20 Temmuz 2009 Pazartesi

Alerji üstü yorgunluk


Bol yoğurt ye, yoğurt bedeni temizler, birikmiş zehiri, toksini bedenden atar derler - en azından annem öyle der. Ben de evi ve kendimi biraz toparlayınca, çektim önüme altın kaymaklıyı, doyasıya arınıyorum. Zaten içimden başka birşey yemek, ya da içmek gelmiyor. Bugün görüşüm kendine gelmeye başladı, dünyanın sallantısı da durmak üzere; yine de tansiyonum ara ara oynuyor farkındayım. Hala yer ayaklarımın altından kayar gibi, merdivenlerden tutunarak iniyorum; akşamki dersimi iptal ettim, kızların anlayışına müteşekkirim. Yoga dersi yapacak halim olması bir hayal, iki ayağım üzerinde dengede duramıyorum. Neden duramıyorum, çünkü şimdi dinlenme ve arınma zamanı, beden her zaman kendisi için en iyi olanı bilir, ve bana bugün de dinlen diyor.

Bana çarpan şey tam olarak neydi bilmiyorum; hangi ağacın poleni, ya da canlının tozundan, güneşin dokunuşundan ya da denizin tuzundan etkilendiysem, 6 yıldan sonra ilk defa böyle güçlü bir alerji yaşadım. Beni tanıyanlar alerjik maceralarımı bilirler; senelerce testler, ilaçlarla geçen alerjik bronşitli ve saman nezleli çocukluğumdan sonra, önce yoğun bir alternatif terapiler sürecinde mücadele ettim alerjilerimle, sonra alerjinin anlamını, ve kendi bünyemi anlamaya başladım. Normalde bedeni koruyan bağışıklık sistemi, alerjik insanda, zararlı olmayan bazı madde ve dış etkenlere karşı da aşırı tepki veriyor, zaten alerjik reaksiyonlara aşırı duyarlılık reaksiyonu da deniyor. Yani olmayan bir düşmanla savaşıyor beden, aslında zararı olmayacak bir maddeyi zararlı kabul ediyor ve ona tepki verirken esas kendi için yaşamı güçleştiriyor. Ruediger Dahlke’nin “Hastalık İyileşmeye Giden Yoldur” kitabını okuduktan sonra, alerjinin hangi bastırılmış tepkilerin bedendeki yansıması olabileceğine dair farklı bir bakış açısını tanıma fırsatım olmuştu. Bu noktada gizli savunmacılığım ve bastırılmış saldırganlığıma dair derin bir öz gözlemlemeye girişmiştim. Devamında çeşitli terapiler denedim. İlk başta Reiki’den EFT’ye en yakın ve sakin çalışmalarla başlayıp, alerjilerimi rahatlatmak için çeşitli afirmasyon ve bilinçaltı tekniklere başvurduğum zamanlar geride kaldı; kimi çok işe yaradı, aniden rahatladım, bir iki yılı bahar nezlesi olmadan geçirdim, bir seansta kedi alerjimden kurtuldum.Ama kimi çalışma da hiç işe yaramadı; ya ben hazır değildim, ya da hiç hazır olmayacaktım, çünkü bazı şeyler geçici değildi.. Sonra “onlar seni bırakmıyor çünkü sen onları bırakmıyorsun” dediğinde çok sevdiğim bir arkadaşım, ben bıraktım alerjilerimle uğraşmayı. Onlar da benden uzak kaldı şaşırtıcı biçimde. Zaman geçti üzerinden; okumaya, düşünmeye, dönüşmeye devam ettim. Sonra, eğer varsa da alerjilerim, bunlar da “ben”im dedim. Her ne kadar elimizdeki metodlarla dokunsak ve şifayı davet etsek de, kimi durumların ilahi değişmezliği, kaçınılmazlığı, öyle “oluşu” karşısında yapacak çok birşey de yok aslında. İşte tüm bu yolculuktan sonra, fasa fiso alerjiler devam ederken unutmuşum gitmiş ne kadar zor olabileceğini. Bitti, geride kaldı sanmışım, oysa yaşam sürekli akan bir değişim değil mi..?

Tatilin 4. gününde yüzüm kızarıp tanıdık bir paternde şişmeye, yanaklarımda toplanan ödemle sızım sızım sızlamaya başlayınca yüzyüze geldim bünyemle yine. Bir yandan “Herşey olması gerektiği gibi, ve bu oluyorsa, ancak böyle olabilirdi zaten, elinden geleni yap ve durumu kimse için çok sıkıcı hale getirmeden, içinde bulunduğun güzelliğin tadını çıkarmaya odaklan” derken, öbür yandan bas bas bağıran bir “Neden?” fışkırıyordu içimden. “Neden şimdi, neden tekrar, neden bunca aradan sonra?”. Eski düşünme biçimimin saklı kalıntıları ortaya çıkıp tüm sorumluluğu üstlenmek ve “Bunu tabi ki ben yaptım, neden yaptım?” demek istediğinde direnmeyi bırakıp uzun uzun dinledim bunu. Ve ardından gözlerimi kapayıp, ellerimi tekneye bırakıp, tatlı sallantıda denizi, dalgayı, böcekleri, rüzgarı, çevremdeki tüm hareketi ve olanı dinler halde kaldım. Oturdum, bir teknede, sağ ve sol oturma kemiklerim arasında hiç bir denge yokken, içimden bir anda herşeye bağırmak, isyan etmek gelirken, hayran olduğum roman kahramanlarının gücüne ve sağlığına öykünürken, o çok sevdiğim bedenime nefret ederek kortizonu alırken, gözlerimi kapatıp dinledim. Her ne söylüyorsa yaşam, ve her bir hücrem, ben olan ve ben olduğunu küçük zihnimle anlayamadığım herşey. Sadece dinledim. Sabaha karşı günün ilk ışıklarıyla uyanırken, açık havada uyumanın rehavetini savurup oturdum daha sessizinde günün. Arıları, ağaçların hışırtısını, keçilerin ve kuşların seslerini dinledim, kalbimin gereğinden hızlı atan sesini, yanaklarımdaki kılcal damarların ritmini, içimin, hala kendine kızmaya hazır sesini. Dinledim. Tüm sesler birleşti, yatıştı sonra. Teslim oldum, olana, ya da teslim olma hali geldi değdi bana. Yanağıma bir öpücük kondurdu, en şiş noktasından, ve ‘bırak’tım oluruna.

Gelip geçen duygusal gelgitlere ve sabah akşam iğne olmak için kıyıya çıkmamıza rağmen tatil keyfimizi bozmamak için rahat kalmayı aradım, Altan’ın kavrayıcı ve rahatlatıcı varlığı, dört bir yandan gelen yoğun enerji desteği ve teknedeki süper ekibin de muhabbetiyle neşe ve hafiflik benimle kaldı. Kocaman şapkamın altından Okey oynarken, büyük bir titizlikle yüzüm gölgede Dagny Taggart’ın hikayesinde ikinci tur sürüklenirken, herkesin spontane resimlerini çekerken, dikkatimi yaşadığım acıya değil de o anki keyife yatırdım. Sürekli şapka, gözlük ve yoğurt kıvamında kremle gezerken, bir sağdan bir soldan enjeksiyonları yerken, yüzümü herşeyden koruyup inatla dupduru denize girmeye devam ettim.. çevredeki tatlı su kaynaklarının etkisiyle iyice soğuyan ve tuzu seyrelen sularda, gözlüksüz dibi görebilmenin zevkiyle süzülüp “hasta olmak” kalıbını bir nevi yoksaydım. Biraz fazla güç sarfetmiş olmalıyım, zira alerji, kortizon, ilaçlar, yolculuk derken, İstanbul’a dönünce 1. evlilik yıldönümümüzün büyük kısmını yarı uykuda geçirdim.

Bugün ilaçsız 2. gün, bedenim hala yorgun ve dengesiz. Yormadan, zorlamadan, bol suya girip çıkıp evin düzenini toparlıyorum, biriken e-mailler ve ufak işlere bakıyorum. Biraz yoğurt, biraz bal, bol su ve meyveyle geçiyor gün. Ayaklarımı uzatıyorum, “ben” dediğim herşeye bakıyorum, bedenime bakıyorum, bedenimi hissediyorum, benden ne istediğini dinliyor ve ona hakettiği yatışmayı sunuyorum. Küçük işler döngümü toparladıkça bilgisayarın başına geçip yazacağım, Furkaan’ı, Dimitri’yi, Cassiopeia’yı ve ay doğarken ortalama bir şarabın bile şarkı söyletebileceği narinlikteki Hurmalı koyunu..

Sevgiyle ve sağlıkla kalın!
Deniz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with Thumbnails