27 Temmuz 2009 Pazartesi

Teknede

Fırsatını bulan her insan en az bir defa tekne tatili yapmalı. Bu tatilde karaya gerekmedikçe çıkmaması ve küçük, sessiz koylarda açık havada uyuyup, günün ilk ışıklarıyla doğal uyanması tavsiye edilir. Bir de referanslı bir kaptanla yola çıkması ve rota hakkında biraz fikri olması. Bizim rotamız Turgut’tan Datça’ya kadarki girintili çıkıntılı şerit üzerindeki şaşırtıcı berraklıkta su, el değmemiş doğa, keçi sesleri ve bal arılarıyla bezeli koylardı. Ekip eğlenceli ve uyumlu, kaptanlar deneyimli ve tertemiz insanlar olunca, ne fırtınalı akşam, ne arı sokmuş ayaklar ne de benim gergin yanaklarım bozabilirdi keyfimizi. Bir 7 gün böylece geçiverdi...

Minik deniz gözlüklerimle sakin sakin yüzerken 4-5 metrede bile berrak olan olan suyun tadını çıkarıyorum; çok balık yok, birkaç karagöz var dipte, ben de onlar kadar yavaş ve sabah mahmuruyum. Bir anda tanıdık bir sesle harekete geçiyor bedenim, pavlovun köpeği gibi tekneye yöneliyorum; Nazif kaptan çanı çalıyor, yani kahvaltı hazır! Sudan sıyrılıyor bedenim, sabah güneşi tenimde; hızlı bir duş alıp, az güneşli bir köşeye yerleşiyorum. Kıpkırmızı domates dilimlerini tabağıma dizip, üzerine bolca kekikli zeytinyağı döküyorum. Sofra hemen doluyor, kahvaltılıkların üzerinde ellerimiz ve kadar hızlı dolaşıyor arılar da. Biraz arı kovalayarak, biraz önceki geceden konuşarak dalıyoruz en keyifli öğüne. Doğal kekik balını bulunca, kimse hazır bala, reçele pek tezahürat yapmıyor tabi. Yine de Nutella çabucak yarılanıyor, bazı şeyleri geride bırakamıyor insan. Kahvaltı bitince, hemen dağılıyoruz; biri denize, biri güneşe, bir diğeri birikmiş gazetelere. Hepimiz, hiç bitmeyecekmiş gibi hissediyoruz, ama aslında gizli gizli gün sayıyoruz.

Tekneye binmeden yaptığımız büyük alışverişin üzerine, bir defa Bozburun’da, bir defa Aktur’da pazar ve market alışverişi yapıyoruz. Bozburun harika bir sahil kasabası; havası, suyu, insanı iç açıyor. Özgün, sakin, canayakın bir yer; arsa fiyatları ne kadar merak ediyoruz. Balıkçılığı, gulet imalatı ve 1972’de bulunmuş Bozburun batığıyla ünlü. Ama benim aklımda en çok kalan, öğle sıcağında uzun bir yürüyüşle varıp, elimiz kolumuz dolu döndüğümüz pazarı, dondurma yiyip yürüdüğümüz limanı, bir de denemek için alıp şarabın yanında bünyeye kattığımız kelle peyniri, keçi sütünden.

Bozburun’dan sonra Datça’da karaya çıkmak pek keyif vermiyor, tabi tam o sırada patlayan alerjik durum için sağlık ocağı bana tam zamanında geliyor. Akturun denizi ise muhteşem, yüzdüğüm en duru ve serin sulardan. Geniş bir sahil, pırıl pırıl deniz. Altan’la sağlık ocağı ve eczane arasında mekik dokurken, geniş bisiklet yolları, kumsal ve çocuk oyun alanlarına bakıyoruz, sanki herşey genişlik ve ferahlık üzerine kurulu bu dev sitede. Neredeyse herkeste bir bisiklet, pek çok kişide minik motosiklet var. Aktur Eczanesi dolup taşıyor, ayağına kıymık batan, güneş yanığı olan, sıcaktan tansiyonu düşen kendini eczaneye atıyor; kalabalığın arasından sıyrılıp arkadaki odada ilk defa ayakta iğne yiyorum, şaşırtıcı biçimde az acıyor. Binbir teşekkür, ve sonra teknedeyiz. Öğlen yemeği ve serin sular..

Süleyman kaptan salataları, zeytinyağlıları, pilavları pişirirken, kayınpederi Nazif kaptan mangalı üstleniyor. Sofra yemek kadar sohbetle de dolup taşıyor. Masada baskın içki rakı, ama ben beceremiyorum şu rakıyı; hep uyku bastırıyor rakı içince, hiç alışık değilim. O yüzden bir gece haricinde kadehimde hep kırmızı şarap. Yemek sonrası bir grup sofrada devam ederken birkaçımız teknenin önüne geçiyoruz; her türlü ışık kaynağından uzakta, ay doğarken denizin ışıltısını, samanyolunun bizi kucaklayan anaç kollarını, ufuktan bize bakan Büyük Ayıyı, baş döndüren kuzey haçını ve sürgündeki Cassiopeia’yı izliyoruz. Denizde, kadehte, sallantıyla rahatlamış bedenler kendini bırakınca, zihinler de gökkubbenin gizemine gömülüyor. Her birimiz başka bir yerinden yaşıyoruz geceyi; ama ortak bir huşu var göğün sonsuzluğu karşısında. Buradayız, sırtımız sahile dönük, yüzümüz açık denize bakıyor, iki yanımızda tepeler uzanıyor, arada bir inceden bir su sesi tekneye dokunan minik dalgaları hatırlatıyor. Buradayız, küçücük bir teknede küçük varlıklar, başımızın üzerinde açılan sonsuz boşluğa dalıp, biraz tevazu, biraz büyülenmişlikle bakıyoruz o büyüklüğe, yarı Hayyam cümleler dökülüyor dudaklarımızdan.. Gece ilerleyip de uyku ağır bastığında, kamaradan getirdiğimiz yastık ve pikelerimizle, seriliyoruz güverteye, sünger şezlonglar üzerine. Deniz üstü hafif sallantıda, varoluşun sessiz beşiğinde uzanır gibi, derin ve ılık uykuya teslim oluyoruz.

Sabah güneşinden önce uyanan arıları tek elle kovalayıp, uykunun en tatlı yerinden devam etme çabasında bir sabah; keçi sesleriyle çınlayan sahil, soğuk su kaynaklarından seyrelmiş ve serinlemiş deniz. Arı vızıltıları sabrımızı sınarken, birer ikişer teslim oluyoruz, kimi denize, kimi kamaraya. Kahvaltı ve deniz sefasından sonra, akşamüstü bir sürpriz getiriyor Süleyman kaptan. “Arıları gördüm” diyor, karaya çıkmış ve aramış, doğal bir arı kovanı bulmuş, kovandan aldığı petek ve balı tencereye doldurup bize getirmiş. Denizden çıkan, tencerenin başına üşüşüyor, hayatımızın belki de ilk organik balını yiyoruz. Anlatıyor kaptan, öğreniyoruz, arıcılıkta organik bal olamazmış; arıları muhakkak arı kenesine karşı ilaçlamak gerekirmiş, aksi takdirde hastalıktan kırılırlarmış. Tabi ilaçlama yapıyorsan da o bala organik diyemezmişsin. Ancak böyle, doğada bulunca, organik bal yiyebilirmişiz. Neredeyse on parmakla kavradığımız petekleri, balı sarhoşluk içinde yiyoruz; hakikaten bir fark var balda, o kadar balı normalde yesek genzimiz yanar, şekerinden bayılırız. Oysa yiyoruz ve ne tadından ne de keskinliğinden rahatsızız. Müthiş balın enerjisiyle olacak, yeniden uzun uzun yüzüyoruz. Herhalde bir daha bu kadar otantik birşeyle karşılaşmayız!

Selimiye’nin ve yakınındaki koyların denizi de muhteşem, ilk birkaç günkü fırtınada kalkan kumla berraklığı biraz azalmış da olsa. Yine de biraz diriltici serinliği ve göreceli daha az tuzuyla, bu tekne turunda beni en etkileyen koylar Dimitri ve Hurmalı oldu. 7-8 metre derinlikte bile gözlüksüz dibi görebildiğim, yüzerken tuzdan yüzümü yakmayan, ve girdiğimde tüm sistemlerimi uyandıran bu muhteşem denizlere yine gidesim var. Suların türkuvazında herşeyi unutup, koyların sessizliğini dinleyerek, o an orada olmanın katıksız keyfini çıkarmaya..

Teknenin adı Furkaan’dı, Süleyman kaptan ve yakınları tekneyi kendileri yapmışlar; zaten Orhaniye, Turgut, Bozburun, bu yörelerin başlıca uzmanlığı tekne yapımıymış. İçtenlikleri ve hizmetleriyle bu 7 günü bizim için unutulmaz kıldılar. Seneye bu seyahati yinelemek dileğindeyiz, 1 hafta da olabilir 3-4 gün de. Eğer Marmaris-Datça taraflarında böyle bir mavi tur hayaliniz varsa, iletişim bilgilerini vermek isterim: Süleyman Şener, furkaan-yachting@hotmail.com, 537 982 91 72.

Tatiliniz mavi, neşeniz bol, kadehiniz dolu olsun;
Sevgiyle kalın!
Deniz

2 yorum:

  1. Deniz,ellerine sağlık; sayende tekrar tatildeymişim gibi hissettim. O hiç bitmeyecek gibi gözüken 7 gün ne çabukta geçti hiç anlamadım.

    YanıtlaSil
  2. sıradan okuyorum :) guzel tatil olmus belli. darısı bize bakalım.

    YanıtlaSil

Related Posts with Thumbnails