28 Temmuz 2010 Çarşamba

dostlar

Önceki gecelere kıyasla bir nebze daha serin geçen şekerli uykunun kucağından, bir bayram sabahı neşesiyle kalkıverdim bu sabah. Akşam yediğim bol rokalı salata ve sadece bir kadeh sauvignon blanc eşliğinde tatlı sohbet iyi geldi anlaşılan. Cenap’ın İtalya’dan gelmesi şerefine toplanmamıza rağmen, ancak ders sonrası yetişen ben Cenap ve ailesini sadece 25 dakika görebildim. Ardından, her birimiz bir önceki görüşmeden bugüne olup bitenleri, duygu hallerini, işleri, hayatı, hayalleri konuştuk hafif esintiye bırakıp tenimizi. Hala küçülmeye niyeti olmayan ay platin parıltısıyla tepemizde asılı dururken, Bilkan’ın 24 haftalık göbeğini izledim uzun uzun, nasıl da uyumlu, kendinden emin, sevgi dolu bir anne adayı olduğunu görmek, doğuma hazırlanırken egzersizlerini hiç aksatmadığını duymak harikaydı. Akşam kaplumbağa adımlarıyla sakin ve yavaş akarken, birbirimizin kaçırdığımız anılarını, görüşemediğimiz onca vakitte biriken yeni haberlerini topladık bir bir, dalından koparır gibi şişmiş kirazları. Cem ve Emrah yine döktürdüler tabi ki, bir ara bacağımı döve döve, çeneme kramp girerek gülmekten iki büklüm olduğumu hatırlıyorum..!

Birbirinin neredeyse çocuk yüzlerini bilen, birlikte gece yarılarına kadar kahve eşliğinde akışkanlar mekaniği çalışmış, dersi kırıp İstiklal’in şenlikli sokaklarını keşfetmiş, t-cetvelleri elde kar altında gümüşsuyu yokuşunu arşınlamış, birbirinin büyük aşklarını, düş kırıklıklarını, suya düşen hayallerini dinlemiş, okuldan hayata adım atarken ilk iş görüşmelerini, master dönemlerini, hayattan yedikleri silleleri paylaşmış, geçtikleri engebeli patikaları, gözyaşlarını ve kendi yollarını çizişlerini bilmiş bu küçük grubun her bir araya gelişinde aynı tatlı, tanıdık duygu sarıyor her birimizi. Bekarların azaldığı, evliliklerin, yoldaki ve kucaktaki bebeklerin arttığı ekibin içinde yeni duygular, kaygılar, sorular var. Otuz’un sihirli eğişinden atladıktan sonra “hayatımdan ne istiyorum” sorusu öncekinden farklı yerlere dokunmaya başlamış, yıllar önce taş binanın geniş merdivenlerinden çıkarken taşıdığımız soruların çoğu defalarca cevaplanmış, yerine yeni sorular bırakmış. Ama ne vakit bir araya düşsek, sanki ders arası kantinde dizilmiş gibi, aynı samimi, maskesiz, utanmasız sıkılmasız çemberin içinde buluyoruz kendimizi. Herşeyi söyleyebildiğimiz, yaramazca, kalpten ve dostça..

Pamuk helva tadındaki akşamı geride bırakıp, kısa bir yürüyüşten sonra eve girip ince pikenin altında uzanıyoruz. Sabahında benden beklenmeyen bir atiklikle neredeyse zıplayarak kalkıyorum yataktan, çaylı yumurtalı bol tahıllı ekmekli kahvaltıyı incir reçeliyle taçlandırıp Altan’ı işe yolculadıktan sonra son bir çay daha koyup, hala gecenin taze havasını taşıyan salona geçiyorum. Güneşin hünerli parmakları balkondan içeri sokulmadan klavyeye geçip birkaç satır yazasım var...

İşe ve güne girişmeden son yudumu alıp, akşamın tadını anımsıyorum. Gün önümde açılırken dudaklarımla kaçınılmaz bir gülüş takılı kalıyor. Yılların kareleri gözümün önünden geçerken, dostluklara, ortak yaşamlara, birbirimizin gözbebeklerine dalıp gitmeye kaldırıyorum ince bellimi!
Sohbet olmasa neye yarar konuşmak?
Dostlar olmasa neye yarar yaşamak?

Deniz

27 Temmuz 2010 Salı

balkon


Klima açık uyursak kurumuş bir nefes yoluyla uyanıp bütün gün hafif çarpılmış dolaştığımız, cam açık uyursak sabaha kadar nemden ve sıcaktan bunalarak çarşafa dolandığımız muhteşem temmuz geceleri devam ederken, dün akşam bu tabloya bir de muson’u andıran kocaman damlalı kesintisiz yağış eklendi. Akşam dersinin başlamasıyla gürleyen göğe, yandaki damı dövercesine dökülen damlaların gür sesi eklenince, ister istemez ders çıkışı bizi bekleyen maceraya göz ucuyla bir bakıp, ardından supta baddha konasanaya doğru erimeye başladık. Ders çıkışı bol sohbetle yağmurun hafiflemesini beklesek de nafile, çıktığımızda sandaletler ve terlikler suya bata çıka evlere doğru dağıldık. Ne giyersem giyeyim o günkü havadan nasibini almaya alışan bendeniz, hem stüdyoya, hem çantalarıma bol bol yedek giysi yerleştirmeye başladım; hatta stüdyoya bir de spor ayakkabı bırakacağım, şehrimin sürprizlerine hazırlıklı olmalı!

Şehrin çoğu zaman boğucu havasında bir parça taze nefes, biraz ferahlık için akşam 22.00’den sonra sahilde yürümek, çay içip suyu izlemek, boğazın üzerine serilen ışıklı geceyi içine çekmek harika bir seçenek. Bir diğeri de serinletici hafif içecekleri doldurup, kısık klima altında sürükleyici bir kaç diziye takılmak bu ara; Fringe bitince heyecan için FlashForward’a, eğlenmek için Chuck ve How I Met Your Mother’in son bölümlerine dadandık. Tabi hangisini seçersek seçelim, eve gelir gelmez hızlı ve serin bir duş ile başlıyor akşamın açılışı; temiz suya ulaşabilen şanslı insanlar olarak şükrediyoruz her sudan geçtiğimizde. Neredeyse tam kurulanmadan hafif giyecekler geçiriyoruz üstümüze; su tenimizden buharlaşırken biraz daha emip götürüyor ısıyı. Tıpkı çocukluğumun İzmir akşamlarında balkon sefası gibi!

Gaz sobalı, 3 odalı, yerleri taş, banyosu ufak, küçük mutfağından yan binadaki teyzenin salonunu izlemeye bayıldığımız, yaş farkına rağmen iki kardeş aynı odada yaşamaktan pek keyif aldığımız, en sevdiğimiz kısmı da uzunca L biçimli balkonu olan çocukluk evimiz. Canset’in pencereden günlüğümün anahtarını sırıtarak attığı, dolaplara saklanıp biri gelene kadar çıt çıkarmadığı, buzdolabından aşırdıklarını koltukların altına sakladığı zamanlar. Annem güzel ve narin bir genç kadın, saçları siyah, incecik bir yüzü var, bütün gün hem bizi, hem evi idare ediyor, arada da kitap okumaya, bizi alıp parka götürmeye, arkadaşlarını ziyaret etmeye vakit buluyor. Babam genç bir denizci, gür bıyıkları ve güzel bir gülüşü var, bir var bir yok, uzun haftalar, kimi zaman aylar boyu seferde, ülkeye döndüğünde bavuldan dökülen hediyeleri bir bir açıp kucağına çıkıyoruz hasretle. Gözümün önüne gelen o ilk kare, ışıklı balkonlarla bezeli upuzun 1731 sokak; başında vitrinlerine yapışıp pembe kız ayakkabılarına bakakaldığım mağaza, ortada mis gibi kaymaklı yoğurtlarıyla Temiz Mandıra, sonunda her hafta gidip pul topladığım kırtasiyeci amca. İzmir akşamlarının hatırı sayılır sıcağına en basit çare, balkonda bir leğen su, bir de maşrapa; suyu maşrapayla azar azar kollara ve bacaklara döküp, yavaş yavaş buharlaşırken azıcık esintide bile epeyce serinlemek, akşam sohbetlerini ve oyunlarını, çevre apartmanlardaki tüm aileler gibi balkonda yalın ayak, yarı ıslak sürdürmek. Ve tabi ki eninde sonunda leğende ve yerlerde yuvarlanıp tepeden tırnağa ıslanan Canset’in üstünü değiştirmek!

Sanki İzmir’de balkonsuz ev yoktu gibi hatırlıyorum, ya da benim gördüğüm her evin bir balkonu vardı o vakit. İlkokul arkadaşımın, kuzenlerimin sünnet düğünlerine gittiğim, ender de olsa babamın en sevdiğim süprizi faytona bindiğim, Sevinç pastanesinden dondurma yediğim ve annemle misafirliğe gittiğim zamanlardı. Her gittiğim evin bir balkonu vardı, ben de her balkona çıkmaya, oradan sokağı, gelip geçenleri izleyip kendimce hikayeler uydurmaya bayılırdım; bir de kağıt kalem verirlerse elime, hemen resmetmeye başlardım gördüklerimi. Kuzenlerle ve yaşıt misafir çocuklarla evde oynarken de balkon en sevdiğimiz yerdi. Çoğu zaman yere bir örtü serilir, oyuncaklar üzerine yayılır ve legodan şehirler, ülkeler balkonun zeminine inşa edilirdi. Tabi buzdolabının kar yapan buzluğundan avuç avuç topladığımız karı sokaktan geçen çocukların kafasına yağdırdığımız da olurdu, o hiç kar görmediğimiz şehirde. Balkonda tutardık bir kutuda dut yapraklarıyla besleyip koza örmesini beklediğimiz ipek böceklerini, öğlen meyvemizi balkonda yer, serilip uzun uzun resim çizerdik. Balkon başlı başına bir yaşam alanıydı o zaman. Şimdiyse çoğu evde fazla eşyalar için bir ardiye. Bizim balkon gürültüsüne ve ufak ebatlarına rağmen önü açık olması sayesinde bahar akşamlarında pek keyifli; ama yerleşeli bir yıl olmasına rağmen gönlümüze göre bir masa iki sandalye bulamadığımız için balkonumuzu çok ender kullanıyoruz. Oysa benim gönlümde minik beyaz bir masa üzerinde iki kadeh, biraz peynir, birkaç mum ve ayaklarımızı uzattığımız balkon demirlerinin ardından çakırkeyif göğü izlemek var, tabi trafiğin ve gürültünün azaldığı bir vakitte... Sanırım ne yapıp edip, yaz bitmeden portatif ve dayanıklı bir masa edinmeli; belki de o “aklımızdaki seti” bulmayı beklemeden. Ne de olsa geçiyor yaz, geçiyor yıl, yaşam..

Çocukluğumun İzmir’inden koparıp, mevsimlerin birbirine karışıp tökezlediği bu İstanbul Temmuz’una bırakıyorum yeniden kelimeleri. Yağsız yayla çorbası, buzlu ayran, kasa kasa soda, bol salatalık ve meyveyle dolduruyorum buzdolabını. Hem içmeye, hem dökünmeye suyu bol tutuyor, günü toparlarken bir yandan bayrama kaçamak planları yapıyorum. Hayat devam ederken örmeye şimdiyi, ben o küçük masanın ve birkaç kulaçlık daha dinlencenin peşine düşüyorum. Bir de masalı ya da masasız, bu hafta bitmeden balkonda ayakları uzatıp Şiraz’ı yudumlamanın...

Nemin biraz olsa düştüğü şu bir kaç günde, rahat uykulu, bol esintili, sevdiklerinizle keyifli bir yaz akşamı dileğiyle..!

Deniz

22 Temmuz 2010 Perşembe

şu anın sayfası

Annemlerin yazlık eve yaptığımız minik kaçamağın ardından sadece 10 gün geçmiş, oysa o bir gramlık dinlenme sanki 10 hafta geride kalmış gibi geliyor. Tenimizin denizin tuzunu emdiği, serin çıplak ayaklarımızın taşlara bastığı, hamakta uyuyakalıp anne mutfağından çatlayana kadar yediğimiz küçük tatilimizin anıları rüzgara, hatta hızlı bir fırtınaya kapılıp savruldu gitti demek doğru olur. Daha ne olduğunu pek anlayamadan içimi gıdıklayan yeşilli, taşlı, mavili tatil resimlerini bir yana bıraktığım gibi tozlu kaldırım taşlarını, uzun mesafe otobüsleri, şehrin kavurucu sıcağını, hipnotize edici dijital ortamı arşınlamaya başladım. Güzel karelerin zorlu karelerle sırt sırta verdiği bir albüm gibiydi son 10 gün. Değil yazmaya ayırmak iki parantez arası teneffüsü, 10 gündür evde bir tencere yemek pişmedi, apar topar aldığımız bol meyve, soda ve süt ürünleri dışında eve torba taşınmadı, ayak uzatılıp da şöyle bir iç çekilmedi. Evdeki vakitler ya bilgisayar başında, ya da bayılırcasına düşüp kaldığım yatakta geçti. Evin dışında ise bolca iş, ve bir kaç nefes neşe! İkinci yıldönümümüzü kutlamak için birbirimizi yorgunluk ve rehavetin ılık kuyusundan çekiştirip çıkarmasak, yemeğe giderken üzerime kayda değer bir giysi giymeye, makyaj yapıp iyi görünmeye harcayacak enerji kırıntısını dahi bulamazdım herhalde..

Şehrin tam anlamıyla dört köşesini keşfe çıktığım etkinlik sayesinde metrobüs hattını, ayak basmadığım semtlerin dolmuşlarını ve güzergahlarını, üstümde şehre uygun yoga kıyafetlerim ve yüklü sırt çantamla bir bir dolaştım. Güneşin kızgın parmakları şehrin nemine bulanınca bir başka terletiyor toplu taşımanın kalabalığında. Yürüürken şapkamı geçiriyorum başıma, otobüste en az noktaya dokunmaya çalışıyorum, minibüste çantamı kucağımda tutmak 15. saniyede terlemeye başlamak demek, bir yana koyuyorum; oysa her ne yaparsam yapayım yüzümün bir yanı pembeleşiyor güneşten, kıyafetimse her bindi-indide sırılsıklam oluyor. Uzun yola ithafen yedek kıyafet ve hatta çamaşır taşıyorum yanımda. Şehr-i İstanbul’u karışlamak bir yanda dursun, diğer yanda kampanya ve tanıtım çalışmaları için metin hazırlığı, yazışmalar ve konuşmalar bütün günüme yayılıyor. Yatakta, masada, mutfakta kucak üstü bilgisayarı hep yakınımda. Gök cisimleri nasıl bir raksa tutuşmuşsa bu ara, bir yandan da yeni fikirler ve atılımlarla dolup taşıyor beynimin kıvrımları; gece baş ucuma yeniden yerleştiriyorum not defterimi, uykum kaçıp aklıma yeni bir düşünce çengel atınca hemen lambama uzanıyorum, Altan’ı uyandırmadan sessizce notumu alıp yeniden başımı bırakıyorum yastığıma. Eve, stüdyoya, irili ufaklı hedef ve özlemlere dair notlar kolkola giriyor küçük sayfalarda; bense kağıda emanet edince fikrimi, içim rahat dalıyorum uykuya. Ama yine de bölünüyor uykum varoluşa ve nefes almaya dair his ve düşüncelerle. Birini yakından tanıdığım iki insanın ölüm haberlerini alıyorum bu süreçte, yaşamı geride bırakan güzel insanları kendimce uğurlarken içim karışıyor inceden. Döngüye, yaşama bakıyor, bakıyorum, anlamdan uzak, kimlikten uzak, sebepten uzak. Sadece bakıyorum ve gördüğüm gizemi derin bir nefesle çekiyorum içime.

On günlük albümün az uyku, bol ter ve hızlı adımlarla bezeli yapraklarında kahkahalı, aşk dolu, coşkulu ve rahatlatıcı küçük kareler de var tabi ki; Kara Efe’yle tanışıp kıkırdamaktan çeneme kramplar giren bol mezeli Karaköy Lokantası akşamı (Barış sağol!), arayıp arayıp hiç bir yerde bulamadığım Magnum Gold ile ilk buluşmam, Ece Anne’yle uzun ve keyifli doğumgünü kahvaltımız, ard arda dünyaya gelen Asya bebek ve Bora bebeğin doğum haberleri, ters bir zamana da denk gelse biraz ferahlık getiren website güncellemesi, tam zamanında gelen omuz & sırt dersim ve yeni tanıştığım onca güzel insan!

Herşey gibi geride kalırken bu nabız yükselten hız, karalanmış taslak fikirler bir bir sıyrılıp beyaz sayfalardan, ete kemiğe bürünüyorlar şimdi. “Herşey, bir zamanlar yalnızca düşünceydi.” Sarkaç salınmaya devam ediyor, tempo normale dönüyor belli bir süreliğine, düşünceler programlara, tasarım yaratıma dönüyor, yorgunluk zindeliğe, buzdolabımdaki boşluk ise birkaç tencere yemeğe..! Anlardan ibaret yaşam akmaya devam ediyor, elimi uzatıp bir kenarına tutunup kimi zaman durgun bir göle, kimi zaman dik bir şelaleye dönüşen bu sonsuz güzergahta bir sonraki an ne çıkacak bilmeden, yalnızca o anı hissederek, o ana anda yanıt vererek “ol”maya devam ediyorum.

Albümün geçmişte kalan karelerine keyifle, boş sayfalarına merakla bakarak şu anın sayfasında duruyorum. Sayfada pişmekte olan ekşili kabağın eve yayılan naneli kokusu, klavye başında saçları tepeden toplanmış, yarı gülümseyen bir ben, fonda ise Bono & Sinatra’nın “Under My Skin” düeti var...

Deniz

8 Temmuz 2010 Perşembe

saçlarım çimenlerde..

Rüzgar çanının sesi, taze yeşil çimen kokusuna dolanıp kulaklarıma takılıyor. Zeytin ağacının gölgesi kıpır kıpır, yüzümü gıdıklayan yaramaz çimler durmak bilmiyor. Burnuma çalınan bin bir rayihanın zemininde bir tutam toprak, bolca çimen, hanımelleri ve açık mavi deniz meltemi var. Hamakta uyuyan kocamın hala kucağında kitabı, gözünde gözlükleri duruyor; yukarıda toz pembe şekerlemeye dalmış kardeşim ve anneme, verandada kitabının sayfalarına dalıp giden halam ve içeride bilgisayarına dalmış babamı da ekleyince, eşitliğin diğer tarafında akşamın yedisi çıkıyor. Hareketin kapı dışında kaldığı, seslerin dolaplara saklandığı, günün yorgunluğunun sere serpe koltuklara uzandığı saat; günün en şerbetli, en unutkan, en tılsımlı rehavet vakti.

Bitmeye yaklaşırken bitmesin diye sızlandığım romanın son yapraklarını da örtünce hikayesinin üzerine, evden bahçeye yayılan gevşekliğe tutunup, çimenlere iniyorum küçük adımlarla. Çok geçmeden zeytin ağacının dallarından sızan güneşin gün sonu öpüşlerine teslim, dinlemeye başlıyorum, her ne varsa. Cırcır böceklerinin kanonu karşılıyor beni sahnenin önünde, hızla çocukluğumun yaz gecelerine çekiyor ilk çağrışım. Ege’nin en serin sularının bütün gün kayaları dövmekten yorulup yavaşlamaya başladığı saatlerde, şıpıdık terliklerle uzun yürüyüşler yaptığım sahil sitesinin gecelerinden eksik olmayan cırcır böcesi sesleri. Her bir zeytin ağacı, iğde ağacı ve zakkumun yanından geçerken yankısına yanaştığım, ama ne zaman yerini tespit etmek için ağaca adım adım yaklaşsam varlığımı, merakımı ve adeta gözlendiğini bilip de sesini kesen cırcır böcekleri... Bir adım arkada birbirine sürtünen, dokunan ve çarpışan yaprakları var limon selvilerinin, begonyaların ve yaseminlerin. Bir türlü yemediğim, istemediğim yemeyi dudaklarımın zırhından içeri kabul etmediğim, kaşık gördüğümde başımı sağa sola çevirip kaşığı kandırmayı denediğim zamanlarda, rüzgarlı yazlığın bahçesinde annemin beni hipnotize eden şarkısına konu olan çeşit çeşit yapraklar. “Deniz’in aaağaçları ve yapraklaaarııııııı..!!” Yaprak sesleriyle kolkola girmiş denizin kabaran dudakları; dalgaların sahile yayılıp gerisingeri toplanışları az yukarı, gölgelikli yeşil bahçemizin geniş karnına sokuluyor yumuşakça, diğer sesleri usulca selamlayıp, koskoca gövdesini bırakıyor bahçenin ortasına. Sanki ayağımı biraz daha uzatsam suya değecek parmak uçlarım. Dalgalarla yaprakların arasına, cırcır böceklerinin iki gıdım arkasına tembel tembel salınan rüzgar çanı kurulmuş; kimi ılık ezgilerle belli belirsiz şakıyor, kimi hesapsız ve kalıpsız öylesine çınlıyor. Sahnenin en gerisindeyse bir gölge gibi her varlığa takılan, her bulduğuna dokunan ve geçici şekiller veren rüzgar var.

Sessiz akşamın yeşil, mavi ve şeffaftan örülü yaşam kokan tınılarında, çimenlere yayılıp uzatıyorum bacaklarımı iki yanıma. Usulca dinliyorum iç ritmi, iç renkleri; bedenim aradığı şekle doğru tatlı kavisler, dönüşler ve eğilişlerle akmaya, sıvılaşıp formdan forma uzanmaya başlıyor. Olabilecek en yavaş, en serin bırakış içinde damla damla dökülüyorum yin yoganın dragonfly pozuna. Ellerim hiç olmadığı kadar hafif, gövdem hiç olmadığı kadar ağır; her nefes verişte kasıklarımdan karnıma gevşeyip, biraz daha bırakıyorum gövdemi yere. Bacaklarımı sarıp sarmalayan uzun çim öbekleri, ben eğildikçe yarı utangaç yüzüme dokunmaya başlıyor. Nefesimin iç sesi cırcır böceklerinin, zeytin dallarının, kabarmış duvar sıvalarının kabuklarında yankıyadursun, kalp atışlarım sanki benden toprağa, topraktan otlara, otlardan havaya karışıyor ben teslim oldukça. Ben katlanıyorum, bahçe katlanıyor kendi içine, ve bütün dünya da bahçenin içine..

Dragonfly’ı izleyen isimli-isimsiz açılış ve kapanışların sonunda, yin yoganın en gönül açıcı pozu geliyor doğallıkla. Topuklarıma oturup ayaklarımın üstünü bırakıyorum toprağa, çimenlerin krallığında dev Gulliver gibi uzanıp yerleşiyorum saddle pozunun o haz dolu kıyısına; saçlarım yerin kımıltılı kokularına karışıp dağılırken, güneş yudum yudum çekiliyor akşamın serin omuzlarından. Bıraktıkça daha da ait oluyorum biçime, yere ve nabzımın ritmine. Uykunun köpük köpük kıyıları sandalımı çekerken düşlerin bahçesine, hafif bir ürpertiyle ayılıp açıyorum gözlerimi, sakinlikle çıktığım pozun ardından yüzümü gömüp ekşi çimlere, çocuk pozunu kucaklıyorum iç çekerek ince ince..

Ev kıpırdamaya, dudaklar aralanmaya, ayaklar adımlara başlayınca, süzülüp en müsait klavyenin başına ilişiyorum. Akşam kara kadifeden örtüsüne sarınıp, mutfakta kadınlar, mangal başında erkekler toplanınca, yemek hazırlıklarının şenlikli sohbetlerine katılmak için son bir kaç sözcüğü de avcumda sallayıp bırakıyorum bu son satıra.

Bir tatil akşamından, uzağımdaki herkese selamlarla!
Deniz

7 Temmuz 2010 Çarşamba

sayfalar

Uykunun efsunlu parmakları beni öte yana çekiştirirken inatla kirpiklerimin arasından uzanıp cümleleri içime çekmeye devam ediyorum, ta ki başımı sağa düşmüş, kitabı kucağımda uzanmış bulup artık direnmek yerine başucu lambamı söndürdüğüm ana kadar. Ne zaman bir anlatının dili beni sürükleyip götürse çalarım uykumdan; zihnimin çocuk ayakları merakla koşarken bir sayfadan diğerine, çarşaf-yastık birbirine karışır, sırt üstü başlayan yolculuk yana döner devam eder, yorulan elimi değiştirip, bir o omuza bir bu omuza yüklenir, akışına dalarım kitabın. O iklimde nice aşklar, korkular, keder ve hikayeler dolanırken birbirine, bu uçta dudaklarımı kemirir, ayak parmaklarımla çarşafı çekiştirir, nefesimi tutarken bulurum kendimi kimi zaman... ‘Mahrem’in his yumağına sarılı bir gecenin kitap kucağımda uyandığım yarısını geride bırakıp ılık rüyalara kulaç atıyorum çok geçmeden. Her yolculuk öncesi olduğu gibi, sabah içimde bir parça boşlukla uyanıyorum. Nereye gittiğim hiç fark etmez, ister kıtalar arası yol alayım, ister 3 saatlik mesafe, ister aylarca uzakta olayım, ister bir kaç gün, ister iş için toplayayım bavulumu ister aşk tatili, değil mi ki başımı koyduğum yastığı, pılımı pırtımı, şehrimi geride bırakıyorum, o pervasız boşluk gelip kuruluyor her defasında göğsümün baş köşesine.

Dalga ve rüzgar sesini örtüp üzerime okumak için öğlen sıcağı şemsiye altında, baş ucumdan kitaplarımı seçiyorum dalından meyve toplar gibi, dokunup her birine, tartıp elimde, dikkat ve keyifle. Önümdeki yığına bakıyorum. “Çok mu oldu acaba... Gereksiz yük olmasın..?” Sonra geçen seneyi hatırlatıyorum kendime; götürdüğüm kitaplar yetmedi de tatilde, ikinci tur okudum ya her birini. İki takım bikini yeter artar çantada, ama kitaba cimrilik yapmamak lazım, sonra yanımdakilerin kitaplarından otlanmaya çalışsam da bir işe yaramaz. Gönlümün iklimine uymayan, üslubu dimağımı okşamayan, betimlemelerine kapılıp gidemediğim bir kitabın sayfaları sırtıma yük olur kalır; ayak sürüye sürüye elime alıp, bir türlü içinde kaybolamadığım, susuzluğunu çekmediğim kitap bir prangaya dönüşür sonunda. Kıssadan hisse, bolca kitap almalıyım yanıma, içlerinden seçmeliyim o gün merdivenlerini ineceğim kuyuyu, semasını arşınlayacağım ülkeyi, saçlarının kokusunu duyacağım hikayeyi.

Uzağın sessiz limanına seyrederken içimde büyüyen boşluk, demir atmamla birlikte dolmaya başlar “yeni”yle. Yeni mekanın kokusunu içime çeker, ayaklarımın altındaki o başka dokuyu hisseder, kılıfını yırtıp içine daldığım şehrin nabzını dinlemeye başlarım. Dinleyince ancak örtüşmeye başlar nabızlarımız; misafir gittiği evin mutfağına dalıp buzdolabını karıştırmaya başlayan bir çocuk gibi merakla, iştahla ve doğallıkla yerleşir, evim ilan ederim olduğum yeri. Evimin kapısını kilitleyip havalimanı ya da otogara yol alırken çöken sebepsiz hüzün bir çırpıda dağılır gideceğim yere vardığımda. Hemen keşif başlar, gittiğim yeri önceden bilsem, tanısam da. Zamanın becerikli elleri dolaşmıştır her yerde nasıl olsa. Muhakkak yeni bir yüz, yeni bir koku, yeni bir tat vardır yıllardır demir attığım o limanda. İlk defa vardığım bir topraksa, zaten havasından suyuna, duvarlarından insanına keşfin sonsuzluğu çekip götürür apansızca. Sokakları, bitkileri, insanları ve yemekleriyle gözümün önünde açılan bin bir yeni dünyanın cilvesi içimi gıdıklarken, hiç sektirmem, hemen kendime bir köşe yaratmaya başlarım bu yeni dünyada. Dış keşif, iç keşifle kolkola gezer her daim. Gözlerim dışarı baktığınca bakar içeri, ‘dışarı’ varsaydığım dünyanın ‘içeri’ dediğim sonsuz okyanusa düşen aksini izler dururum. O yeni ritmin, dokunun, lezzetin, rayihanın bende oluşturduğu izlenim ve hislerdir daha da heyecan uyandırıcı olan. Bu başkalığıyla baş döndüren, ama yine de aynı gezegenin tanıdık sarılışıyla kendimi yabancı hissetmediğim yeni köşeye yerleşir, burada okur, yazar, yoga ve tefekküre dalarım. Mekan değiştirmenin zaman duygusunda, aidiyet duygusunda, benlik duygusunda yarattığı kimi belirsiz titreşimler, kimi derin girdapları karıştırır, bunların arasına üslubuna aşık olduğum büyük yazarların romanlarını, anlatılarını katıp deneyim-dil örgüsünün ince hazlarına açılırım.

Kundera olmazsa olmaz bu tatilde, küçük yığınıma yerleşiyor, hemen Paul Auster ile Elif Şafak’ın arasına. Yığını terliklerle kıyafetlerin arasında, kapakları zarar görmeyecek şekilde sarıp sarmalayarak yerleştiriyorum; ödünç verilip geri gelmemiş veya çantadan çantaya fena hırpalanmış kitaplarımın acılı anısına saygıyla pür dikkat bakıyorum yeni kitaplarıma. Bu küçük yazlık kaçamağında bir nefes deniz, bir gram sessizlik, bir tutam samanyoluna gidiyorum aslında. Bir de kesintisiz okumaya, uzun duruşlarla yin yogaya, erken uyanmaya, mavinin tuzuna ve şarabın buğusuna karışmaya...

Çengelli iğneyle takılmış bir nazar boncuğu gibi içime ilişmiş boşluğu yadsımıyor, gitmeden tamamlanacak bekleyen işleri bir bir deviriyorum gün takla atan bir çocuk gibi hızla yuvarlanırken. Matımı, havlumu, kitap aralığımı toplayıp İstanbul’a göz kırpıyorum;
“Çok kısa yokluğum, bekle beni - az gevşeyip, az dinlenip geliyorum!”

Deniz

2 Temmuz 2010 Cuma

anlam

Dipsiz görünen karanlık çukurun bir köşesinden gün ışığının sızdığı, bacaklarımdan sırtıma gücümün yeniden yükseldiği, kendimi ansızın içinde bulduğum kozavari kılıfın bir kenarından delindiği gündeyim. İklimin karışmış kafasına takılıp dört bir yanı saran kelebekler gibi şehrimin caddelerinde, beni de beklenmedik, sebepsiz bir kıpırtı basıyor bu sabah. Nereye düştüklerini bilemeyen kelebeklerden bir kaçı birbirini kovalarken mutfağımda, uyanıyorum bu renk filtresi değişmiş gibi görünen sabaha. Başımın etrafını saran puslu tülbent dağılmış, bedenimi yavaş yavaş sarmalayan canlılık beni şaşırtıyor; bir de bakıyorum ki günlerdir değil ziyaret etmek, evimin önünden geçmeyen yoldaşım ‘anlam’ başucumdaki romanların arasına yerleşmiş, uzun kirpiklerini süzerek bana gülümsüyor!

Parmak uçlarımda yürüyorum sanki, öyle uslanmaz bir hafiflik, öyle çocuksu bir coşku var tenimde; içimde nabız gibi atan aşkın ta kendisiyle başlıyor gün. Taştan yontulmuş kurbağam ve filim burun buruna, kelebekler pencerenin içinde birbirini kovalıyor, gördüğüm herşeyi sevesim, aynada gördüğüm kızı tutup sımsıkı sarılasım var! Aynada gördüğüm kız elinde sabah akşam bir buz paketiyle geziyor bu aralar; kalçasında hafif bir ödem var, buz tutunca 10 dakika bu defa da üşüyüp üzerine hırka giyiyor, hapşırıyor, kocası dönüp “Ne hassas şeysin sen, herşeyin incecik bir ayarı var senin için, azıcık değişse iklimin değişiveriyor. Ne yapacağım ben seninle?” diyor. “Ben de bilmiyorum ne yapacaksın benimle..?” deyip çıkıyorum hınzır bir gülüşle. İşin doğrusu ben bilmiyorum ki kendimle ne yapacağımı!

Çoğunlukla tanıdığım bir desene uyuyor ayak izlerim, ama kimi vakit haritadan çıkıveriyorum, rüzgar, yağmur, dolunay alıp götürüyor beni öteye, kendimi perdenin diğer yanına dalıp gitmiş buluyorum, gözle görünür olanın ardındaki anlama, öze, aşka yayılırken, ya da kimi vakit bu kimliğin, bu bedenin, bu adlandırmayı pek sevdiğim duyguların, bağların, anların sonluluğuna kederlenirken. Okuyup, dinleyip, sohbetlerde binbir sözcükle öre öre tinsel ağıma işlediğim üzere, şu anın büyüsüne bırakıp, kapılıp gidiyorum kimi vakit. Ve ardından, zihnin buğulu camlarına parmakla yazılmış gibi yeniden görünür oluyor planlar, programlar, zamanımı daha doğru kullanabilme kaygısı, işimi, evimi ve ailemi bir arada en iyi şekilde idare etme ideali. Günün orta yerinde o an olan bitenden, yaşamın kokusundan kopup kendimi dev bir kara tahtanın önünde buluyorum adeta; temmuz, ağustos, eylül, 2010, 2011, stüdyo, ev, tatiller, kurslar, para, zaman, bebek... Bir elimde tebeşir diğerinde ıslak bir bez, bir elimin yazıp çizdiklerini diğeri siliyor arkasından. Bir bakıyorum ki ineceğim durağa gelmişim bile, koşar adım iniyorum metrodan, ayağımda platform topuklu 19 dolarlık yazlık ayakkabılar. Kalça ağrıma bakan doktorum biraz fazla kullandığım eklemim dinlensin diye bir dizi öneri ve kuralın arasına sıkıştırıverdi ne de olsa; düz ayakkabı giyilmeyecek, çok yüksek topuklu da olmasın, ayağı destekleyen hafif bir eğim. Üst üste dizili babetlerim, sandaletlerim bana bakadursun, tanıma uyan bir tek NY’da indirimden kaptığım 6 yıllık pembe bantlı ayakkabım var. Bu haftalar ister istemez pembelere bürüneceğim yani. Neyse ki yogada ayaklarım çıplak, lastiklerini yeni onardığım mavi ve kahve şalvarlarımı giyebilirim yoga yapar ve ders verirken..!

Hafiflik alıp başını tüm günü bir boyama kitabı gibi renklere bulamaya başlıyor, ne yaptığım işler iş gibi geliyor bugün, ne ağrım ağrıya benziyor, herşeye ‘pekala’ deyip usulca eğiliyorum gelenin önünde. Bilgisayar başında yapılacakları, cevaplanacakları tamamladıktan sonra evin bekleyen köşelerini toplamaya başlıyorum. Ardından kalça rotasyonu az, tek bacak dengeleri orta şekerli, arkaya eğilmeleri bol bir yoga uygulaması ve yetişebilirsem ufak bir buluşma var.

Buz paketimi kaldırıyorum dolaba, sonra camları ardında dek açıp tutsak kelebekleri İstanbul semalarına bırakıyorum. Kara tahtam ve üzerinde yazılanlar silikleşiyor bugün, anlamla kolkola girip kozamdan geriye kalanları topluyor, önümüzdeki günü merak ve boşlukla selamlıyoruz."İyi ki geldin" diyorum, özlemişim.

Deniz
Related Posts with Thumbnails