23 Mart 2010 Salı

Bozulma

Yutkunuyorum, ders anlatırken sesim gidecek gibi oluyor, pozları göstermek gittikçe güçleşirken, nefesimi toparlayıp ara dinlenmelerde merkezimi bulmaya odaklanıyorum. Sesim dışarı ulaşamıyor gibi. Enfeksiyonu antibiyotiksiz ve ayakta geçirmenin küçük hediyelerini avuçlarıma alıp, normalden çok terleyen bedenimi dinlendirecek parantezler açmaya çalışıyorum. Bugün, o gelmesini istemediğimiz ama arada bir sarı yüzünü gösteren günlerden biri; bedenim bitkin, zihnim dolambaçlı, en sevdiğim insanın dahi sesini duymak istemediğim, kendimle başbaşa kalmak istediğim bir gün. Ne güneş, ne hava, ne de diğerlerinin varlığı biraz açabiliyor içimi. Kapatıp bütün perdelerimi, spiraller halinde kıvrılarak kendi içime, sıcak, suskun sığınağımda kalasım var. Cevaplamam gereken e-mailler, özel ve iş mesajları birikirken, yapılacak işler listemden gönülsüzce siliyorum bekleyen fil işleri bir bir. Otomatikleşmiş hareketlerle, ardımda bırakıp bitsin diye yapıyorum, kalbim burada değil. Sanki her sildiğim satırdan sonra iki yeni satır ekleniyor notlarımın arasına. Suyun dibine doğru batar gibi hissediyorum kendimi, kollarımı kıpırdatacak halim yok..

Dışarı çıkıyorum, tek hedefim eve varmak, sıcak duş, biraz dinlenme, biraz kendim, sessizliğim. Kimseyi görmek istemiyorum, kimse de beni görmesin. İçimde E.S.T Goldwrap çalıyor sürekli, insanların arasından yürürken dört bir yana dağılan zihnimin nefes nefese koşusunu anlatacak başka bir ritim yok. Bugün, o günlerden biri; başımı nereye çevirsem bir talep, bir istek, bir uzantı var, birbirini takip eden her bir anda çözülecek yeni bir ilmek çıkıyor karşıma, anlaşılacak ve giderilecek yeni bir sorun. Bugün, o günlerden biri, mümkün olsa bir kaç saatliğine dünyanın yüzeyinden silinip ulaşılmaz olmak istediğim. Yolda yürürken insanlarla karşı karşıya gelmeye dahi tahammülüm yok. Durup, derin bir nefes alıp bağırmak istiyorum “Yeter!”...

Eve girdiğimde dinleneceğim bir köşe göremiyor gözlerim; gördüklerim yıkanacaklar, boşalacaklar, toplanacaklar, pişecekler ve değişecekler. Hasar gören ve tamir edilecek şeyler. Bozulan, kırılan, tamir edilmesi gereken herşeyden bıktım. Eşyanın, evin, maddenin, bedenin yorulmasından, eskimesinden, bozulmasından bıktım. İstiyorum ki herşey aynı gücü, tazeliğiyle çalışsın, malzemeler fatigue efekte uğramasın, çatlamasın, kırılmasın, sarkmasın, inceldiği yerden kopmasın; dokular bozulmasın, eskimesin, yıpranmasın, yaşlanmasın. Yine, yeniden, bozulmaya, yaşlanmaya, eskimeye duyduğum bütün içsel direnç dipten yüzeye vurmaya başlıyor. Yani doğanın kendisine, yani akışa, yani ölüme..?

Dünden beridir içimi yoklayıp duran “at herşeyi, boşalt her yeri, hafifle” meydana çıkmış, zıplamaya başlıyor. Dolapları indirip, eşyaları kolileyip, artık bana ait olmayan herşeyi vermek istiyorum. Sürekli terleyen bedenimin soğuk terine biraz da ben katıp, evin dört bir yanını indirmek iç açıcı geliyor. Bozulan bazı şeyleri tamir etmeye vakit ve enerji dahi harcamadan yok etmek, gözümün önünden kaldırmak istiyorum. Daha fazla bozulma görecek halim yok. Bugün değil.

Aynı güçlü ritim dönüp duruyor fonda, özellikle bırakıyorum kendimi duygunun içine, kaçmadan, üzerini örtmeden, bedeni ve zihni başka birşeyle meşgul edip unutturmadan bu hissi, içine gömülüp görmek istiyorum kendimi. Çünkü ben buyum.

Dün gece rüyamda, bir süredir konuşmadığımız eski bir dost var. Yanlışlıkla ona atmışım, başka birine yazdığım uzunca bir mesajı. Cevaben bana diyor ki, “bunca zaman bir selam etmedikten sonra, şimdi bunca yazmışsın bana, nereden çıktı?” ve rüyamda bile kaçamak bir cevap arıyorum. Çünkü o kapıyı ben çalmak istemiyorum. Bozulan, kırılan ilişkileri onarmak istemiyorum. Bozulmaya başladığını hissettiğim noktada bir can simidi atıyorum son bir gayretle, ve eğer tutunursa, gayrete devam ediyorum. Ama tutunmazsa ben de bırakıyorum, dönüp sırtımı. Belki o kişinin istediği, beklediği bir gram daha gayreti göstermiyorum. Çünkü kendimce, kendi sınırlarımca elimden geleni yapmışım. O ise daha büyük bir adım, ya da gösterge bekliyor benden. Belki gözlerimi gözlerine dikip hissettiklerimi söylememi, belki de hatalı olmadığıma emin olsam da, onu kırmış olabileceğim için özür dilememi..

Bugün bir uyarıyla dürtüldü hafızamın kapalı bir kapısı; aralandığında üniversitedeki bir projeden başlayıp, ortak bir girişim denemesine, eski ve uzun bir dostluktan, kısa süren bir ilişkiye kadar uzanan bir dizi olay belirdi gözlerimin önünde. Gönüllü olarak içine adım attığım, ve ardından içinde hapsolmuş hissedip yarıda bıraktığım proje, “elimden gelenin en iyisi” olduğuna inanarak yaptığım son konuşma ve yazışmalar, üzerimdeki yükü hafifletmek için inanmayarak dilediğim bir özür ve bir defasında tüm izlerimi silercesine ortalıktan yok oluşum... Tek tek hatırladığım bir kaç olayda, bana göre hata olmayan, salt benim tercihim olan, ancak o kişiyi içten içe yaralamış, hayal kırıklığına uğratmış, yarı yolda bırakmış olan bazı kararlarım olabileceğini anlıyorum. Belki de, o son konuşmalarda, yazışmalarda ahkam kesen, ve doğru dürüst bir yanıt almadığında “ben dalı uzattım, o tutmadı” diye içini rahatlatan ben, sonu hazırlayan süreçlerde kendi bencilliğim, önceliklerim ve isteklerime dalmış, diğeri için yolu ne kadar zorlaştırdığımı hiç görememişim. Görsem de, kabul etmemişim. İlişkide, yolda bozulma başladığında, başımı diğer tarafa çeviren, kesip atan benmişim. Bozulanı tamir etmek için içten ve dürüst bir girişimde bulunmazken, yüzeyde gerekeni yapıyor görünmek için topu havada bırakan son bir göstermelik adım atan.. Ve tabi benim bir anlık kapı çarpması gibi hissettiğim kopuş, diğer uçta haftalara, aylara yayılmış bir yükmüş belki de.. Olasılıklara dalınca geçmişin çehresi, rol ve tanımlarımız nasıl da değişiyor... Salt gerçeğe tanık olmak için bakmayı denediğimizde, kim olduğumuza dair kalıplarımız nasıl da kolayca şekil değiştiriyor.

Bol suyun, müziğin, ve hissedip anladıklarımın arasından sızan kelimelerin ardından ruhen biraz daha sakinleşmiş gibiyim. O gerilmiş karnına bir neşter dokunsa çatlayacak gibiydi zihnim; genzimden geriye uzanan hisler boğazıma, ifademe dokunuyordu. İfade ettikçe küçüldü sanki boğazımdaki kara delik. Yine de görmek istemiyorum hiç kimseyi. Akşamki dersime kadar tek isteğim biraz olsun rahatlayıp, dinlenip, toparlanmak. Şimdi, müzik derinden devam ederken, evi biraz olsun toparlayıp, yakamdan paçamdan çekiştiren dolap temizliğine girişmek için doğru zaman. Ritim yumuşarken, bedenim biraz daha eforla terleyip, ardından sıcak duşun iyileştirici etkilerini kucaklayacak.

Görmekten keyif almadıklarımızı da görüyoruz bir gün, bugüne dek hangi kimliklere büründüğümüzü görüp, tüm bu anıları olduğu gibi onurlandırarak, ve eğer dilimiz izin veriyorsa özür dileyerek geçmişi ve şimdiyi şifalandırıyoruz;
Bir yandan geçmişte yaptıklarımızın “şimdi” kim olduğumuzu belirlemediğini bilerek.

Duyguyu, bilgiyi, gerçeği özgür bırakabilmek, özgür olabilmeye ilk adım.
Açıklık ve samimiyetle,
Deniz

12 Mart 2010 Cuma

can

Cuma sabahı, ayaklarımı hafifçe birbirine sürtüyorum ısınsın diye, terliğim kim bilir nerede? Evde temizlik gününün inceden yayılan deterjan kokusu, açık pencerelerden giren serin havaya karışıyor. Keşke camlardan süzülen tek şey günışığı olsa, oysa muhteşem güneşe rağmen hava inadına serin. Bütün güneşlikleri kaldırıp göz kamaştıran aydınlığı dolduruyorum salona, bambuların yaprakları hafif esintiyle sallanırken, nar çiçeği ojelerle baharı davet etmeye çalışmanın gülünçlüğünü farkediyorum. Bahara var daha, şuna evet deyip atkını sarın ve çık dışarı, değil mi.. halbuki içimde ince hırkasını giymiş, kısa pantalonun altına renkli spor ayakkabılarını çekmiş, güneş gözlüğü ve pembe yanaklarıyla gezmek isteyen bir kız var. Yıllardır doğumgününde bir gram güneş görmeyi bekleyip, İstanbul’un sabırsız bahar yağmurlarıyla karşılaşan, yirmileri geride bırakmasına bir kaç hafta kala teninde güneş, içinde yaşam aşkıyla yanıp tutuşan bir kız. Aynı kız onlarca dalgalı duygunun, dokunmak üzereyken aniden hiçliğe karışıveren algıların, yapıldığı an değişmeye başlayan planların içinde dolaşıyor. Otuzun düşbahçesi renkleri, geçince birşeyin değişmeyeceğini bildiğim kocaman ve süslü kapısına rağmen, son birkaç haftadır birşeyler dönüşüyor içimde. Tanımlamakta güçlük çektiğim bir tutku “yaşamaya” dair; aldığım nefesten, nefesin varlığından, onbinlerce yıllık evrimin ürünü hücresel zekadan, bedeni, iç hareketi, beş duyu ve ötesindeki tüm algılardan gelen tinsel keyif. Ve belki de bu zevk ve lezzet dolu hislerin örtüsü altında uzanan dümdüz, yalın ve beyaz gerçek, ölmek.

Sanki gözlerimi başka biri açtı, ya da elimi kıpırdatan ben değilim bugün. Ve ben değilim yapan ve yapamayan. O asanaya giremeyen ben değilim, giremediğini düşündüğü için denemeyen de değilim. O harika ıspanağı pişiren, o çanağı kıran, o dersi veren, yolda yürüyen, dokunan, korkan, özleyen, anlatan, dinleyen de ben değilim. Yaptığım herşey önemini yitirmeye başladı, ya da daha doğru ifade edeyim: Ciddiyetini. Ben vermiyorum kararları, kararlar benim içimden akıyor. Ve tam da bu noktadan doğuyor, en küçüğünden, en büyüğüne attığım adımların her birinin, onca düşünmeye, tartmaya rağmen, aslında bir domino serisi gibi birbirinin ardına dizilmiş, ve dervilip bir diğerini harekete geçirmeye hazır oluşu, hepsinin aynı kaynaktan akışı. Sürdüğüm ojeden, saçımı nasıl topladığıma, yürürken hangi şarkıyı mırıldanıp, zorluklar karşısında ne tepki verdiğime, hangi işte çalıştığımdan, hangi kitabı seçtiğime kadar, hepsi “ol”uyor sadece, ben de “ol”uyorum. Anlar gibi oluyorum, bu oluş halinde kontrolün ne kadar sanal bir tavır, bir inanış olduğunu, akan zamanın ve nefesin özgürlüğü kadar özgür olduğunu duyguların ve yaşamın. Ve gece yanında yatarken uzanıp elini ellerimin arasına aldığımda sevdiğim adamın, biliyorum, bir gün olmayacak ya benim ellerim, ya da onun elleri; ve o günü bilmiyorum. Annemin gözlerine bakıp dilinden dökülenleri, babamın omzuna yaslanıp ellerini saçlarımda gezdirişini, Canset’in canla dolup taşan aşkının tenindeki pırıltısını dinler, izler, hissederken, birlikteyken, onların içinde erimeye, onların varlığını en derinde hissetmeye,– asla doyamayacağımı bilerek- onları sevmeye bırakıyorum kendimi. Hepsi aynı anda, şimdide uyanıyor. Şimdi varken, herşey var. Ve şimdi varken, başka bir zamanın hikayesine dalmak yerine, şimdinin özsuyunu çekiyorum içime. Geçiciliğin damakta bıraktığı buruk ama vazgeçilmez lezzeti damarlarıma kadar duyup, benle, benden, bana akan herşeyin akmaya devam edişini izliyorum. Gözlerimi kapatıp, akan nefesin başına buyruk ritmine bıraktığımda kendimi, “dışarı” sandığım yerden, “içeri” sandığım yere doluşunu ve içeriyi dışarıya bağlayışını hissediyorum yaşamın. Can, sen ne güçlü, ne doyulmaz şeysin..

Büyümek, ya da yaşlanmak diye birşey var mı bilmiyorum gerçekten, ama yaşamak var; gerçekten, özden, hissederek yaşamak var. Bütün hisleri, eğilimleri aynı açıklıkla dinlemek, onurlandırmak var. Farkındalığının serpilip yeşermesini isteyişime de, bunun benim isteğimden bağımsız olduğunu bilişime de, herşeye rağmen ölümden korkuyor oluşuma da, zihnen algılayıp kabul etmenin kalben bilmek olmadığını anlayışıma da, daha iyi olmak isteyişime de, olduğum gibi iyi olduğumu hissettiğim anlara da, dinleme yeteneğime de, eleştirilere kulak tıkama eğilimime de, tümüne, bana dair, bana ve benden akan herşeye aynı açıklıkla, içtenlikle ve duyarlılıkla bakmak, olanı olduğu gibi onurlandırmak var. Tüm bu havada yürüyormuşum hissi, yaşadığım anların slow motion’a dönüşürcesine derinleştiği zamanlar da, kaybetme korkusunun aşka karıştığı, yogamın sonunda yere kapanıp kaldığım lütuf anları da, annemi ve babamı daha çok görmek isteyişim de son zamanların kabaran hisleri. Bu hisler otuzun bahçesinden mi yayılıyor, yoksa kendimle daha fazla vakit geçirmeye başlamaktan mı, bilmiyorum. Olanı olduğu gibi onurlandırıyor, yaşamın önünde eğiliyorum.

Güneş çekildi iyice, soğuk daha da bastırırken öğle dersi için evden çıkma vakti geldi. İçim kıpır kıpır, parmaklarımın ucunda nar çiçekleri, kulağımda Coldplay, en uzun atkımı sarıp boynuma, sırt çantamın önüne düşüp yürümeye hazırlanıyorum. Yıllardır takmadığım bir kolyeyi bulup boynuma geçiriyorum, apar topar bir topuz toparlayıp, klavyenin başından ayrılıyorum..

Soğuğa rağmen bir bahar var içimde, hem ilkbahar, hem sonbahar, hem dallara yürüyen can, hem de dallardan geri çekilen..
Sevgiyle kalın...
Deniz

4 Mart 2010 Perşembe

Slow down..

Cebimdeki hazır bozuk paraları şıkırdatarak indiğim merdivenlerden sonra karşıma çıkan tıkalı trafik, taksiye atlayıp 3 dakikada evde olma planlarımı bozunca, derin bir nefes alıp son bir gayretle yürümeye başladım. Saymakla bitmez faktörler sonucu artık kıpırdayacak halim kalmadığından, bedenimdeki son efor zerreciklerini son derece yavaş bir tempo ve derin nefeslerle adımlara dökebiliyordum.. Netice, stüdyodan eve yaptığım en uzun süren yürüyüş oldu; bu sırada Altan’ı arayıp guruldayan mideme destek sofra ricasını iletip, babamla ve annemle konuşup mızırdanarak ne kadar yorgun olduğumu anlatıp, biraz şarkı mırıldanarak etrafı seryedip hayal bile kuracak vaktim oldu. Büyük örneklerde, hedefi bırakıp sürecin tadını çıkarmaya dair ahkam kesen bir insan olarak, yumuşak bir akşam yürüyüşüne dönüşebilecek bu mesafeyi, 4-5 dakikalık tasarruf için her gün koşar adım, silercesine, “bir an önce bitsin diye” yürüdüğümü farkettim. Yorgunluğumu dahi hafifleten yavaş yürüyüşün sonunda, eve varıp karnımı doyurup kadehimi doldurduğumda, evde de aynı yavaşlığa devam ettim. Across the Universe izlerken çoğu şarkıyı mırıldanarak, kadehteki şarabı minik yudumlara bölerek, her hareketimi bilinçli bir yavaşlık ve keyfe indirgeyerek geçirdiğim akşamın sonunda, her bir hücrem uykuya hazır halde yorganın altına süzüldüğümde, uykuya geçmem için 8 mi yoksa 10 saniye mi geçti bilmiyorum. Ama bedenim dinlenmiş, eklemlerim rahatlamış uyandığımda, bedenimde herşey yerli yerindeydi.

Kundera’nın “Yavaşlık”ını hatırlayarak geçti sabah; doğal uyanan yavaş bir tempo ancak iyi hisler ve anılar sonucunda geliyor, hızlı bir tempo ise unutmak, silmek, kaçmak istediğimizde oluşuyordu. Kendi deneyimimden de bildiğim, bilinçli yavaşlığın kimi zaman eylemin içinde yaşamı “dinleyecek” boşluğu yarattığı; ancak yavaşladığımızda duyabildiğimiz sesler, fark edebildiğimiz ince bedensel hisler, yüzeye çıkabilen duygu ve düşünceler, yeni fikir ve yollar var. Hıza kaptırınca, o anki kısa ve uzun süreli hedeflere odaklanıp, suyun yüzeyinde kayarak ilerliyoruz; oysa yavaşlamaya izin verince algılar dört bir yana yayılıyor ve suyun derinliğini görmeye, kokusunu almaya, seslerini duymaya başlıyoruz. Aşırı kaptırınca hıza, gittikçe otomatikleşip, ciddileşip, tekdüze olan yaşamı, biraz frene basarak ve küçük parantezler açarak zenginleştirmek mümkün. Günlük, sıradan hareket ve eylemlerinizde bir parça yavaşlığa yer açıp, yavaşlığın içinde aynı eylem için farklı yollar deneyip, hatta daha da ileri gidip, gün içinde 1-2 dakikalık paketler halinde, sadece durup, dinlemeye, izlemeye, koklamaya ve hissetmeye izin verseniz neler olurdu acaba..?

Ustalar gidince, son dakikayı beklemeden çıkıp, elime bir külah dondurma alıp, sallana sallana stüdyoya yürüyeceğim. İçimden yolun hangi yanından yürümek gelirse o yandan.. Ya belki başka bir planı vardır yaşamın benim için bugün.. Kim bilir?

Yaşamanın, nefes alıp vermenin, hayatta olmanın aşkına; yavaşlamaya, dinlenmeye ve dinlemeye biraz alan açın bugün!

Sevgiyle
Deniz

2 Mart 2010 Salı

Islanınca


Sabahında şemsiyemi dolabın kenarına sıkıştırıp, güneş gözlüğümü kaptığım gibi bahar ışıltısına kapıldığım günün, öğleden sonra şelale ayarında yağmura dönüşeceğini, spor ayakkabılarımın kenarından sızan sulara takılmayıp, kulağımdaki Coldplay-Sparks’ın yumuşak ezgisine rağmen yağmurda koşacağımı beklemiyordum. Hatırlamaya çalışıyorum, en son ne zaman böyle ıslanmıştım yağmurda? 14 yaşımdayken Can’ın yanağına kondurduğum öpücükten sonra lisenin bahçesinde yağmurun altındaki küçük koşumu, sonra 16 yaşımda Dilge’yle Beyoğlu’nda yürürken kapşonlarımızı açıp kocaman yağmur damlalarına yüzümüzü verip kolkola yürüyüşümüzü hatırlıyorum. Hemen ardından diğer yağmur anıları üşüşüyor.. Çandarlı’da yağmur altında yüzdüğümüz bir gün, İzmir’de ağzımızı açıp Canset’le yağmur yediğimiz bir an, Gümüşsuyu yokuşundan sırt çantam ve teknik resim çantamla sırılsıklam indiğim bir başka gün, Altan’la ilk çıktığımız gecenin sonunda Dolmabahçe’de arabada çay içerken buğulu camın üzerinde birleşip akan damlaları izlediğimiz uzun sessizlikler.. Yağmur her yerde, her dönemde. Kareler geliyor gözümün önüne, en neşelisinden, en hüzünlüsüne; ıslak saçlarla mermer merdivenlerden döne döne çıkarken, büyük bir tartışmanın sonunda yağmurun altında sımsıkı sarılırken, ve gökgürültüsünden korkup kardeşle kucak kucağa masanın altına saklanırken.. Yağmur her yerde..

Adımlarım sıklaşırken önce yüzüm yere dönük yürüyorum ,-rimelim akmasa iyi olur-, ama sonra koşmaya başlayınca artık hesapları bırakıp, bacaklarıma yapışmaya başlayan kotumun tuhaf hissine de alışıp, yüzümü kaldırıyorum. Kirpiklerim, yanaklarım ıslandıkça neşem artıyor, dışarıdan nasıl göründüğümün hikayeleri oluşurken zihnimde, “bir gün de şemsiyesiz ahmak ben olayım, ne varmış?” deyip geçiyorum. 5 Liralık naylon şemsiyeciler üzerime atlayacak gibi, “Abla verelim?!” deyip duruyor, istemiyorum naylon şemsiye, hatta kendi şemsiyemi de istemiyorum; ne zamandır adam aklıllı ıslanmamışım ve şimdi bir fırsatım var önümde, kaçar mı! Gittikçe artan yoğunlukta insanların, şemsiyelerin ve araçların arasından çeşitli hareketlerle sıyrılıp, kimseye çarpmadan hedefe ulaşıyorum.. Soluk soluğa apartmana giriyorum, asansörde 3 kişiyle birlikteyim, hiç tanıumadığım röfleli güler yüzlü kadın “Nasıl da hazırlıksız yakalandık!” diyerek ıslak saçlarını geriye tararken, en sevindirik yüz ifademle kıkrıdayarak “sabahki güneşten sonra şaşırtıcı değil mi? İstanbul işte!” diyorum, aslında bıraksa onunla birlikte 2. katta inip bir çayını içip uzun uzun konuşasım var, içim kıpır kıpır..! Eve gelip ıslak herşeyi asıp, evin dört bir köşesine dağıtıp, saçlarımı kurulayıp kendi gevşemiş yüzüme bakıyorum. Manavı arayıp çeşitli sohbetlerden sonra taze meyve-sebzeleri sipariş edip bir an duraklıyorum; midem mutfağa doğru çekerken, parmaklarım klavye diyor. Ben değil miyim insanlara “parantezler açın yaşamınızda, beklediğiniz ve beklemediğiniz anlarda, sadece kendinize, kendinizi dinlemek, kendinizle olmak için” diyen? İç sesim, midemin sesine galip gelince, parmaklarım klavyenin tuşlarında kaymaya başlıyor..

Eski yağmurlarda klavye yoktu, ucu ipinceyken yazmayı çok sevmediğim, hafif kütleşince hastası olduğum 2B kalemim ve çeşitli isimleri olan kocaman sayfalı ajandalarım vardı. Her sene yeni bir ajandayla başlar, ısınma sürecini bir iki günde atlatıp hemen yazmaya gömülürdüm. Sayfalar dolusu düşünceler, inançlar, iç hesaplaşmalar, tartışmalar, itiraflar ve hayaller dökülürdü. Her defterin bir adı vardı tabi ki, ve en sevdiğim Demian’dı; kesekağıdı üzerine mor pembe eski suluboya tarzı çiçek resimleri olan bir kap ile kapladığım ince uzun sayfalı, kırmızı çizgili bir Ece Ajandaydı. Her sayfa arasında bir anı, kurumuş bir çiçek, küçük bir yazışma, bir resim , bir gazete küpürü olurdu.. Birkaç kolaj resim ve doğaçlama karakalem çizimlerim düş kırıklıklarımın arasında sızıp sayfalara can verirdi. Bazı sayfalar renkli kalemlere geçip kendimce değişiklik yaparken, en bunaldığım günlerde, kalemi sayfaya batırma gücümle duygularımı belli edebildiğim 2B kalemim hep yanımda olurdu. Bazı geceler sabaha kadar yazar, okur, yeniden yazar, fonda Hür FM ve Kent FM’in kocaman walkmanimden çınladığı saatlerde, bütün ev, benim hayalimde bütün İstanbul uyurken, bir ben oturur şiire, iç gıdıklayan cümlelere, oyuncu kelimelere dalar giderdim. Yaz aşkımı görmediğim kaçıncı dolunayda olduğumuzu sayan, hem İlhan Berk hem Özdemir Asaf, utanmadan bir de Oruç Aruoba okuyan, ve tabi bunca yuvarlanınca kelimelerle, dayanamayıp yazan bir çocuktum işte. Bazen doğmamış oğluma mektuplar, bazense bir daha gözlerine bakamayacağımı, yüzünü dahi göremeyeceğimi bildiğim o adama dizeler dökerdim. Yazılacaklar bitmezdi, çünkü duygular bitmezdi; arzular, korkular, tutkular ve meraklar..Duygular bitmezdi, çünkü insanlar bitmezdi; uğruna yazılacaklar asla bitmeyen güzel insanlar, canımı feci halde yakan başka güzel insanlar, beni sevip kucaklayıp güzelleyen dostlar, ve arkamdan konuşup beni yalnız bırakan dostlar, sadece uzaktan izleyebildiğim harika insanlar, ve yıllarımı dolduran, sürprizlerle dolu insanlar; canımdan yakın olanlar, herşeyime düşman olanlar... İnsanlar oldukça, duygular oldukça, deneyim oldukça, yazılıp dökülecek çok şey var!

Saçlarım tamamen kurumuş, manav sebzeleri teslim etmiş, çorbam ısınmış, bezelyem ısınmakta, ikinci tur çamaşır dönerken, akşam dersi için evden çıkmama 15dakika kalmış. 2B kalemim ve Demian yanımda olmasa da, şimdi bu güzel klavye ve fonda bitmeyen Grey’s Anatomy Vol.2 Soundtrack albümü var.. Aylardır yazacak parantezi açamamanın hırsı ve hevesiyle olsa gerek, yağmurda ıslanmaktan buralara geldik.

Kocaman bahar özlemime ve sandaletli elbiseli günler için atan kalbime rağmen, yağmur için teşekkür edip, şemsiyemi çantama koyuyorum.

Yağmur kalbinize, yanaklarınıza, çocuk yanınıza dokunsun...
Deniz
Related Posts with Thumbnails