12 Mart 2010 Cuma

can

Cuma sabahı, ayaklarımı hafifçe birbirine sürtüyorum ısınsın diye, terliğim kim bilir nerede? Evde temizlik gününün inceden yayılan deterjan kokusu, açık pencerelerden giren serin havaya karışıyor. Keşke camlardan süzülen tek şey günışığı olsa, oysa muhteşem güneşe rağmen hava inadına serin. Bütün güneşlikleri kaldırıp göz kamaştıran aydınlığı dolduruyorum salona, bambuların yaprakları hafif esintiyle sallanırken, nar çiçeği ojelerle baharı davet etmeye çalışmanın gülünçlüğünü farkediyorum. Bahara var daha, şuna evet deyip atkını sarın ve çık dışarı, değil mi.. halbuki içimde ince hırkasını giymiş, kısa pantalonun altına renkli spor ayakkabılarını çekmiş, güneş gözlüğü ve pembe yanaklarıyla gezmek isteyen bir kız var. Yıllardır doğumgününde bir gram güneş görmeyi bekleyip, İstanbul’un sabırsız bahar yağmurlarıyla karşılaşan, yirmileri geride bırakmasına bir kaç hafta kala teninde güneş, içinde yaşam aşkıyla yanıp tutuşan bir kız. Aynı kız onlarca dalgalı duygunun, dokunmak üzereyken aniden hiçliğe karışıveren algıların, yapıldığı an değişmeye başlayan planların içinde dolaşıyor. Otuzun düşbahçesi renkleri, geçince birşeyin değişmeyeceğini bildiğim kocaman ve süslü kapısına rağmen, son birkaç haftadır birşeyler dönüşüyor içimde. Tanımlamakta güçlük çektiğim bir tutku “yaşamaya” dair; aldığım nefesten, nefesin varlığından, onbinlerce yıllık evrimin ürünü hücresel zekadan, bedeni, iç hareketi, beş duyu ve ötesindeki tüm algılardan gelen tinsel keyif. Ve belki de bu zevk ve lezzet dolu hislerin örtüsü altında uzanan dümdüz, yalın ve beyaz gerçek, ölmek.

Sanki gözlerimi başka biri açtı, ya da elimi kıpırdatan ben değilim bugün. Ve ben değilim yapan ve yapamayan. O asanaya giremeyen ben değilim, giremediğini düşündüğü için denemeyen de değilim. O harika ıspanağı pişiren, o çanağı kıran, o dersi veren, yolda yürüyen, dokunan, korkan, özleyen, anlatan, dinleyen de ben değilim. Yaptığım herşey önemini yitirmeye başladı, ya da daha doğru ifade edeyim: Ciddiyetini. Ben vermiyorum kararları, kararlar benim içimden akıyor. Ve tam da bu noktadan doğuyor, en küçüğünden, en büyüğüne attığım adımların her birinin, onca düşünmeye, tartmaya rağmen, aslında bir domino serisi gibi birbirinin ardına dizilmiş, ve dervilip bir diğerini harekete geçirmeye hazır oluşu, hepsinin aynı kaynaktan akışı. Sürdüğüm ojeden, saçımı nasıl topladığıma, yürürken hangi şarkıyı mırıldanıp, zorluklar karşısında ne tepki verdiğime, hangi işte çalıştığımdan, hangi kitabı seçtiğime kadar, hepsi “ol”uyor sadece, ben de “ol”uyorum. Anlar gibi oluyorum, bu oluş halinde kontrolün ne kadar sanal bir tavır, bir inanış olduğunu, akan zamanın ve nefesin özgürlüğü kadar özgür olduğunu duyguların ve yaşamın. Ve gece yanında yatarken uzanıp elini ellerimin arasına aldığımda sevdiğim adamın, biliyorum, bir gün olmayacak ya benim ellerim, ya da onun elleri; ve o günü bilmiyorum. Annemin gözlerine bakıp dilinden dökülenleri, babamın omzuna yaslanıp ellerini saçlarımda gezdirişini, Canset’in canla dolup taşan aşkının tenindeki pırıltısını dinler, izler, hissederken, birlikteyken, onların içinde erimeye, onların varlığını en derinde hissetmeye,– asla doyamayacağımı bilerek- onları sevmeye bırakıyorum kendimi. Hepsi aynı anda, şimdide uyanıyor. Şimdi varken, herşey var. Ve şimdi varken, başka bir zamanın hikayesine dalmak yerine, şimdinin özsuyunu çekiyorum içime. Geçiciliğin damakta bıraktığı buruk ama vazgeçilmez lezzeti damarlarıma kadar duyup, benle, benden, bana akan herşeyin akmaya devam edişini izliyorum. Gözlerimi kapatıp, akan nefesin başına buyruk ritmine bıraktığımda kendimi, “dışarı” sandığım yerden, “içeri” sandığım yere doluşunu ve içeriyi dışarıya bağlayışını hissediyorum yaşamın. Can, sen ne güçlü, ne doyulmaz şeysin..

Büyümek, ya da yaşlanmak diye birşey var mı bilmiyorum gerçekten, ama yaşamak var; gerçekten, özden, hissederek yaşamak var. Bütün hisleri, eğilimleri aynı açıklıkla dinlemek, onurlandırmak var. Farkındalığının serpilip yeşermesini isteyişime de, bunun benim isteğimden bağımsız olduğunu bilişime de, herşeye rağmen ölümden korkuyor oluşuma da, zihnen algılayıp kabul etmenin kalben bilmek olmadığını anlayışıma da, daha iyi olmak isteyişime de, olduğum gibi iyi olduğumu hissettiğim anlara da, dinleme yeteneğime de, eleştirilere kulak tıkama eğilimime de, tümüne, bana dair, bana ve benden akan herşeye aynı açıklıkla, içtenlikle ve duyarlılıkla bakmak, olanı olduğu gibi onurlandırmak var. Tüm bu havada yürüyormuşum hissi, yaşadığım anların slow motion’a dönüşürcesine derinleştiği zamanlar da, kaybetme korkusunun aşka karıştığı, yogamın sonunda yere kapanıp kaldığım lütuf anları da, annemi ve babamı daha çok görmek isteyişim de son zamanların kabaran hisleri. Bu hisler otuzun bahçesinden mi yayılıyor, yoksa kendimle daha fazla vakit geçirmeye başlamaktan mı, bilmiyorum. Olanı olduğu gibi onurlandırıyor, yaşamın önünde eğiliyorum.

Güneş çekildi iyice, soğuk daha da bastırırken öğle dersi için evden çıkma vakti geldi. İçim kıpır kıpır, parmaklarımın ucunda nar çiçekleri, kulağımda Coldplay, en uzun atkımı sarıp boynuma, sırt çantamın önüne düşüp yürümeye hazırlanıyorum. Yıllardır takmadığım bir kolyeyi bulup boynuma geçiriyorum, apar topar bir topuz toparlayıp, klavyenin başından ayrılıyorum..

Soğuğa rağmen bir bahar var içimde, hem ilkbahar, hem sonbahar, hem dallara yürüyen can, hem de dallardan geri çekilen..
Sevgiyle kalın...
Deniz

2 yorum:

  1. Amsterdam'da, kanal kiyisindaki evimden yaziyorum. Esim is seyahatinde. Yalniz ve keyifteyim. Sadece iki gunlugune gitmis cunku, geri gelecegini biliyorum. Mumlarimi yakmis, kendime balik ve salata yapmis, sarabimi yudumluyordum. Ben esasinda Defne Suman'in arkadasiyim. Sizin blog'unuzu da onun vasitasiyla takip ediyorum. Baktim Defne'nin bloguna, yeni bir sey yazmamis, sizinkine gectim. O kadar guzel yazmissiniz ki, kanim cekildi. Nasil ifade etsem, kelimeleriniz caglamis, akmis ve akmis. Yeraltindan gitmis, gun yuzune cikmis, sonra kivrilmis, sonra tekrardan yeraltina gecmis. Duzyazi siir olmussunuz, haberiniz yok. Ne kadar begendim, ne kadar etkilendim anlatamam. Bundan evvel "outsider" yazinizi da cok begenmistim ama bu hepsinin otesine gecti. Kelimelerin gucune inanirim ben. Bazisi cok guzel konusur, bazisi kendini yazarak ifade eder. Ben ikinci grubum. Yuzyuze olsak yaziniz hakkinda dusuncelerimi sozel olarak ifade edemem, eksik kalir. O yuzden sansliyim ki bugune denk geldi yaziniz. Genelde kafasi kesilmis tavuk gibi sagdan sola kosarim cunku, hic bir sey icin vaktim olmaz. Sizin kelimeleriniz o kadar derinden, o kadar iceriden, o kadar kalpten, o kadar hucreden ve bir o kadar da sizin kaynagindan emin olamadiginiz cekirdekten geliyor ki herkesin hissedip, kendi bilgi suzgecinde filtre etmesi pek mumkun degil. Bu sizi yildirmasin. Keske imkan olsa, size sponsor olsam da publish edilseniz. Lutfen yazin, mevcut kariyeriniz yaninda kelimeleri, dizeleri publish edileceginiz gun kulaginizda kupe olarak kagida dokun. Ben edebi kritik degilim ama cok okurum ve guzeli bilirim. Sizin muhakkak yazmaya devam etmeniz gerekiyor. Emin olun siz yazdikca okuyanlar muhakkak olacaktir. Tekrar tebrik ediyorum ve esas siz sevgiyle kalin diyorum.

    Selamlar,
    Nazli

    P.S. 30'dan korkmayin. Nedense cok abartiliyor ve bir mihenk tasi gibi goruluyor, oysa ki olmus meyve zaten dalinda durmaz. Ben gereksiz yere korkmus, panik olmustum. Simdi 36 oldum ve geriye baktigimda ne gereksiz telas etmisim diyorum...

    YanıtlaSil
  2. odamın camından, sanki bahar çok uzakmış gibi görünen havaya, rüzgarla birlikte eğilerek esnekliğini nispet yaparcasına gösteren ağaç dallarına ve genel olarak günüme anlam kattı bu yazı... harika bir anlatım, harika bir paylaşım. teşekkürler.
    selvin

    YanıtlaSil

Related Posts with Thumbnails