27 Haziran 2010 Pazar

zaman


Ada’nın gülücükleri, pürüzsüz bebek teni ve sanki konuşuyormuş edasıyla çıkardığı mırıltılı sesleri geride bırakmak güç oldu, ama Gözde’lerle uzun sabah kahvaltısı ve yürüyüşün ardından, üzerimizde birkaç nemli leke, içimizde şeker kokulu bir hisle el sallaşıp ayrıldık. Kucaktan kucağa geçen ve her fırsatta göbeğimizden omuzlarımıza doğru adım adım tırmanmayı deneyen bu minik şahsiyet, incecik saçlarına takılı kırmızı fiyonk tokası ve yazın moda renkleri kırmızı, lacivert ve beyaz renklerde fırfırlı elbisesiyle onlarca fotoğraf karesinin ortasın bir güzel yerleşti. Ada yokken nasıl kahvaltı ettiğimizi hatırlamaya çalıştım, şimdi sanki herşeyin kokusu, tadı, ve tabi odağı başka..

Ada’yı konuşa konuşa eve döndük, Altan Sonisphere’in üçüncü günü için hazırlanırken ben de iki satır yazmak için klavyemin başına geçtim, Canset’le sözleştiğimiz buluşmaya kadar az da olsa vaktim var, tabi tahmin ettiğim sürede kendine gelip toparlanabilirse... Zira dün akşam mezuniyet töreni vardı Canset’in, ve gece de sabaha kadar partisi! Akşamın telaşı tüm güne yayılmış gibiydi, kutlama için gelen halalarımız, annem ve babam bütün günü hazırlanarak geçirdiler; uzun süren tören konuşmaları ve diploma dağıtımı sırasında Işık Ayazağa kampüsün dev spor salonunda kalan seyrelmiş oksijen ve gittikçe ısınan havanın da etkisiyle herkes yarı baygın ama bir o kadar da ayıktı. Alkışlar, ıslıklar ve flaşlar arasında geçen törenin sonunda kepler atıldı, konfetiler yağdı ve kokteyl alanına gitmek üzere kalabalık salon iki kapıdan sel gibi boşaldı. Heyecan, gurur, coşku ve sonrasında temiz havayla karışan bol şarap etkisini bol kahkahalı ve sohbetli bir akşamda gösterdi. Canset olağanca güzelliği ve elindeki bölüm ikinciliği meşalesini doğallıkla taşırken, müziğin sesi mini elbiseli genç mezun kızları kıpırdatmaya başladı bile. Ve sonrasında onlar partiye yollanırken biz de iki gram deniz havası için Hisar’a doğru kırdık direksiyonu.. Bir zamanlar başını eğmeden bacaklarımın arasından yürüyüp geçebilen, gelip minik parmağıyla göz kapağımı itip açarak “abya kaksana” diye beni uyandıran, kocaman gamzeleri ve durmak bilmeyen hareketleriyle evin neşesi olan küçük bebek, bugün alımlı, güçlü ve kendini bilir adımlara sahneye çıkıp iki diplomasını teslim almış, yaşamın her geçen gün gösterdiği bambaşka çehreleri arasında dimdik durmayı ve sabırla gülümsemeyi başarmıştı. Şarabın ve heyecanının çarpmasıyla – annem kadar olmasa da- hepimiz çakırkeyif olmuştuk. Boğazdan geçen gemileri, akşam kuşlarını, ve dolunayın güçlü yansımasını izledik artık gölgesi kalmamış çınarın altında. Herkes kendi yaşamınca, kendi yaşınca bir duygu kokteylinin dibine yuvarlanırken, gecenin loş kucağında hepimize göz kırpan ortak dostumuz, yoldaşımız ‘zaman’dı. Bir bebeğin yalın tenine değince, yağmurdan önce sızlayan dizlerde, aynada değişen çehremizde, her yeni düğün ve cenazede andığımız, kimi kimi yavaşlatmayı hayal ettiğimiz ve her gün biraz daha farkına vardığımız ‘zaman’.

Büyüyen herşeyin ardında bıraktığı anılar, eskiyen fotoğraflar ve zamanlar geçip dururken konuşmalarımızdan, bir süredir babama, anneme daha hasretle sarıldığımı, kardeşimi, kocamı daha derinden kokladığımı, sevdiklerimle daha çok olmak istediğimi anlar oldum. Sanki eriyip hiçliğe karışacakmış gibi tanıdık gülüş ve tınılar, sanki toplayıp biriktirmek istermiş gibi dinlemeye, kayıt etmeye, dokunmaya başladığımı farkettim son zamanlarda. Bazı anlar, bilir gibiyim o anın hep benimle olacağını. Ömründe bir defa açan nadide bir çiçek gibi kendine has ve tekrarsız her an; tıpkı her yaşamın, insanın, aşkın eşsiz olduğu gibi. Eşsiz ve tekrarsız, eşsiz ve geri alması imkansız. ‘Şimdi’ye dair kitaplar ve konuşmalar arttıkça anlamını yitirip klişeleşmeye eğilse de bu sözcük, tekrarlandıkça sıkıcılaşsa da ‘şu anın tadını çıkarmaya’ yönük anlatı ve makaleler, yavaşlayıp nefes alışının hızına indiğinde farkındalığın, anlıyorsun ki şu andan başka bir şey yok. Ve “anı yakala!” onlu yaşlardayken anlamak istediğimiz gibi daima ‘koş git yapacağın ne varsa bir an önce yapıver, bungee jumping yap, paraşütle atla, çıplak yüz, sevdiğin kişiyi aniden öp’ demek değil - tabi yap bunları da ama – dur ve her ne varsa mevcut anda, dinle, gör, kokla, tat, içine çek ve yaşa demek gibi geliyor bana. Tam da bu nedenle elimin uzandığı anda daha özel bir zamanı beklemeyip açıyorum Gladiator Chardonnay’i, babamın kucağına oturuyorum içimden geldiğinde, Canset’le dansediyorum sokağın ortasında, Ada’yı koklarken gözlerimi yumuyorum, kocamı dinlerken gözlerine bakıyorum, en dağıldığım, en yorulduğum anda öfkelenirken öfkemi yaşıyorum, yanaklarım ıslak uyandığım sabahta acımı tadıyorum. Ancak hissederek mümkün otomatikleşmiş hareket ve ritüelleri geride bırakmak. Hissederek mümkün yaşamak ve yaşatmak. Hislerinden uzak insan, uzak yaşamı içine almaktan. Ve çoğu zaman kendinden, bedeninden uzak, statik bir duygu hali içinde, gündelik kalıpların şeklini alan insan uzak hissedebilmekten.

Tam da hissedebilmenin kapılarını açan sanat yoga. Belki sağ ayağının dış kenarını yere bastırabilmeyi, üst kolunu dışa doğru açarken ön kolunu içe doğru çevirebilmeyi, baldırlarını güçlü bir şekilde yere bastırırken çenesini gevşek muhafaza edebilmeyi denerken başlayan o yepyeni hissetme - farketme - anlama süreciyle insanın içine sızan ve yerleşen yoga. Önce öne katlanırken bacaklarını aktif tutmayı, ayakları canlandırmayı, kalça eklemindeki kasları birbirinden ayırt ederken sırtı ve enseyi uzun, yüzü ve pelvik zemini gevşek, nefesi doğal ve göğüs kafesini açık tutmayı anlamaya ve süreklileştirmeye açılan zihin-beden, zamanla o öne eğilmede sadece karnının, ağzının ve nefesinin kalitesini değil, o anki bedensel yoğunluk ve değişimleri, yüzeye yaklaşan anıları ve hisleri, poza ve yogaya dair tepkilerini, ne kadar açık, duyarlı ve şu anda kalabildiğini fark etmeye, bedenini ve özünü hissetmeye başlar. Ve bir defa hissetmeyi, bedenin her noktasını ve her anı bir nabız gibi birlikte atarak tüm farkındalığıyla içine çekmeyi öğrenmeye başlayan çoğu insan, bunun tadını, etkisini, ve yaşamına dokunuşunu bırakamaz. Yogaya zaman ayırmak, yaşama zaman ayırmak demek. Yogaya eğildikçe, yoga uygulamak, yalnızca pozlar ile akan bir dersin içinde değil, pazarda meyve alırken, parkta koşan çocuklara bakarken, yanından geçen bir köpeği okşarken, trafikte beklerken, otobüse binerken, zor geçindiğin bir kişiyle temastayken, işyerinde çalışırken ve daha nice eylem içindeyken de devam etmeye, ene azından zaman zaman mümkün olmaya başlar. Mat üzerinde geçen dersin kabuğu çatlayıp, yaşamının inceliklerine işlemeye başladığı andan itibaren bir yaşama sanatına dönüşen yoga, varlığının, tutumunun, nefes alıp verişinin bir parçası olmaya başlar..

Nasıl aldığın büyük kararlarla, birleşen ve ayrılan yaşamlarla, doğan ve ölen insanlarla derinden dönüşüyorsan, yoga gibi seni sana, bedene, doğaya, yaşamın döngüsüne, mevcut ana yakınlaştıran disiplin ve çalışmalarla da dönüşüyorsun. Yaşamın bir dönüşümler, değişimler örgüsü halinde akıyor yıl üzerine yıl. Yeni geleni kucaklayıp, eskiye veda etmeyi, sevinip kutlamayı, üzülüp yas tutmayı, kimi zaman durup dinlemeyi veya isyan etmeyi tadarak, öyle veya böyle büyüyorsun. Ve bir bebekten bir yetişkine dönüşürken bin bir çetrefilini tadarak toplum içinde büyümenin, yitirdiğin onca değeri geride bıraktığını çok sonradan farkediyorsun. Ancak gönülle yaşanan bir ritüel, bir sanat veya aşkın kendisi yeniden doğarca özgürleşmene alan veriyor. Gönlünü dinlemeye, hissetmeye izin verdiğinde özgürlüğün, gücün, doğum hakkın olan coşkun geri gelmeye, yeniden uyanmaya başlayabiliyor.. Ve bir bebeğe baktığında, onda görüyorsun o doğal varoluşun katkısız, kalıpsız özgürlüğünü. Gördüğünde, bir an dahi olsa anımsıyor ve özlüyor, onu içine çekmek, onu yeniden yaşamak istiyorsun.. Yoga ve aşk, benim için hissetmenin kapısını aralayan, hatta açan iki yol. İkisi de kimi zaman tümden teslim olmanın büyüsüne eriştiğim, kimi zaman bir adım gerisine düştüğüm ama artık teması kaybetmemeye niyet ettiğim...

Evdeki parantez arası birbaşınalığımın mor salkımları öyle tatlı sardı ki heryeri, bıraksam kendimi durmadan yazarım akşamın cılız ışıklarına dek. Oysa verilmiş bir sözüm ve yetişecek bir buluşmam var - gün daha nelere gebe hiç bilmeden, niyet edip yola dökülmek en güzeli. Ben yazımı yazıp planlar yaparken, dostum zaman hiç geri kalmıyor, yelkovan bir tam turunu tamamlarken, Ada’nın pantalonumda bıraktığı iz kurudu bile..!

Zaman ne hızlı geçiyor diye hayıflanmak yerine, hissederek dokunun bugün dokunacağınız ilk kişiye!
Sevgiyle
Deniz

1 yorum:

  1. Ne kadar güzel yazılar yazıyorsun deniz fırsat buldukça keyifle okuyorum bloğunu :)

    YanıtlaSil

Related Posts with Thumbnails