki, görmemiş gibi yapamıyoruz, bir de üstüne onlarla uzun uzun oturup kalıyoruz. Ben de oturup kalıyorum bu direncimle her seferinde, belki bir ömür oturacağımı bilerek.

Aklımda bir tek şey var, bir an önce sonbahar gelsin! Yakamı çekiştirip örterek ineyim yokuştan, rüzgar boynuma dokunsun, saçlarım uçuşsun.. Montumu, pantalonumu çıkarıp, hafif burnumu çekerek gireyim derse, sabah dersinde biraz ürpersin tenim, hala serin olsun ellerim, yağmurun camlara vuruşunu duyarken meditasyon oturusunda üşümemek için battaniyeye sarınıp oturayim, ve ilk birkaç tur güneşe selamla zar zor ısınmaya başlayayım... Ve hatta kış olsun, yoga ateşiyle uyansın bedenim, şavasana sonrası dinlenmiş bedenimi peştemala sarıp, kendimi saunaya atayım, sıcak iyice işlesin içime, açılsın gözeneklerim. Sokağa çıktığımda, iklime rağmen o yoga ateşi yanmaya devam etsin içimde.. Ama yok, daha upuzun yaz var önümde, bakalım bu direnç hangi köşesinden çatlayacak, ya da belki hiç kırılmayacak? Stüdyodayken terleyerek, evimdeyken biraz daha ferah, öyle ve böyle yogaya devam edeceğim.

Direncim ve sonbahar özlemim köşede dursun, ben küçük odanın halısını rulo yapıp, matımı sereyim. Bir ideal yaratıp onun hayalini kurduğum bir şimdi yerine, şimdi, yine burada matın üzerinde hissettiklerimle, yaşam boyu her an hissettiklerimle kalmayı deneyeyim.

Bugün Godfrey’in vinyasa dolu dersinden ilhamla akıp durmak istiyorum, nefes aksın, hareket aksın, tabi daha geç olmadan; sonra hazırlanacak bir bavul ve bir iki banka işi var!

Hepinize (klimalı ya da klimasız) rahat akan nefesler diliyorum,
Büyük mühendis/mucit Willis Carrier’i şükranla anıyorum!

Sevgiyle kalın,
Deniz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with Thumbnails