28 Haziran 2010 Pazartesi

sabır...

Sol arka azı dişlerimden üçü düşmüş, avucumda bana bakıyorlar. Ne yapacağımı bilmiyorum, donup kalmış gibiyim. Yakın bir arkadaşım aslında diş hekimiymiş, halledebileceğini söylüyor, ama sanki saatler geçiyor çenem uyuşmuyor, elimdeki dişler dağılıp unufak oluyor. Eski, yüksek tavanlı bir evin genişçe odasında, iki karşılıklı duvara yanaşmış ayrı yataklarda yatıyoruz sevdiğim bir hocamla. Yukarıda nasıl bir yük varsa tavan sarkmaya başlıyor, tavanı tutan bağlar uzamaya, üzerimize doğru eğilen taş ve demirler az sonra çökecekmiş gibi titremeye başlıyor. Ben kıpırdayamıyorum, sanki felç olmuş bedenim, hocamsa uyuyor, ses çıkarıp uyandıramıyorum... Sabah ter içinde uyandığımda, bir yanım tutulmuş, başımda dinmeyen bir ağırlık. Birkaç gece üst üste gergin rüyalarla dönüp durmaktan sabahları yorgun kalkarken, gece sıktığım çenem de gün boyu rahatlayamıyor. Meditasyonumun sakinliği aynı gerginlikle kuşatılmış, tüm eklemlerim yumuşuyor, çenem yumuşamıyor. Oturdukça ucunu görmeye başlıyorum içimi kasvetle saran rüyaların ve ağır gecelerin. Kendimi sıktığım halde sıkmıyormuş gibi davranmamın sonucu herşey.

Gömülüp stüdyoyu, yazın temposunu, hesapları düşünmek, ve kendi normlarıma göre beni zorlayan bir mevsimden geçmekle başlıyor zaman zaman beni dürten gerginlik. Düzenli bir maaş almayı ardımda bırakalı bir buçuk yıl olmuş, boyumca bir girişime adım atalı neredeyse sekiz ay; hayallerinin peşinden koşmak yalnızca ilk adımın içsel cesareti, hayatının birikimi ve sevdiklerinin desteğini değil, sürdürebilmenin gücünü ve yutkunup sabredebilmeyi de gerektiriyor. Sabır, koç boynuzlarımın en eksik erdemi, her kavşakta karşıma dikilen, her yolculukta bir arpa boyu ancak gittiğim. Düşüme sımsıkı sarılıp bana düşeni sırtlanırken büyük bir keyifle, tüm zayıflıklarım ve aşırı uçlarımla da karşılaşmamı, sebatımı ve inancımı yeniden kuşanmamı ve elimi uzatıp yola koyulmamı bekliyor yaşam. Gönülden konuşanları dinleyip, gönlü örtülü olanlardan öte yana bakmamı, ve ne olursa olsun yoluma azimle devam etmemi bekliyor düşüm. El ele, omuz omuza bir yolculuk da olsa en yakınlarımla, sevdiklerimle, kimi vakit iç dünyamda tetiklediği girdaplar beni alıp götürdüğünde, sele dönüşüyor en sakin akan ırmaklar, ıssız köşelerine sığmayıp yüzeyde bir bir beliriyor en sessiz korkular. Bin bir yanılsama ve kalıplara takılıp iç alanımdan savrulduğum zamanlarda, sarılmanın, sohbetin, yakınlığın tesellisiyle yüzeydeki kaygı fırtınasını yatıştırmak değil, o iç dengemi, merkezimi yeniden bulmak için birbaşıma oturmak ve kendimle temasa geçmek üzere sakinliğe dalmak benim çıkış patikam. İşte o oturuşta, veya oturamayışta, yalnızım her insan gibi. O mindere giden taş yolda, kimi zaman dikenli dallara takılıp kalan, kimi zaman masmavi bir rayihayı taşıyan meltemle ferahlayan benim. O mindere oturduğunda kimi zaman yaşamın sesini, damarlarının ritmini duyan, kimi zaman kopup hayallere ve planlara dalan, bazen herşeye ve hiçbirşeye açılan, boşluğun kendine has kokusunu alan, kimi zaman en derin öfkesini haykıran benim. Ne kadar şükretsem de yanımdaki dürüst, gayretli ve güzel insanlara, herkes gibi kendi yolunu yürüyen benim ve tabi dert varsa o da benim derdim. “Derdim bu olsun canım” demek güzel bir adım geriden bakıp kendime, ama deneyimin içine girip o kimi zaman puslu camın ardından bakarken resme, bazı anlarda kendimi sıkmamak -şimdilik- elimde değil.

Şimşekli gök gürültülü haftanın basık halet-i ruhiyesinde, çoktan seçmeli kabuslarım bir bir dökülürken önümde, hormonlarımın düşüşü ve dolunayın semaya tırmanışı da aynı vakte denk geldi. Gevşeyebilmek için bir romana kaptırıp sürüklenmenin edebi hazzıyla karıştırdım baş ucumda ya bir parça çikolata veya bir parmak likörü; uykuya dalmadan önce bir yumak keyfe sarıldım inceden. Sabahları ağırlığımı atmak için uzun duşun ardından aç karna minderime oturup yumdum gözlerimi, gevşemeyen çeneme rağmen toprağa bıraktım kalan herşeyi; önce içeride buldum hizamı, sonra yola koyuldu ayaklarım. Bu elektrik yüklü göğün üstünde nice yıldız ve gezegen kim bilir nasıl dizildi yine, aynı göğün altında içime dizildi cümleler, kelimeler. Dökülmesinler diye açmadım önüme klavyemi, sabah uyandığımda içimde bulduğum öfkeyi, çiğneyip geri yutmayı denedim defalarca. Ancak bir sabah “evet” dedim, sahip çıktım da öfkeme, o sabah biraz olsun aydınlandı sanki yüzüm.

Zorlu hafta geride kaldı; kabussuz geçen bir gecenin sabahında yalın ayak çakıl taşlarında yürürken baktığım ayaklarımın görüntüsü geldi gözlerimin önüne. Üç yaşındayım, belki dört, doktor ‘Çakılda yalın ayak yürüsün’ demiş, düşük tabanlarım uyansın, ayaklarım güçlensin diye. Ayaklarımın altına batan taşlar kimbilir hangi sinirleri, kasları uyarıyor, benim aklımsa bir an önce denize girmekte. En fırfırlı elbiselerin altına bile bağcıklı ortopedik ayakkabılar giyerken, taşlı ve süslü kız ayakkabılarına nasıl baktığımı hatırlarım. Çocukluğum sol ayağımı içe basmamam gerektiğini hatırlayarak ve reçeteli botlarımdan kurtulmayı hayal ederek geçti, sabretmeyi öğrenmek ne kadar zordu. Salt ayaklarımda değil, sabır çok hikayemde yer aldı. Babamın aylar süren seferlerden dönüşünü beklerken, bir ilkgençlik boyunca yazarak ve okuyarak fark edilmeyi düşlerken, dağlar kadar iş yükünü temizledikçe bir o kadar daha önüme dizilirken ve bunun aylarca böyle geçeceğini bilirken, sevdiğim adamın birlikte bir yaşam kurmak için karar vereceği o günü beklerken... İrili ufaklı her taşın altından sabrı öğrenmem gerektiği çıktı karşıma, çeşit çeşit insandan, beklenmedik örgüler içinde öğrendim gıdım gıdım sabrı. Zor anlayan insanlar, zor karar veren insanlar, inatla iğneleyen insanlar, yüzsüzce talep eden insanlar, varlığını özlediğim insanlar, ve daha niceleri. Annem diyor ki “Daha anne olacaksın, sabrı o vakit anlayacaksın.”. Yani daha çok yolum var. Biliyorum, öncelikle bu darboğazdan geçmeli, sebatla oturup minderimde, evimde ve işimde kendimi merkezlemeli, dinleyince kalben bildiğimi, zihnimin çarpık aynalarına ince ince işlemeliyim. Her şey olması gerektiği gibi, ve zaten başka türlü olamazdı.

İçimde uyanan sıkıntı, içimde sürece direnen ve başka türlü olsun isteyen, bir an önce olsun isteyen yanımdan doğuyor. Bir çok insan gibi benim de değişmesini hayal ettiğim bir şey var. Zamana, akışa bıraktığımda, olduğu haline “evet” dediğimde hafiflediğim, ama birkaç gün sonra yeniden kendimi ağlarına dolanmış bulduğum. Değişmesini istemek, olduğu haline evet diyememekten, olduğu halini reddetmekten geliyor. Oysa ben değil miyim süreç sonuca götüren bir araç değil, sonuç da varılacak bir yer değil, yaşamın kendisi, maceranın, doğanın ve yoganın kendisi şimdide, sürecin akışında diye söyleyip duran? Kendime değil de kime söylüyorum ki zaten her dillendirdiğimi? Kişi zaten en çok duymaya gereksindiklerini söyleyip durmaz mı herkese..?

Kaç oturum daha alacak gevşemesi sıkışmış tellerin, kaç fırın ekmek daha yiyeceğim uyanana dek bu hipnozdan, kaç kere daha takılacağım dipteki koşullandırılmamın zincirlerine kim bilir, bir nefeste, gönül-zihin-beden tümden “evet” diyene, direnen yanım eriyip resme karışana dek..

Deniz

27 Haziran 2010 Pazar

zaman


Ada’nın gülücükleri, pürüzsüz bebek teni ve sanki konuşuyormuş edasıyla çıkardığı mırıltılı sesleri geride bırakmak güç oldu, ama Gözde’lerle uzun sabah kahvaltısı ve yürüyüşün ardından, üzerimizde birkaç nemli leke, içimizde şeker kokulu bir hisle el sallaşıp ayrıldık. Kucaktan kucağa geçen ve her fırsatta göbeğimizden omuzlarımıza doğru adım adım tırmanmayı deneyen bu minik şahsiyet, incecik saçlarına takılı kırmızı fiyonk tokası ve yazın moda renkleri kırmızı, lacivert ve beyaz renklerde fırfırlı elbisesiyle onlarca fotoğraf karesinin ortasın bir güzel yerleşti. Ada yokken nasıl kahvaltı ettiğimizi hatırlamaya çalıştım, şimdi sanki herşeyin kokusu, tadı, ve tabi odağı başka..

Ada’yı konuşa konuşa eve döndük, Altan Sonisphere’in üçüncü günü için hazırlanırken ben de iki satır yazmak için klavyemin başına geçtim, Canset’le sözleştiğimiz buluşmaya kadar az da olsa vaktim var, tabi tahmin ettiğim sürede kendine gelip toparlanabilirse... Zira dün akşam mezuniyet töreni vardı Canset’in, ve gece de sabaha kadar partisi! Akşamın telaşı tüm güne yayılmış gibiydi, kutlama için gelen halalarımız, annem ve babam bütün günü hazırlanarak geçirdiler; uzun süren tören konuşmaları ve diploma dağıtımı sırasında Işık Ayazağa kampüsün dev spor salonunda kalan seyrelmiş oksijen ve gittikçe ısınan havanın da etkisiyle herkes yarı baygın ama bir o kadar da ayıktı. Alkışlar, ıslıklar ve flaşlar arasında geçen törenin sonunda kepler atıldı, konfetiler yağdı ve kokteyl alanına gitmek üzere kalabalık salon iki kapıdan sel gibi boşaldı. Heyecan, gurur, coşku ve sonrasında temiz havayla karışan bol şarap etkisini bol kahkahalı ve sohbetli bir akşamda gösterdi. Canset olağanca güzelliği ve elindeki bölüm ikinciliği meşalesini doğallıkla taşırken, müziğin sesi mini elbiseli genç mezun kızları kıpırdatmaya başladı bile. Ve sonrasında onlar partiye yollanırken biz de iki gram deniz havası için Hisar’a doğru kırdık direksiyonu.. Bir zamanlar başını eğmeden bacaklarımın arasından yürüyüp geçebilen, gelip minik parmağıyla göz kapağımı itip açarak “abya kaksana” diye beni uyandıran, kocaman gamzeleri ve durmak bilmeyen hareketleriyle evin neşesi olan küçük bebek, bugün alımlı, güçlü ve kendini bilir adımlara sahneye çıkıp iki diplomasını teslim almış, yaşamın her geçen gün gösterdiği bambaşka çehreleri arasında dimdik durmayı ve sabırla gülümsemeyi başarmıştı. Şarabın ve heyecanının çarpmasıyla – annem kadar olmasa da- hepimiz çakırkeyif olmuştuk. Boğazdan geçen gemileri, akşam kuşlarını, ve dolunayın güçlü yansımasını izledik artık gölgesi kalmamış çınarın altında. Herkes kendi yaşamınca, kendi yaşınca bir duygu kokteylinin dibine yuvarlanırken, gecenin loş kucağında hepimize göz kırpan ortak dostumuz, yoldaşımız ‘zaman’dı. Bir bebeğin yalın tenine değince, yağmurdan önce sızlayan dizlerde, aynada değişen çehremizde, her yeni düğün ve cenazede andığımız, kimi kimi yavaşlatmayı hayal ettiğimiz ve her gün biraz daha farkına vardığımız ‘zaman’.

Büyüyen herşeyin ardında bıraktığı anılar, eskiyen fotoğraflar ve zamanlar geçip dururken konuşmalarımızdan, bir süredir babama, anneme daha hasretle sarıldığımı, kardeşimi, kocamı daha derinden kokladığımı, sevdiklerimle daha çok olmak istediğimi anlar oldum. Sanki eriyip hiçliğe karışacakmış gibi tanıdık gülüş ve tınılar, sanki toplayıp biriktirmek istermiş gibi dinlemeye, kayıt etmeye, dokunmaya başladığımı farkettim son zamanlarda. Bazı anlar, bilir gibiyim o anın hep benimle olacağını. Ömründe bir defa açan nadide bir çiçek gibi kendine has ve tekrarsız her an; tıpkı her yaşamın, insanın, aşkın eşsiz olduğu gibi. Eşsiz ve tekrarsız, eşsiz ve geri alması imkansız. ‘Şimdi’ye dair kitaplar ve konuşmalar arttıkça anlamını yitirip klişeleşmeye eğilse de bu sözcük, tekrarlandıkça sıkıcılaşsa da ‘şu anın tadını çıkarmaya’ yönük anlatı ve makaleler, yavaşlayıp nefes alışının hızına indiğinde farkındalığın, anlıyorsun ki şu andan başka bir şey yok. Ve “anı yakala!” onlu yaşlardayken anlamak istediğimiz gibi daima ‘koş git yapacağın ne varsa bir an önce yapıver, bungee jumping yap, paraşütle atla, çıplak yüz, sevdiğin kişiyi aniden öp’ demek değil - tabi yap bunları da ama – dur ve her ne varsa mevcut anda, dinle, gör, kokla, tat, içine çek ve yaşa demek gibi geliyor bana. Tam da bu nedenle elimin uzandığı anda daha özel bir zamanı beklemeyip açıyorum Gladiator Chardonnay’i, babamın kucağına oturuyorum içimden geldiğinde, Canset’le dansediyorum sokağın ortasında, Ada’yı koklarken gözlerimi yumuyorum, kocamı dinlerken gözlerine bakıyorum, en dağıldığım, en yorulduğum anda öfkelenirken öfkemi yaşıyorum, yanaklarım ıslak uyandığım sabahta acımı tadıyorum. Ancak hissederek mümkün otomatikleşmiş hareket ve ritüelleri geride bırakmak. Hissederek mümkün yaşamak ve yaşatmak. Hislerinden uzak insan, uzak yaşamı içine almaktan. Ve çoğu zaman kendinden, bedeninden uzak, statik bir duygu hali içinde, gündelik kalıpların şeklini alan insan uzak hissedebilmekten.

Tam da hissedebilmenin kapılarını açan sanat yoga. Belki sağ ayağının dış kenarını yere bastırabilmeyi, üst kolunu dışa doğru açarken ön kolunu içe doğru çevirebilmeyi, baldırlarını güçlü bir şekilde yere bastırırken çenesini gevşek muhafaza edebilmeyi denerken başlayan o yepyeni hissetme - farketme - anlama süreciyle insanın içine sızan ve yerleşen yoga. Önce öne katlanırken bacaklarını aktif tutmayı, ayakları canlandırmayı, kalça eklemindeki kasları birbirinden ayırt ederken sırtı ve enseyi uzun, yüzü ve pelvik zemini gevşek, nefesi doğal ve göğüs kafesini açık tutmayı anlamaya ve süreklileştirmeye açılan zihin-beden, zamanla o öne eğilmede sadece karnının, ağzının ve nefesinin kalitesini değil, o anki bedensel yoğunluk ve değişimleri, yüzeye yaklaşan anıları ve hisleri, poza ve yogaya dair tepkilerini, ne kadar açık, duyarlı ve şu anda kalabildiğini fark etmeye, bedenini ve özünü hissetmeye başlar. Ve bir defa hissetmeyi, bedenin her noktasını ve her anı bir nabız gibi birlikte atarak tüm farkındalığıyla içine çekmeyi öğrenmeye başlayan çoğu insan, bunun tadını, etkisini, ve yaşamına dokunuşunu bırakamaz. Yogaya zaman ayırmak, yaşama zaman ayırmak demek. Yogaya eğildikçe, yoga uygulamak, yalnızca pozlar ile akan bir dersin içinde değil, pazarda meyve alırken, parkta koşan çocuklara bakarken, yanından geçen bir köpeği okşarken, trafikte beklerken, otobüse binerken, zor geçindiğin bir kişiyle temastayken, işyerinde çalışırken ve daha nice eylem içindeyken de devam etmeye, ene azından zaman zaman mümkün olmaya başlar. Mat üzerinde geçen dersin kabuğu çatlayıp, yaşamının inceliklerine işlemeye başladığı andan itibaren bir yaşama sanatına dönüşen yoga, varlığının, tutumunun, nefes alıp verişinin bir parçası olmaya başlar..

Nasıl aldığın büyük kararlarla, birleşen ve ayrılan yaşamlarla, doğan ve ölen insanlarla derinden dönüşüyorsan, yoga gibi seni sana, bedene, doğaya, yaşamın döngüsüne, mevcut ana yakınlaştıran disiplin ve çalışmalarla da dönüşüyorsun. Yaşamın bir dönüşümler, değişimler örgüsü halinde akıyor yıl üzerine yıl. Yeni geleni kucaklayıp, eskiye veda etmeyi, sevinip kutlamayı, üzülüp yas tutmayı, kimi zaman durup dinlemeyi veya isyan etmeyi tadarak, öyle veya böyle büyüyorsun. Ve bir bebekten bir yetişkine dönüşürken bin bir çetrefilini tadarak toplum içinde büyümenin, yitirdiğin onca değeri geride bıraktığını çok sonradan farkediyorsun. Ancak gönülle yaşanan bir ritüel, bir sanat veya aşkın kendisi yeniden doğarca özgürleşmene alan veriyor. Gönlünü dinlemeye, hissetmeye izin verdiğinde özgürlüğün, gücün, doğum hakkın olan coşkun geri gelmeye, yeniden uyanmaya başlayabiliyor.. Ve bir bebeğe baktığında, onda görüyorsun o doğal varoluşun katkısız, kalıpsız özgürlüğünü. Gördüğünde, bir an dahi olsa anımsıyor ve özlüyor, onu içine çekmek, onu yeniden yaşamak istiyorsun.. Yoga ve aşk, benim için hissetmenin kapısını aralayan, hatta açan iki yol. İkisi de kimi zaman tümden teslim olmanın büyüsüne eriştiğim, kimi zaman bir adım gerisine düştüğüm ama artık teması kaybetmemeye niyet ettiğim...

Evdeki parantez arası birbaşınalığımın mor salkımları öyle tatlı sardı ki heryeri, bıraksam kendimi durmadan yazarım akşamın cılız ışıklarına dek. Oysa verilmiş bir sözüm ve yetişecek bir buluşmam var - gün daha nelere gebe hiç bilmeden, niyet edip yola dökülmek en güzeli. Ben yazımı yazıp planlar yaparken, dostum zaman hiç geri kalmıyor, yelkovan bir tam turunu tamamlarken, Ada’nın pantalonumda bıraktığı iz kurudu bile..!

Zaman ne hızlı geçiyor diye hayıflanmak yerine, hissederek dokunun bugün dokunacağınız ilk kişiye!
Sevgiyle
Deniz

15 Haziran 2010 Salı

Om

Dövme yaptırmanın da yaşamdaki herşey gibi bir vakti var. Eğer bu beden, kendi seçtiği bir biçimi, bir duyguyu, bir simgeyi, bir yolu kendine ekleyecekse, ekleyeceği varsa, günü geldiğinde hikaye kendini yazmaya başlıyor. Hikayenin akacağı yoksa klavyenin başında oturmak nasıl verimsiz ve havada asılıysa, “acaba dövme yaptırsam mı, ne yaptırsam..?” diye düşünmek de bir o kadar ilişkisiz dövmenin doğasıyla. O, hazır olduğunda ortaya çıkar, yerini belirler, ne olduğu, ne olacağı baştan bellidir. Sen ne zaman çeşitlendirmeye, araştırmaya, bakınmaya devam etsen de, bedenine işlenecek biçim, anlam, ifade baştan bellidir. Çünkü o bedeni, şimdi ve burada bütünleyecek olan, o bedene, o duruşa, o hisse katılacak olan zaten bir adım ötede beklemededir.. En azından benim kendi dövme sürecimden ve Ruhsel’in cümlelerinden süzdüğüm bu..

Cümlelerimin keskinliği (belki küstahlığı?) ardında yılları bulmuş bir tecrübe veya felsefe yok, ama daha o dövmeyi istediğimi bildiğim anda yeriyle, biçimiyle, büyüklüğüyle içimde uyanan her neyse, onun bedenimde yer bulmuşluğunun bilgisi var. Bu benim için saklı ve uzak dünyaya adım atıp kulaklarımı açtığımda dinlediğim ve hissettiğim derin bağlar ve ifadesini bulmuş ruhlar var. Bu hislerin ve uyanışların bana fısıldadığı tek bir şey var; seni dövmeni seçmezsin, dövmen seni seçer..

Ruhsel o derinden sesiyle anlatırken durup, yolundan geçmiş binlerce insanın onda bıraktığı izden, kendi bedensel ve sanatsal yolculuğundan, mesleğinin duru deneyiminden dökülen içten cümlelerini dinledim. Onun gibi ifade edemesem de anladığım: Her insanın bir bedeni var, beğendiği veya beğenmediği, hassaslıklarını ve güçlerini zaman içinde keşfettiği, daha keşfederken değişiveren, zamanın parmak uçlarında eğilip bükülen, değişen, dönüşen ama bir o kadar da aynı kalan. Her insanın bir bedeni var, öyle veya böyle, birlikte yaşamayı, iyi hissetmeyi öğrendiği, ve büyük olasılıkla tümüyle kendi seçimi olsa kimi özelliklerini değiştirmeyi seçeceği. Ve o “beden”le “öz” arasında bir kopukluk, bir bütünleşememe duygusu yaşayan insan o bedene, kendi özünden doğan bir anlamı, sembolü, şekli işlediğinde, bütünlenme ve o bedenin gerçek sahibi olma hissi doğuyor. Annen ve babanın hücrelerinden doğan ve topraktan ödünç aldığın bedene, sana ait olan özün dokunuşunu kattığında o beden artık senin bedenin oluyor. İşte Ruhsel, dövmeyi böyle anlatıyor..

Yıllar önce, karnıma bir Om “ॐ” dövmesi yaptırmayı düşünmüştüm uzun uzun. Düşünme sürecinin bir sonucu olarak fikir uzadı, eskidi, emin olamama ve gel-gitler sonucunda unutuldu ve zamanın tozlarına karıştı. Bir buçuk ay kadar önce, bir meditasyondan kalktığımda ise, sırtımın orta üst kısmında, ensemin hemen altına yerleşecek güçlü bir Om içimde uyanmıştı. Bu “bilmek”ti, kalben özlemek, bir an önce kendime katmak istemek. Ve her türlü düşünce, uyarı, risk ve benzeri duraksatıcı müdahalesine rağmen küçük zihnimin(ve bu zihni tetikleyen diğer zihinlerin) o dövme, kendi zamanında, kendi ritminde, kendi seçtiği yere geldi ve yerleşti. Çizilirken hissettiğim o tatlı sızı, tam da o 20 dakikaya denk gelen ülkeler geçidinin binbir müziğine karıştı. Yüz üstü uzanırken ilk başta heyecandan ağzım kupkuru, kalbim hızla atıyordu, ama Ruhsel iğneyle bana dokunduğu andan itibaren usul bir teslimiyet, rengarenk bir dönüşüm haresi yayarak bütün odaya yayıldı. Yaşadığım en keyifli, en “bana ait” deneyimlerden biri içinde akarken yüzüm ve nefesim rahatlamaya, içimde sonsuz durgunlukta bir göl manzarası uyanmaya başladı. Yerimden kalkıp çapraz aynadan onu gördüğümde, artık dövmesi olan insanları anlayabiliyordum. Bedenime yayılan endorfinin de etkisiyle duraksız bir gülümseme sardı yüzümü. Çıkarken tüm dünyayı kucaklayacakmış gibi hissediyordum...

Eğer içinizden yükseliyorsa, durmayın derim, tabi ki yürüdüğü yolu yakından tanıyan etik, insancıl ve doğru bir ustayla..!

Om
Deniz

Vaha Ada - Burgaz


Kaldırım taşlarından yükselen yakıcı sıcak, ensemde hissettiğim güneşe eklenirken, elleri yükle dolu bir kadına yol vermeyecek kadar kaba ve görgüsüz birkaç adama çarpmamak için durup yolumu değiştiren yine ben oluyorum. “İstanbul’da yürümek” başlıklı bir kitap veya kullanma kılavuzu pekala yazılabilir, çünkü 30 santim kenara çekinmeyi mesele gibi gören ve nezaketin yakınından geçmemiş bir erkek kitlesi çoğunluğu oluşturmakta. Sürekli sağa sola çekile çekile, ve bunu onların varoluşunun, koşullandırılmalarının ve eğitimsizliklerinin bir ürünü olduğunu kendime hatırlatarak geçirgen kalmaya çalışa çalışa, soluması güç havayı yararak elimde sebze-meyve, sırtımda sırt çantam evime ulaşmaya çabalıyorum. Kulağımda her türlü korna, fren, otobüs gürültüsü, atılan saçma sapan laflar ve şehir vızıltısını agresif bir ritim ile gölgeleyen Moby var, “Go” parçasının 14 farklı mix’i dönüp dururken ayaklarım birbirine ancak yetişiyor. Eve varıp bir an önce ince askılı hafif bir ev elbisesi giyinmek, yalın ayak mutfaktaki taşlara basmak ve buzlu bardaktan ayran yudumlamak var aklımda..

Düdüklü tencerenin buharını duyduğumda gevşemeye başlıyorum, güneşliklerin yardımıyla göreceli olarak serin kalmış salonda en sevdiğim köşeye, yazma köşeme kurulup ayran bardağında kalan buzları ağzımda döndürerek “god moving over the face of the waters” eşliğinde sandalyeme yerleşiyorum. Burgaz Adada çektiğim az sayıda resmi yükleyip keyifle iç çekiyorum. Nihan ve Niso ile geçen upuzun Pazar Altan ve benim üzerimizde müthiş yenileyici bir etki yaptı. Sabahımıza yayılan vapur seferi boyunca cam göbeği köpükler ve sulara bakarak vapurun kıçında bağdaşta oturduk; bebekler, köpekler, müzik dinleyen çocuklar, fotoğraf çekenler, poz verenler arasında iki küçük gözlemci olup dalgaların ve martı kanatlarının altında gizlendik adeta. Gözlerimiz biraz uzakları, hayalleri, mavileri taradı, biraz birbirimizi. Kınalı Ada’da dayanamayıp vapurdan denize balıklama atlayan gençlerin yarattığı şaşkınlığın ardından, Burgaz’da indiğimizde taze dövmeleriyle Nihan ve Niso bizi bekliyordu. Soda ve kahve üzerinden hızlıca bir hasret ve tanışma sohbeti yaptık, sonra kendimizi eve ve oradan da Bayraktepe’ye kadar uzanan keyifli bir yürüyüşe bıraktık.

Tempolu inişler ve yavaş tırmanışlarda kertenkeleler eşlikçimizdi; sanırım 8 yaşımdan beri ilk defa bu kadar çok kertenkeleyi bir arada gördüm. Hışırdayan çalılara her kaydığında gözlerim, uzun kuyruklu arkadaşlardan biriyle gözgöze gelerek sürüp gitti yolculuk. 2003’teki yangından sonra ağaç dokusunu büyük ölçüde kaybetmiş olan tepenin inatla yeşillik çalılarla kaplı olması da iç ferahlatıcıydı. Marta koyu ise nefes kesiciydi, gidip koyun ucunda çadır kurmuş efsane insana imrenmemek elde değildi. Aşağılarda, at kestanesi ve çınar ağaçları arasında, hiç biri birbirine benzemeyen muhteşem evleri gezerken Nihan’ların aşina olduğunu siyah kedi yavrularıyla ilk defa karşılaştım, bir tanesi annesinden süt emerken, diğerleri naif bedenleriyle oradan oraya yürüyorlardı. Adanın doğal, sakin ve samimi havasının gevşetici etkisi sürerken, Büyük Klübün önündeki minik seyyar dondurmacıdan taze çilek ve limondan yapılmış katkısız (ve sınırlı miktardaki) dondurmadan aldığımız ilk ısırıkta keyfimiz iki katına çıktı. Senenin ilk deniz sefasının tatlı serinliğine doyamadıysak da, tadı damağımızda kaldı. Ama ardından hayallere, yaşama, potansiyellerimize ve toplumun yeni ve farklı olan herşeye yönelen bastırma ve yıldırma girişimi üzerine uzun uzun konuştuk. Otuzların başlarında yaprak yaprak açılmaya başlayan onlarca duyguyu, uyanışı paylaşırken zaman nasıl geçti anlamadık. Ardından grup büyüdü, keyif büyüdü ve akşam Kalpazankaya’da kıpkırmızı gün batımına eşlik eden sürpriz tandırla pazarımız taçlandı! Vapura son 15 saniyeyle yetişirken elimde günün üçüncü dondurma külahını taşımaktan az biraz utansam da, adanın, dostluğun, güzel anların ve iyi dondurmanın önünde eğilip keyfini çıkarmak dışında yapılacak bir şey olmadığını bilerek adanın yavaş yavaş küçülmesini izledim..

Büyük ada adı üzerinde büyük, hikayeleri, yolları, adanın kendisi gezmekle bitmez, Heybeli ada –bende kalmış bir ilk gençlik sızısı dışında - piknikler ve yürüyüşler için şahane, Kınalı deseniz bir uçtan diğerine denize girilen, en çabuk varılan ada.. Burgaz Ada’yla daha bu ilk ziyaretimizde bize bir başka dokundu; neredeyse evimizde gibi hissettiğimiz, sakinliğine ve kuş seslerine çarpıldığımız, yakındaki bir uzaktı ada. Şehrin fokurdayan kalabalığı, birbirini dinlemeyen insanları, durmaksızın inleyen asfaltı ve bitmeyen uğultusundan sıyrılıp, köpüren dalgalar arasından iki kanat çırpışta konulacak taze bir nefesti ada; yavaş ve derinden...

Bir gün muhakkak koklayın, görün, yürüyün Burgaz Adayı.
Deniziniz, taze havanız, düşleriniz bol olsun..
Deniz

10 Haziran 2010 Perşembe

sorun yok


Yürüyerek kahvaltı edilir mi? İdeallere uymasa da, Komşufırın’dan ciabbata üzeri zeytin/peynir ve yanında limonata alıp, günlerdir yağan yağmurun ardından ilk güneşli günde mavi babetlerle yürüyorsan pekala edilir! Hele de uzun ve karmaşık bir rüyadan uyandıysan, kimi ve neyi kurtarmaya çalıştığını hatırlamıyorsan, yine de kalbinin derinlerinde bir kurtarıcı hissi kımıldıyorsa, ama kendine kahvaltı hazırlayacak kadar bile gücün yoksa, perdeyi araladığında parıldayan güneşi gördüysen ve bir an önce onu teninde hissetmek istediysen, işte o zaman bir elinde ciabbata, bir elinde limonata, güneş gözlüklerinin altında mobil kahvaltını mideye indirirsin. Mistik ve yorucu rüyanı, gece bir anda dökülen sebepsiz gözyaşlarını, ve içine uyandığın “hayat ne kadar büyük” düşüncesini – yarı korku, yarı merakla yoğrulmuş – ardında bırakarak..

Nasıl son üç dört gündür sebepsizce yaşamla dolup taştıysam, dün akşam da aynı beklenmedik hızda yavaşladığını hissettim içimdeki güçlü makinanın. Sanki bir adım geriye çekildi cesaret, biraz sesi kısıldı coşkunun, belli belirsiz bir keder, bir sebepsiz korku yayıldı içime. Sonra bedenin sigorta sistemi devreye girdi, ruhum yıkandı, içim boşaldı, kendimi bıraktım hıçkırıklara. Tıpkı biriken gerginliği,travmayı boşaltırken hayvanların titremesi gibi, biriken ve yüzeye çıkmayan duygular da kimi zaman ağlayarak boşalıyor..

Kelimenin tam anlamıyla o boşluk hakim olduğunda içime, sakinledim, yumuşadım. Hayatın heybeti, bedenin zekası, herşeyin daha büyük bilincin dalgalarıyla akıyor olması, kendi küçük direnç ve yoksayma mekanizalarımız göründü bir an için gözüme. Anlamak isteğim kayboldu. Sadece durmak, dinlenmek ve düşünmemek için izin verdim kendime. Ardından ikinci turuna girdiğim Osho’nun “Çocuk” kitabının sayfaları arasında dolaştı gözlerim, ve yastığıma gömülüp diğer tarafa geçtim..

Yaşamın, ruh halimin, eğilim ve hislerimin “ben” diye adlandırdığım bilinçten bağımsız hareketini artık savaşmadan izlerken, spontane güne daldım. Yürüyerek kahvaltımın ardından gün önümde açılıp kendi tekliflerini sunmaya, patikalarını açmaya başladı, ben de önümde açılan yollara içgüdüsel adım atmaya başladım. Planlamaya çalıştıkça zorlaştığını görünce bir defa daha, bıraktım kendi yoluna aksın diye. Hayatın bir “yapılacaklar listesi” olmadığını karnımın orta yerinde hissettikçe, çok kısa bir süre öncesine kadar neden bu listeye o kadar yapıştığımı, neden bunu çok yaşamsal sandığımı, kısacası kendi kendimi anlayamaz hale geldim! Şu an, yine hiç mi hiç ifade edemediğim bir his içindeyim, baktığım, gördüğüm herşeyde hayatı kutlama hissi var. Hayatın büyüklüğüne, sınırsızlığına, kendi yoluna bir eğilme var. İnsanların gözlerinin en derinlerindeki gerçeğe, cana, yaşama saygı var. Yüzeyde yaşadığımız göstermelik paylaşımlar ve sosyal gereklilik kapsamındaki davranışlardan derin bir sıkıntı var. Bir an önce herşey gerçek oluversin, herkes gerçeğini ifade etsin, gerçek duygularıyla yaşasın, dokunsun istiyorum. Gerçek olmak, yüreklice söyleyivermek. Ve söyleyiveriyorum da bir çırpıda: “En çok istediğim şeyler, arka planda en ödümü koparan şeyler aslında!”:

Tartısız ölçüsüz içimden geçeni söylemek, inanmadığım şeye inanıyormuş gibi yapmamak, istisnasız dürüst olmak! İçimden aktığı gibi ders vermek, insanların beklentilerinden bağımsız olmak, içimden gelmedikçe yakınlaşmamak! İnatla kurumsal formata girmemek, gerekenleri değil - sadece içimin onayladığı işleri yapan bir işletmeyi sürdürmek! İçime doğru gelmiyorsa, ailem de olsa, dostum da olsa, kıvırmadan, yumuşatmaya ve inceltmeye uğraşmadan “katılmıyorum!” demek! Çocuk sahibi olmaya karar vermek, hamile kalmak, doğal doğum yapmak, bir anne olmanın sorumluluğunu almak!! İstiyorum, ve korkuyorum..! Herkes korkuyor. Korkmuyormuş rolüne yatıyoruz ama tavrımızda, bedenimizde, kalıplarımızdaki değişim, içten içe ödümüzü koparıyor. En çok söylediğim, anlattığım, derslerime, sohbetlerime serpiştirdiğim şeyler, aslında en çok geliştirmeye niyet ettiğim şeyler. Sana, ona söylerken kendime söylüyorum aslında. En kendimden emin söylediğim şeyler, fondaki perdenin arkasında dizlerimi titretiyor aslında. İşte gerçek. Ve güzel haber, bunda bir sorun yok. Korkmakta bir sorun yok. Ama korkunun akışı durdurma gibi bir etkisi yok. Benim korkuyla, korkunun varlığıyla rahat etmeyi, onun varlığını onurlandırmayı ve cesaret etmeyi seçme etkim var. Korkmakta bir tuhaflık yok. Hayat çok büyük çünkü, ve bizim derin koşullandırılmalarımız çok küçük. Hayatı alamıyor içeri. Alırsa da çarpıtıyor, ve işte korku orada çıkıyor ortaya. Çarpıtılmış algı, gerçeği olduğu gibi görememek, programlanmış zihin. Korku. Neyse ki ağlamak var, neyse ki dansetmek, sevişmek, şarkı söylemek var, koşmak, zıplamak, bağırmak var boşaltan. Neyse ki disiplinler var, doğru nefes almayı öğreten, kendini dinlemeyi, kendinle kalabilmeyi, her ne varsa olduğu gibi görebilmeyi, ve şu anın içinde rahatlamayı öğreten. Neyse ki aşk var, teslimiyet var, yoga var.

Güneş sanki 3 gündür İstanbul’u sarsan yağmura inat gittikçe yükseliyor, gök pırıl pırıl, hava bildiğin sıcak şimdi. Akşamın kederi, sabahın yorgunluğu, kahvaltımın kırıntısı kalmadı içimde. Gönlümden aramayı geçirdiğim birkaç dost, yazıp toparlayacağım birkaç sayfa, bedenimin bir an önce içine girip solumayı beklediği birkaç asana var. Bugün yin yoga dersim yok, yerine Şiddetsiz İletişim Tanıışma akşamı var. Bu defa ben de katılacağım, içimde serin ve kıpırtılı bir hevesle. Öğrenecek çok şey var, ve yeni bri anlayışın perdesini aralarken içim, tıpkı loş odanın perdesni aralayıp güneşle karşılaşırkenki coşkuyla doluyor. Bilgi, sözcüklerden süzülüp kalbime, bedenime indiğinde, daha sade, daha koşulsuz, daha katkısız bir yaşam için bir arpa boyu daha yol gidiyorum. Bilgi, saf ve güçlü ise, birey birey büyüyor ve yayılıyor, koşullanmaları kırıp, içeri biraz daha ışık alıyor..

Işığınız, güneşiniz, cesaretiniz bol olsun.
Deniz

resim: 'sower with setting sun' - Van Gogh

8 Haziran 2010 Salı

güç

Yağmurda yürüyorsan ıslanacaksın. Haziran demeden botlarını giysen, en su geçirmez trençkotunu çeksen, sırt çantanı ve gövdeni mor şemsiyenin altında saklasan da, su senin zırhlarını delip geçmenin bir yolunu bulur; en azından İstanbul’da! En iyisi buna direnmek yerine, önlemini alsan da ıslanmaya hazırlan…

Suyun gidecek yer bulamadığı şehrimde sabahı Şişli’nin nehirlerinden geçerek açtım; evden çıkarken “acaba?” dediğim botlarıma çıkar çıkmaz şükrettim. Kulağımda “Wilco- Hummingbird”, bir elimde şemsiyem, bir elim cebimde, yağmurla tazelenen havayı derin çektim ciğerlerime, mırıltılarla şarkıya eşlik ederken yanımdan geçen bir taksinin beni sağ yanağımdan sağ ayak bileğime kadar yıkaması bir an canımı sıktıysa da keyfimi kaçırmadı. Yarı ıslak girdim stüdyoya, bu defa “Stretch- Why Did You Do It” çalıyordu fonda, çantamdan kırmadan getirmeyi başardığım 3 yumurtayı çıkarırken şarkıyı taksi sürücüsüne ithaf ettim içimden. Nasılsa normalde takılabileceğim aksiliklere, evimdeki eksiklere, sıkıcı olabilecek pek çok detaya sıkamıyorum canımı. Bu haftasonu katıldığım Bryan Kest Power Yoga Workshop’un da etkisi var bunda biliyorum. Son zamanlarda kendini bulmaya başlayan merkezlenme halime nazikçe dokundu bu çalışma. Üç saatlik yavaş, dayanım artırıcı, nefesin şiir gibi aktığı, bedenlerin sırılsıklam, farkındalığın son derece merkezlenmiş olduğu muhteşem dersin sonunda meditasyona geçmeden önce Bryan’ın söylediği bir sözle gözlerimden süzülen yaşlar ve göğsümden fışkıran o yoğun hissin de etkisi var biliyorum. Yaklaşık söyle bir şey söyledi (ya da ben böyle algıladım): -“Şimdi yoga yapmaya hazırsınız, içinizde daha fazla savaşacak bir şey kalmadığına göre..”

Bryan, yogadaki gücün nefes olduğunu, zihnin sakinliği olduğunu, kendini izlerken doğan şefkatli farkındalık olduğunu deneyimlememize alan verdi. Power Yoga’yı tamamen yanlış algıladığımı, o gücün başka bir güç olduğunu gördüm. Sayesinde asana uygulamanın, yoganın belki %1’i olduğunu, yeniden, derinden hissettim. Başarma itkisine karşı, bedenin sesini dinlemeyi tercih edebildim. Uygulamamı yumuşaklık, dürüstlük ve duyarlılıkla sürdürdüm. Bundan koptuğum anlarda, bazen dışarıdaki, bazen içerideki hocanın sesi beni tutup yeniden o iç hizaya getirdi. Tabi ki terledim de, zorlandım da, titrediğim ve bacağıma kramp gireceğini sandığım anlar da oldu, sınırın etrafında bir dansa dönüştü ders. Bedenim durup dinlenmezsem incinebileceğim sinyalini verdiğinde durdum ve dinlendim. Ama zihin ‘yeter artık bitsin bu poz’ dediğinde nefese geri döndüm, ve kendimi nefese bıraktım, devam ettim. Gücün, kimi zaman yeni bir kas grubunu keşfetmek, kimi zaman kendi zihnindeki sınırını geçme cesaretini göstermek, kimi zaman ise iç sesine ve o ana tümüyle teslim olabilmek olduğunu, yarı titreyerek, yarı iç çekerek, huzur ve keyif içinde hissettim. Çünkü yoga bir savaş hali değil, yoga bir ‘evet’ hali.

Ustaların söylediği gibi- uygulamanızda hiç zorlanmazsanız, nasıl gelişebilirsiniz? Sizi sınırınıza götüren bir uygulama değilse, zorluğun, sıkıntının içinde rahat bir nefesle ve sakin bir zihinle kalabilmeyi nasıl öğreneceksiniz? Kendi kalıplarınızı, otomatikleşmiş tavırlarınızı, yargılayıcı yaklaşımınızı nasıl fark edeceksiniz? Pozdan çıkmak ya da pozda kalmak çatalına geldiğinizde, yol ayrımında hangi sesin zihnin kalıbı, hangi sesin bedenin sağlığını koruma çağrısı olduğunu anlayacak duyarlılığı nasıl geliştireceksiniz? Mat’ın üzerindeki uygulamanızda yogayı, duyarlılığı, dinlemeyi yaşamaya başladığınızda, yogayı her ana, şu ana taşımak, aynı tavrı, yaklaşımı yaşamda devam ettirmek mümkün. Tepkisellik, gerginlik ve duyarsızlık gibi davranış kalıplarımız yogayla yavaş yavaş erimeye, çözülmeye başlıyor. Tabi ki gönülden izin verir ve şu anda kalabilirsek.

Kotum yavaşlıkla kururken çayımı yudumluyorum, dışarıda kesilmeyen yağmur sesine ekleniyor fondaki “Only Molly Knows”. Bu havanın müziği Travis bence.. Yazın ortasında bu tatlı serinliğin de bir etkisi var hepimize, şifasını alıp, zorluklarını dışarıda bırakamıyoruz elbet. Hayır deyip dirensek ne olacak? Yağmur, aynı güçte yağmaya devam edecek, biz de direncimizin yarattığı sıkışmış kaslar, daralmış nefes, ve aksi tepkilerle kalacağız. Evet dersek ne olacak? İçindeki şifayı, doğaya olan dokunuşunu, olumlu etkilerini göreceğiz, ve aynı anda sıkışan trafiği, sırılsıklam pantolonumuzu ve zorlaşan şehir koşullarını yaşayacağız, kaçınılmaz olanı, daha sakin bir nefesle, daha açık bir gönülle. Yağmuru ikiye bölüp, yarısına evet, yarısına hayır diyemeyeceğimize göre, toptan evet demek, ve yağmurun gücüne katılmak en iyisi gibi.. Savaşıp kendi gücümüzden kaybetmek yerine, daha büyük güce katılıp, onunla büyümek.

Güç sizinle olsun :)
Deniz

resim: René Magritte / La Magie Noire
Related Posts with Thumbnails