7 Temmuz 2009 Salı

bebekler, kahramanlar, deniz üstü tatil...


Dolu dolu bir Cuma ve haftasonu geçti; kuzenim Hande ve onun ufaklıkları gördüm, İTÜ ekiple evde çatlayana kadar kahvaltı yaptık, ev için alışverişin yanı sıra Altan’a da yaklaşan tatil için mayo vb baktık, Ice Age 3’ü 3 boyutlu seyrettik, evde tembellik yaptık, annemlerle zaman geçirdik, Neil Gaiman’in The Eternals çizgi romanını bitirirken Atlas Vazgeçti 1. kitabı yarıladım, ilk barbunyamı pişirdim, üç günlük yoga molamda olduğum için de restoratif bir iki uzanma dışında yoganın kenarından geçmedim. Bu arada çevremdeki herkesten yeni kararlar, manevralar ve değişimlerine dair yepyeni haberler almaya devam ettim. Taşınanlar, şehir değiştirenler, iş değiştirenler, istifa edenler, hamile kalanlar.. yaz tüm temposuyla devam ediyor!

Hande’nin oğlu ve kızını görmek için Bebek parkına vardığımızda, kendimi parkın ortasındaki bebek ve çocuklar için çitlerle ayrılmış oyun parkının içinde buluverdim. Hep elimde dondurmam veya Susam’dan aldığım sandviçimle yanından geçip gittiğim çitli bölmeye dışarıdan bakmak pek keyiflidir; oynayan, hoplayan, sallanan, kayan, kimi kum havuzunda, kimi koşturarak gülücükler, ve bazen de ağıtlar saçan onlarca bebek ve peşlerinde anneler, anneanneler ve bakıcılar ordusu. Bu defa – ilk defa – çitlerin içine girince o uzayın kendine has bir havası, kuralları, duygusu olduğunu yakından gördüm. Onlarca sevimli ve bazısı haylaz bebeğin ani hareketlerini, kaydırakta itişmelerini, keşif ve heyecanla koskoca oyun parkının her köşesine girip çıkışlarını izlemek zevkliydi; ama sonra dikkatim annelere kaydı. Annelerin o birbiriyle çok benzer, koruyucu, izleyici, destek verici hallerini, sıkılsalar da bunalsalar da bebekleri için sanki hiç yorulmadan orada olmaya devam edişlerini, neredeyse insan üstü sabır ve güçle saatlerce bebek merkezli evrenlerinde yörüngelerine yerleşip, büyük bir tutkuyla dönüşlerini izledim. Anneliğin kadın organizmasındaki otomatik bir program olduğuna, ve anne olan kadında otomatik olarak devreye girdiğine, kontrol dışı çalıştığına, ve gerçek/sanal bir çok başka kontrol mekanizmasını da dönüştürdüğüne ya da safdışı bıraktığına inanmak dışında birseçeneğim yok. Buradan bakarken, bu adanmışlığı ve derin hizmet duygusunu izlerken de, bir bebek dünyaya getirme fikrini ötelemekten kendimi alıkoyamıyorum. İki yıl sonra, diyorum, en fazla üç yıl, eğer hazırsak ve herşey yolunda giderse.. Bebeklerin o limitsiz, öğretilmemiş, el değmemiş oluşlarını izlerken duyduğum neşe ve huzura rağmen, bir bebeğim olması için daha hazır olmadığımı net bir şekilde biliyorum. Daha o kişisel denge de, o gönülden istek de yok bende. Bu büyük yolculuk için henüz hazır değilim, ve bu yolculuğun vakti, şekli, akışına dair her kadının hikayesi de bir diğerinden çok farklı. Bedenin, ailenin, doğduğumuz ülkenin ve koşullarımızın farklılığı gibi, anne olmaya dair his ve beklentilerimiz de çok farklı birbirimizden. Ve böyle güzeliz her birimiz.

Bebek yapmak bir yana, daha çok küçük hissettiğim zamanlar oluyor kendimi. Kuzenimle konuşurken “Otuz olmak üzereyiz” dedi. Sanırım “otuz”a etiketlenen anlam ve yükler her neyse, bende yok onlar; 30, 35, 40... eee? Bu sayılar o kadar çok şey ifade etmiyor bana. Ne yaşadığım, nasıl yaşadığım, farkındalığım, açıklığım, bedenime nasıl baktığım ve zihinsel-bedensel dengem, duruşum, hissim daha önemli geliyor yaşadığım yıllardan. Yıllar çoğu zaman bir ölçüt değil ki bir yargı koymaya. Yıllarca karşı koyduğun fikri bir gecede benimseyebilirsin, bir aydır tanıdığın insan on yıldır tanıdığından daha yakın oluverir, 40 yaşında herhangi bir 25’ten daha güçlü ve dinç bir bedenin olabilir; yaşla, yılla, sayıyla değil, tavır ve tutumla ilgili değil mi nasıl yaşadığımız. 60’lı yaşlarında ve yeniye açık insanlar tanıyorum, ve 20’li yaşlarında kaskatı, inatçı.. esnekliğin de ilgisi yok yaşla, açıklığın da.. Ben inanmıyorum zamana.

Bahsettiğim çizgi romanlar; buna önyargılı olduğum günler bir anda geride kaldı - yani çizgi romanları fazla kolay, tembel işi veya çocukça bulduğum günler. Altan’ın Gerekli Şeyler’den aldığı orjinal, kalın, hikaye ve kurgusu zekice tasarlanmış, çizimleri heyecan veren çizgi romanlara, Marvel’in dünyasına adım atalı en fazla bir hafta oldu, ama bu dünyanın kendi tarihi, kültürü ve derin zekasına hayran kalıverdim. Bunca zaman ağır ve kalın kitaplar okumanın bir nevi kibiriyle mi hafife almışım bilmem, ama hep biraz yukarıdan bakardım çizgi roman okuyanlara. Şimdi utandım bu yaklaşımımdan, çünkü orada bambaşka bir dünya dururmuş; tıpkı Tolkien’ın orta dünyası gibi, süper kahramanların ve ölümsüzlerin de kendi dünyası varmış, bir tarihi, bir hikayesi, bir örgüsü... Altan’ın arşivinden seçtiğim parçalar bende çizgi romanın da kendi akım ve gelişim süreçleri olan bir sanat olduğu farkındalığını uyandırdı. Benim gibi hayal gücü pompası bir çocukluk geçirdiyseniz; uzay, uzaylılar, insanüstü yetenekler, ölümsüzler ve yarı-tanrılara dair hikayeler ve mitoloji ilginizi çektiyse, açık olup birkaç iyi çizgi roman örneği incelemenizde fayda var. Dün gece Inhumans’ı araladım, The Eternals kadar çarpmadı ama yine de merak uyandırıyor. Şimdi merak içindeyim, bakalım nasıl gelişecek? Belki kalın kitaplarımın yanında bir çizgi roman da yerleştiririm tatil çantama!

Tatil kısmına gelince, Küçükkuyu- Sazlı istikametine yaptığımız tatil planlarımızı iptal ettik, çünkü bir arkadaşımız aynı haftaya ayarladıkları Datça çıkışlı teknede iki kişilik yer olduğu haberini verdi ve yüce eşzamanlılığın önünde eğilerek yarım saat geçmeden millerle uçak biletlerimizi ayırtmış, bütçemizi kontrol etmiş, inceden gülümseyerek ikimiz de aynı tercihte bulunmuştuk – tekne tatili!!! Ertesi gün biletleri satın aldık, Küçükkuyu rezervasyonumuzu iptal ettik (Altan araba kullanmayacağı için ne kadar mutlu!) ve Çanakkale- Assos- Behramkale gezimizi bir başka bilinmeyen vakte erteleyip, teknede uyumanın hayalini kurmaya başladık. Deniz üstünde uyumak benim için bir keyif olmanın ötesinde, özlemle hatırladığım çocukluk günlerime dokunuyor. Çünkü babamın esas mesleği denizcilik, ve belki de tüm gönlüyle ait olduğu dünya denizler; ben o denizler üzerinde olmuşum, ve ilk Amerika seferimi de ilk yaşımda yapmışım. Hatırlayabildiğim pek çok anım, ve bir de babamlardan dinlediğim anılarım var. On yaşıma kadar, babamı hep kısa süreler gördüğüm ve uzun aylar boyunca uzak kaldığımız – ve kişiliğimde, ilişkimizde derin etkisi olan - bir süreç var. Bunun istisnası olan zamanlar da, Deniz Nakliyat’ın belli seviyedeki gemi adamlarına senede bir sefere aileyle birlikte çıkabilme izni vermesiyle mümkün olurdu, ve o bir seferde ben de gemide olurdum.

Gemide olmak benim için hep çok büyülüydü. Sadece koskocaman makine dairesi, dev pistonlarıyla, kontrol odasının ışıklarıyla, ve korkuluklara dahi el değdirmeyen sıcağıyla benim için bir düş dünyası gibiydi. Makinelerin büyüklüğü, hareketi, havadaki yağ ve fuel oil kokusu, sürekli bakım ve işletim takibinde mühendisler, yağcılar ve silicilerle makine dairesi mekanik bir dev gibiydi. En ufak bir arızada, gecenin bir yarısı babamın koşarak odadan çıktığını ve sabaha karşı kararmış tulumuyla odaya gelip Vim’le ellerindeki yağı çıkardığını hatırlarım. Okyanusu geçerken değişen saat dilimlerinde bir türlü uyuyamayan bir çocuk olduğumu, ve babamın bilim-teknik dergilerini bitirdikten sonra bilim kurgu serisi kitaplarına giriştiğimi. Okuduğum ilk bilim kurgu kitap “Dünyanın Sonuna Doğru” idi, yani H.G. Wells’in “War of the Worlds” kitabının Türkçesi. Hemen ardından “Mars’tan gelen Ölüm”, “İstilacılar” gibi pek çok kitabı devirip, belki de Jules Verne’den hardcore bilim kurguya biraz hızlı ve erken bir geçiş yapmıştım. Erken okumaya başlamış bir çocuk olarak 4-6 yaş arasında babamın bütün bilim kurgu kitaplarını elden geçirmiştim, ve lumbuzdan dışarı bakarken düşündüğüm tek şey bir uzay gemisinin bir geminin güvertesine iniş yapma olasılığıydı. Anlatılan – gerçek – korsan hikayeleri ve tecrübeleri de korkutucu ve heyecan vericiydi, hatta babamın Sri Lanka yakınlarında bir korsan bölgesinden geçerken annemin eline levye gibi birşey tutuşturup, “İçeri biri girecek olursa düşünmeden bununla kafasına vur” deyip, kamarayı kilitleyip, diğer gemi adamlarıyla birlikte güvertede nöbete çıktığı gecenin ne kadar uzun bir gece olduğunu hala hatırlıyorum. Yine de bazı kaptanların anlattığı mistik hikayeler ve Bermuda Şeytan Üçgeni efsaneleri hep daha ilgi çekici olmuştu. Diğer yanda okyanusun gizemleri ve değişen renkleri başlı başına hayran olunası bir güzellikti; bir çocuk olarak deniz hayvanlarına hep daha meraklı oldum; Kızıldenizde gördüğüm köpekbalıkları, Hint okyanusundaki uçan balıklar, her seyahatimize eşilk eden yunuslar, şaşırtıcı yemyeşil planktonlar ve zorunlu durduğumuz bir kaç seferde tuttuğumuz çeşit çeşit kalamar ve balıklar! Kareli desenli bir balık tutmuştum ve anneme yalvarmıştım “n’olur dondurup Türkiye’ye götürelim, arkadaşlarıma göstereyim..!” diye, ama kokmaya başlayınca atmak zorunda kalmıştık..

Heyecanlı kısımlar bir yana, sadece güvertede gece samanyolunu tüm çıplaklığıyla görmek, beklenmedik hediyelerle dolu sonsuz okyanusu izlemek, o dinmeyen tatlı sallantıda uykuya geçmek ve yastığın altından metrelerce aşağıdaki makine dairesindeki sesleri dinlemek benim için karada olmaktan daha çok “ev” hissi verirdi. Orası benim evimdi, kaptan ve mühendisler akrabalarım, mürettebat da arkadaşlarımdı, ilk aşkım yeşil gözlü, güzel gülüşlü, birlikte oyun oynadığımız 4. kaptandı, ilk okuduğum kelime bile yanımızdan geçen bir başka geminin adıydı “Eee-laaaa-zıığğğ...!!”

İşte bu deniz sevdalısı çocuk büyüdü, ve deniz dolu çocukluğunu geride bırakamadı. Ben şehir hatları vapuruna bile hep heyecanla binerim, hele biraz dalga olsun, şöyle sallasın, o zaman daha da keyiflenirim. Günübirlik tekne turları bile hemencik kanımı kaynatır. Bu tekne gezisini işte biraz da bu yüzden dört gözle bekliyorum. Deniz üzerinde uyumaya ve her fırsatta denize atlamaya hazırım!

Tatil yapanlara, tatil planı yapanlara, tatili yaklaşanlara – iyi tatiller!
Denizin tadını çıkaralım!

Deniz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with Thumbnails