26 Ağustos 2010 Perşembe

tatlı boşluk

Şeftali kahvaltımı doğradım, dolunaya bulanmış geceyi ardımda bırakıp güne başladım. Uzun ağlamanın etkisiyle kasılıp, gevşeyip bütün tortu stressinden arınmış yüzüm düz bir deniz yüzeyi gibi sakin. İçimde ne büyük bir coşku, ne de keder var. İçimde, içine yeniyi almaya açık kocaman bir boşluk var. Seviyorum boşluğu, sevmeye başladım yıldan yıla. Her boşluğa bir cümle, bir kelime, bir program sıkıştırmayı pek seven yapım da değişiyor algım gibi, tenim gibi, yaşamdan beklentilerim gibi günden güne. Boşluğun getirdiği taze ve aydınlık havayı, nefes almaya açılan kocaman alanı seviyorum. Güne hafiflemiş başlarken, gecenin uykusuz saatlerinde yazıp hazırladığım notlar bana bugüne katacaklarımı hatırlatıyor. Bir kaç gündür baş ucuma çakılan lap top’ı alıp salona indiriyorum, kase dolusu buram buram yaz kokan şeftalimi kıyıma çekiyorum, evi hızla toparlayıp esas işe başlamadan önce biraz yazmak için vakit ayırıyorum.

Kuzenim Görkem aradı az önce; gecenin üçünde hala işinin başında çalışırken yazımı okumuş, bir de yorum atmış, sonra da sesimi duymaya karar vermiş. “Ben de şöyle bir ağlayabilsem dedim içimden yazını okuyunca” dedi, “Kadınlar daha kolay bırakıyorlar kendilerini gözyaşlarına, biz de içimize atıp atıp saçları döküyoruz! Bizim için ancak ağlamaya neden elle tutulur bir olay olacak ki ağlayabilelim”. Genellemeler her bünyeye uymasa da, çoğumuzun bildiği gözlemlediği bir gerçek bu. Erkeğin koşullandırılması, erkek çocuğun yetiştirilmesinde var göz yaşı dökmemek, zayıf görünmemek, “erkek” gibi davranmak. Belki çocuğa, koşullandırmaya, psikolojiye dair okumuş ve farkındalığı uyanmaya başlamış bir aile, şimdi, oğlunu böyle kodlamıyor; ama bizlerin arkadaşlarımız, eşlerimiz, kardeş, kuzen ve hatta babalarımız neslindeki çoğu erkek böyle güçlü görünmeye, öfkesini dışa vurabilse de acısını ve düş kırıklığını dile getirmemeye, kederi içinde hapsetmeye koşullandırılmış. Belki yas tutarken dahi çok ağlayamamış, kadınlarına güçlü birer dayanak olmak istemiş, bir araya geldiklerinde sohbeti hep yüzeyde tutup duygulara girmemeye özen göstermiş ve içlerinde saatli bombayla gezmeye başlamış erkeklerimiz. Düşünüyorum da biz kadınlar bir araya geldiğimizde, üç beş sohbet, olay ve durumu aktardıktan sonra hemen derine, insan davranışlarının kaynağına, kendi korku ve kaygılarımıza, heyecan ve aşkımıza, kısacası nasıl hissettiğimize kırarız dümeni. Duygularımızı anlatır, ifade eder, diğerlerinin duygu ve benzer deneyimlerindeki hisleriyle sağlama yapar, birbirimizin yorumlarını alır, hissetme ve empati kurma alanında yayılır dururuz. Eşimden, erkek dostlarımdan algıladığımsa, genelde erkek kardeşlerin ve arkadaşların kendi duygusal koruma alanlarını kapalı tutmaya, bir katmanın hep üzerinde kalarak iletişim kurmaya alışık oldukları yönünde. Altan bana bir olayı aktardığında, “Peki nasıl hissediyormuş?” diye sorduğumda, genelde bir cevap yoktur. Varsayılan histir cevap, veya “anlatmadı..”dır. Çoğu kadının bir cerrah inceliğiyle açıp içine daldığı tenin üzerinde kalır çoğu erkeğin kendi cinsiyle sohbeti. Karıyer, hobiler, arkadaşlar, tatiller, filmler, müzik, teknoloji, kadınlar ve daha neler.. ama çok ender bir erkeği diğerine ilişkisindeki kısır döngüyü anlatırken, ondan hislerine ve duruma dair ince yorumlar isterken duydum. İşte bu iletişime dahi açılamayan hassas bölgede yıllarca birikenler düşünülürse, bir erkekteki patlamanın daha ani, daha güçlü, ve belki de fiziksel bedende olması kaçınılmaz.

Görkem’le uzun uzun sohbet sonrası kahkahalarla kapattık telefonu. Bir kadınla konuşuyor olsam hüzünlü detaylara girip uzatabilirdim muhtemelen, zira aklıma gelen ilk beş isim de sormaya devam ederdi. Oysa Görkem’le az sonra hayata dağıldı sohbet, işe, günlük tempoya, aileye, daha nice şeye. İyi geldi kuzenin destek sesi; ardarda patlayan esprilerle iyice dağıldı dikkatim. Gevşedim ve güne başladım. Açınca monitörü, güzel insanların güzel yorumlarını gördüm bir bir; vakit ayrılıp, hissederek, empatiyle, sevgiyle, deneyimle yazılmış. Teşekkür ettim hayata, dostlarım, ailem için.

Bugün yazılacak yazım, yapılacak duyurularım, atılacak e-maillerim bol. Derin bir nefes alıp kalbimin etrafını yaşamla sarmalıyorum, son şeftali dilimi ağzımda yayılırken yazının sonuna demir atıp, yükselen güneşe ayak uydurmaya başlıyorum. Bedenimin dolambaçsız dilini saygıyla dinlerken, içimin tatlı boşluğu ışıldıyor...

“Günaydın” diyorum, geç de olsa. Gün, aydın.

Deniz

boğulma


Bazen o kadar çok duygu yığılıveriyor ki üst üste, boğulacak gibi oluyorum. Midemden boğazıma doğru ağır ağır yükselen daralma hissiyle nefes almakta güçlük çekmeye başlıyorum. Uzun aralıklarla da olsa yaşıyorum bu duygusal boğulmayı. Yok hayır düşünceler, hesaplar, planlar, yapılacak işlerle hiç alakası yok. Düşünce seviyesinde değil, midemin ortasında ifade bulmayı bekleyen ama benim o yana bakmadığım duygular katmanında. Düş kırıklıklarının bir kaç damla yaşa dökülmeyi beklediği, sevdiğim insanların yaşamda haksızlığa uğradıklarını hissettiğim her anda içimde biriken burukluğun kök saldığı, yüzeyden el etek çeken derin tohum korkuların doğurduğu öfke saçaklarının dans ettiği yer burası. Tükürmek isterken yutkunduklarımın, yutsam da mideme oturanların, isteyip de bir yandan korktuklarımın, başaramamaktan korktuklarımın, daha kötüsü başarmaktan korktuklarımın beklediği yer...

Dudaklarımdan, gözlerimden, kalemimden dışarı dökülemeyenlerin kaynayıp durduğu ve biriktikçe her günün üzerinde ince bir bulantı tabakası gibi yayılan duyguların birbirine karıştığı, birbirini kabarttığı yerden başlıyor yükselmeye bu duygusal boğulma. Meditasyonla - oturarak, dans ederek, şarkı veya mantra söyleyerek, dokunarak rahatlayan, dökülen, dengelenen bir yer burası. Bir süre üstünkörü baktığımda, dinlemeyi ve ifade etmeyi bıraktığımda ise birikmeye başlıyor; ardından bir de ani engebe, dönemeç ve virajlar üst üste geldiğinde duygu yığını boğazıma doğru tırmanışa geçiyor. Yere çarptığım bir yastık, veya kasılan midemden yukarı patlayan bir ağıt olup, hıçkırıklarla bedenimden boşalana dek beni sarsıyor. Bu ani patlayan boşalma öylesine bağımsız ki benden, beden sarsılarak ağlarken, duygular bir renk cümbüşü gibi iç içe geçerek ifade bulurken andan ana geri çekilip kendimi görüyor, izliyor, olan bitene tanık olurken “Nasıl oldu bu şimdi ya, gayet iyiydim bir saat önce?” diyorum bir yandan. “Bu kadar sarsılacak ne var ki?” diyor zihin. Oysa ne oluyorsa duygu-beden ekseninde oluyor. Zihnin biriktirdiği toksinin hislerden çarpıtarak damıttığı ve midemin içine tıktığı tüm duyguları temizleyip kendini bu yıpratıcı karışımdan arındıran yine zekasına hayran olduğum beden. Çünkü beden yalan söylemiyor. Beden daima dürüst, ve yolu gösteriyor. O bulantıyla, o göğsümü sıkıştıran darlıkla, o neşesizlikle. Ve ben değilim başlatan bu temizliği, tıpkı her bir hücrenin kendi çeperleri içindeki gereksiz maddeleri toplayıp seçici geçirgen zarından dışarı atması gibi, tıpkı dokuların kendini mevcut tüm kaynaklarla genlerin izin verdiği ölçüde onarması gibi, tıpkı iyi gelmeyen besin veya içeceği kasıla kasıla dışa atan mide gibi, bedenin bütünü, tüm hücresel zeka bir araya gelip kendini zaman içinde hasta edecek bu duygusal yükün, zehirin atılması için sinyaller veriyor ve en temel sistemleri devreye sokuyor. Ve bedenine izin veren insan, fiziksel atıklar gibi duygusal atıkları da boşaltacak bir zekanın kendi yöntemini uygulamasına izin vermiş oluyor. Ağlamak, bağırmak, belki yastıklara vurmak, belki bedenen sarsılmak, sallanmak.. Bu aşamaya geldiği halde bedenini, hislerini dinlemeyen, bedenin boşalmasına izin vermeyen insan ise ancak mevcut gerginliği daha da büyümeye terk etmiş, daha da derine itmiş oluyor. Beden en katı en elle tutulur katman; burada dahi hissedebildiğin bir sıkıntı varsa, artık düşünceden duyguya, duygudan fiziksel boyuta kadar inip bas bas bağırmaya başlamış yığına bakma zamanı gelmiş de geçiyor. Ve bakmadıysan artık bedendeki sıkışmış gerginlik, hormonlardan başlayarak sistemi zorlamaya, hasara uğratmaya, yormaya, kim bilir belki fonksiyon bozukluklarına doğru götürmeye başlıyor...

Hıçkırıklar durulup, göz kapaklarım hafifleyip, yoğun boşalmanın ardından nefesim derin ve engelsiz bir hale geldiğinde, bu içsel manevrayla bertaraf olan duygusal boğulmadan geriye sadece neleri içime tıkabildiğime dair apaçık resimler kalıyor. Birine “Korkma” derken ona güç vermek için kendi korkumu nasıl sakladığımı, birine tepeden tırnağa güvenip ondan darbe aldığımda sanki buna hazırmışım gibi rahat davranmaya gayret ederken içimde kalan kırıklığı, kendimden beklentilerimi gerçekleştiremediğimde oluşan ve yoksaymaya yöneldiğim memnuniyetsizliği, korkumun nasıl da benden bağımsız bir çok durumu algılayışımı çarpıtabildiğini görüyorum. Aylarca dengeli sularda yelkeni rüzgara göre çevirip, göğü ve havayı takip edip, denize kulak verip denizle hareket etmeyi öğrendikten sonra, biraz gözlerimin daldığı bir vakit aniden tepetaklak olmak daima mümkün, görüyorum.

Hep farkında kalacak, farkında olduklarının akıp ifade bulmasına izin verecek, kim ve ne pahasına olursa olsun içine atıp bırakmayacaksın. Biraz gözden kaçırdıysan, merkezinden koptuysan, hissetmediğin gibi davrandığın durumlar atlattıysan da içinde biriken ve biriktikçe seni tıkayan duygusal düğümü çözülmeye, boşalmaya bırakmanın bir yolunu bulacaksın. Hiç biri olmadıysa ve aniden gözlerinden yaşların, dudaklarından bir ağıtın dökülmeye başladığını, yastıkları yumruklayıp bağırmak istediğini farkettiysen de, kendine güvende hissettiğin bir ortamda bu gelen itkiyi serbest bırakıp, içindeki tıkılı bin bir duygunun bir bir dökülmesine alan ve zaman açacaksın... Dürüstlük, duyarlılık ve açıklıkla durup, sadece sevgiyle, sabırla, tanık olarak orada kalacaksın. Ta ki duygusal birikinti yerini saf boşluğa bırakana dek...
İşte o zaman şifa kendiliğinden gelecek.

Deniz

15 Ağustos 2010 Pazar

fazlalıklar

Ağustosu var gücümle yuvarlamaya uğraşırken iklimin gitgide ağırlaşan kolları her an omuzlarımda. Sokakta, derslerde, toplu taşıma ve kısa yürüyüşlerde, elimde pazar çantam sebze-meyve seçerken, bir görüşmeden diğerine yetişirken terlemenin ve yorgunluğun yeni bir boyutunu deneyimliyorum sürekli. Sabrım sınanırken diğer uçta burnum, genzim yanıyor; kuru ve serin klima havasıyla nemli ve sıcak şehir havası arasında mekik dokuyan bedenim, uyum göstermeyi reddetmeye başladı. Her fırsatta duşa girmek, bol su içmek, günde sayısız atlet-çamaşır değiştirmek işe yaramıyor. Klimasız evde duramaz, uyuyamaz oldum. Evde ölçüyü ince ayarlasam da, alışveriş merkezleri, sinemalar, girip çıktığım dükkan ve ofislerin 16-18 derece aralığındaki klimatize havaları, ardından sokağa çıktığımda canıma okuyor. Neticede gün boyu hapşırmaktan, genzimdeki sürekli kaşıntıdan ve sulanan gözlerimden bitap düştüm. Sızlanıp şikayet etmeyi sevmem ama, zaten uzun ve yorucu geçen kışın ardından beklediğim yaz bu değildi... Gerçi herhangi birşeyi beklemek ne kadar anlamlı o da bir başka nokta; ancak insanın doğasında var beklenti...

Bunaltıcı havanın verdiği yorgunlukla kolkola girmiş bir başkası daha var, yüzünü bir türlü tam göstermeyen, rengi sesi anlaşılmaz, girdiği yeri karıştıran ve tutunacak sabitlik bırakmayan yanar döner bir silüet; belirsizlik! Kimi zaman kollarında tamamen gevşeyebildiğim, kimi zaman dip köşe kaçıp saklanıverdiğim. Tabi ki yıllar geçtikçe belirsizlikle daha rahat olmayı, bilmediğim alanda adım atmayı ve rahat nefes alıp vermeyi öğrendim deneyimle, hislerle. Ancak zaman zaman kontrolcü ve plancı yanım baskın çıkıp kendi konforunca, mantığınca ve verimlilik hesabınca yazıp çizmeye başlıyor. Böyle zamanlarda belirgin dış hatları, sınırları ve hesaplarıyla netleşen bir konfor alanında biraz daha sağlamcı, güvende hissetmek tohum korkularımı rahatlatıyor, eski kalıplarımın yüzeyini okşayıp rahatlatıyor. Ama hiç vakit geçirmeden denge bozuluyor, sınırlar dağılıp erimeye, planların ortasında beklenmedik ani durum ve hikayeler sivrilip yükselmeye, iğne deliği rastlantılar gelip üst üste binmeye ve konfor alanı sallanarak bölünmeye başlıyor. Sanki yaşam, bilinç – bana da dahil olan ve bende de bir akış bulan – bana anımsatıyor yırttığım eski sözleşmeleri, artık gerek duymayıp bıraktığım alışkanlıkları, eski konfor anlayışımı. Geride bıraktığım(ı sandığım?) duygusal bağımlılıklara yeniden sarılıp kök salamadan, kontrolümüz dışı ve ötesindeki sürekli değişimin, büyük bilincin ufak bir hatırlatmasını geçiyor. İlk an “ne yapacağım şimdi?” diye düşünmeye başlarken, kısa bir müddet sonra bütün bu kaosun, adeta benim yükselen kontrol eğilimimle eşzamanlı yükseldiğini, ben örneğin 3 birim kontrol ereğiyle kabardığımda, yaşamın bunu dengeleyecek 3 birim kaosla bana yanıt verdiğini, zıt kuvvetlerin birliğini ve yaşamın kendine has dengesini hatırlıyorum ve kesiliyor bin bir düşünce. Düşünerek kavranamayacak gerçekler, varılamayacak yerler var. Bir yanım planlamaya devam ederken diğer yanım hafife alıyor yaptığım programı. Ben de izin veriyorum kendiliğinden gelen, o anda oluveren akışa. Herşey ve hiçbirşey olan büyük bilinçle savaşmak bir seçenek olabilir mi zaten? Sıcaklarla da, belirsizlikle de savaşamıyorum. Savaşmayı denediğimde hep bir yanda kendim yara alıyorum. Bütün bu hikayenin sonunda er ya da geç, dönüp dolaşıp yüce sözcüğe geri geliyoruz: “Evet!”...

Onca zahmetle sürdüğüm ojelerin yarım saat geçmeden bir köşesinden dökülüşü gibi, Scrabble oynarken hazırladığım 7 harfli sözcüğün yerleşeceği köşenin kapılması gibi, ödüllü bir filmi izleyeceğiz diye oturduğumuz akşamda kesilen elektiriğin bizi balkon sefasına taşıması gibi.. Apansız değişiyor herşey, irili ufaklı. Özen ve arzuyla tasarlayıp planladığımız seyahatin ortasına yerleşiyor zorunlu bir başka görev. Dönüp evet diyene kadar iptal oluyor bir teklif. Nefes alış veriş hızında yer değiştiriyor piyonlar birer birer. Ajandalara yazılı sözcükler tippexle siliniyor tane tane. Ben de izliyor, görüyor, tanık oluyorum sürekli değişime.

Eski bir dostum bana derdi ki “Senin en büyük zayıflığın yaptığın planlara, sarıldığın hayallere çok takılman. Ufacık bir değişiklik seni darmadağan ediyor..!” On yıl önce bunu değil kabul etmek, duymaya tahammül etmek bile yoktu benim için. Oysa içine daldığım özkeşifçi ve dürüstleştirici öğreti ve uygulamar içinde, kat kat soyulurken varlığımdan bağımlılıklarım, inançlarım ve kalıplarım, yüzleştiğim en zorlu örtülerden biri oldu ve olmakta herkesin temel sorunu “kontrol yanılgısı”... Kendime daha yakından bakmaya cesaret ve güç bulmaya başladığım andan beri soyunmak ve yalınlaşmak kendiliğinden geldi. Soyuldukça kabuklar, yaşamın doğasıyla daha barışık, daha halinden memnun, değişime daha kolay evet demeyi öğrenen bir Deniz çıktı meydana. Daha özgür, daha coşkulu, varolan andan zevk alabilen. Ve sonra esas soru çıkıp geldi soruların arasından: Peki aslında o kabukları soyan, ya da kabukları soyulan, öğretiler ve arayışlar içinde yol alan kim..?

Rodin’e nasıl heykel yaptığını sorduklarında, “Ben aslında birşey yapmıyorum, onlar taşın içinde var, sadece fazlalıkları atıyorum.” demiş ya hani; arayan insan da bir ömür fazlalık atıyor, özdeki, merkezdeki gerçek varlığı bulmaya çabalıyor: oraya varıp varmayacağını, varılacak bir yer olup olmadığını ve varmaya çalışanın aslında kim olduğunu bilmeden...

Deniz

resim: Hands/ Rodin

2 Ağustos 2010 Pazartesi

adaptasyon


Puslu, yarı karanlık ve rutubeti yüksek sabahın yapışkan dokunuşuyla uyanıyorum. Bilincim açık, gözlerim kapalı, odadaki sesleri dinlemeyi ve ucundan kopup düşüverdiğim tuhaf rüyayı hatırlamayı sürdürüyorum; adım adım geriye gidip rüyanın gizemini çözmeye uğraşıyorum. O yaşlı garip adamı kolundan tutup eve, tanıdığım biriymiş gibi getirmemin arkasında bir plan var ama ben daha o temel niyete ulaşamadan rüyanın ipleri çözülüp dağılmaya başlıyor.. gözkapaklarım ve pike aynı anda kalkıveriyor, pencereden dışarı tutuyorum yüzümü ama bir damla serinlik yok. Derken tenime aydınlık bir duygu yerleşiyor; içimde çiçek açan şeker pembesi tomurcuklar sabahın planını müjdeliyor, Çelen’le kahvaltı!

Özleyince dostumu, gözlerinin içine dalıp uzun uzun dinlemek, boş bir kase gibi durup bana dökülüşünü içime çekmek, eriyen kar suyunu yudumlayan bir göl gibi tazeliyor özsuyumu. Önce dinliyor, sonra anlatıyorum, sadece Çelen’in duyabileceği yerden akıyor cümlelerim, onun dokunduğu, hissettiği, duyduğu yer başka çünkü. Ne zamana, ne sebebe, ne de koşula bağlı dostluk. Sadece gönüle. Ve gönül, gönüle açılmayı bildiğinde, iki açık gönül kucaklaşabildiğinde, o en yalın, en duru haliyle görünür oluyor gerçeğimiz, yüzümüz, göz bebeklerimiz... Kahvaltının kokusuna karışıyor sohbetin ılık şerbetsi tadı. Ağzının ne dediği değil, o an özünden özüme akanla olup bitiyor herşey. Kucaklaşıp ayrılıyoruz sabah yuvarlanırken ağır ağır, ben de uzun bir yürüyüşe başlıyorum, adımlarım birbirini izlerken günün işlerini diziyorum sıraya zihnimde.

Tamamlanacak, bitecek ve başlayacak ne çok şey var bugün. Ağustos’a merhaba diyorum içimden, yeni bir sayfa gibi gelip açılıyor önüme yeni ay, bildiğim ve bilmediğim nice yokuşları, tırmanışları, virajlarıyla, taze dökülmüş asfaltları ve çetrefil dağ yollarıyla.. Biliyorum ki ilk karşılaştığım anda şaşırıp donakaldığım, ya da sevinçten zıpladığım herşey, yavaş yavaş yerleşiyor beynime, yeni bir nöron ağı oluşturuyor üzerinde düşündükçe, dinledikçe, okuyup öğrendikçe, strateji geliştirdikçe. Ve bir an “yeni” olan, bir an sonra hayatının gerçeği oluyor. Tüm yabancılaşmaya, tüm garipsemeye rağmen herşeye alışıyor insan, her gerçeğe. Kişinin gerçeklik olarak algıladığı ve bildiği zemindeki değişmez olgusal gerçekler örgüsü, kimi zaman ağır bir olayla, kimi zaman derin bir inzivayla, ancak kişi kendiyle, yaşamla, “olan”la doğrudan karşılaştığında sarsılmaya ve dönüşmeye başlıyor. Tıpkı ortaokulda kare ve karekök almayı, eksi ve artıyı iyice öğrendikten sonra bir gün karmaşık sayılar başlığı açılıp karesi “-1” olan “i” sanal sayısıyla karşılaştığımız an gibi. Matematikle yürürken gittikçe sınırları genişleyen, hipotez ve teoremleriyle zemini oturan mantık ve hareket alanının, yeni bir bilgi girdiğinde hafifçe sarsılıp yeniden yerine oturması gibi. O güne dek olabileceğine inanmadığın, hatta olmayacağından kurallarla, mantıkla, kimi zaman duygularınla emin olduğun bir deneyim apansız gerçekleştiğinde, duvarları sallanmaya, çatısı dökülmeye, camları kırılmaya başlayan o binada tek başına oturup yerle bir oluşunu, ve belki dökülen parçaların seni yaralayışını izlediğinde “yeni”nin doğacağı enkaza bakıyorsun aslında. Yeni bilginin, yeni gerçekliğin, ve yeni değerlerin doğacağı belki de. Duygusal dengen, meditasyon halin, bedensel gücün, çevrende sana destek veren insanlar gibi pek çok faktörün seviyesi etkiliyor yeni binanın hangi hızla eskinin enkazından yükseleceğini. Ama er ya da geç temelleri, kolonları, kirişleri, odalarıyla önünde oluşmaya başlıyor yeni gerçeklik. Ve sanki hep oradaymış gibi bir alışmışlık, bir rahatlıkla yerleşiyorsun içine..

İnsan, adaptasyon yeteneği çok güçlü bir varlık. Gizemlerle dolu beynimizin öğrenme, işleme ve aktarma yeteneği, hafızamızın zamanı içeri buyur edip etrafı puslu örtüsüyle kaplamasına göz yumuşu, yaşamın zihinde her bir an yeni bir gündem oluşturacak yoğunlukta işaretler, karşılaşmalar, ilham ve düşler uyandıran tılsımlı parmakları bizi sarmalayıp, her yeni duruma uyum sağlayacak, alışacak bir bilinci mümkün kılıyor. Aklın erişemediği, anlama gayretinin beyhude kaldığı sonsuz okyanus “olmaya” devam ederken, dalgalar da andan ana dönüşerek ve adapte olarak harekete devam ediyor.. hem her an yeni, hem de özde aynı olduğunu bilmeyerek.

Puslu sabah daha da puslu öğlene gebe, elimde mavi alışveriş çantam, içinde yumurtalar ve ekmek, ayaklarıma dolanan şehire takılıp tökezlemeden evimin kapısına varıyorum. Rutini otomatikleşmiş beden hareketleriyle sürdürürken, kulaklığımdan konuşuyorum sevdiğim pek çok insanla. Geçtiğimiz haftanın bende yarattığı sallantılar ve adaptasyon sürecini ardımda bırakıp bir düğüm atıyorum zamanın fitiline. Ağustos ve Eylül kaçamaklarının planlarını işlerken düşlerin ilmekleriyle, akşamki yin yoga dersinin müziklerini diziyorum bir yandan ilmeklerin arasına. Bir yanım planlarken, bir yanım geride bırakmaya devam ediyor. Evden çıkmadan şimdiyi doya doya, koklaya koklaya, içine dalarak ve teslim olarak yaşamak için bir saatim var.. Şimdi’yle pek çok yerde ve şekilde buluşuyoruz başbaşa; ama iki yer var ki, onlar pek gözde. Biri yoga, diğeri yazmak.. İki kardeş gibi benziyorlar birbirlerine, ve iki kardeş gibi bambaşkalar..

Duruyorum, derin bir nefes alıyorum, ve ayaklarım beni klavyeye taşıyor. Ellerim de tabi, ayaklarımı takip ediyor...

Deniz
Related Posts with Thumbnails