14 Ekim 2009 Çarşamba

bağlar, dostluklar, planlar


Mavi ve puslu sabah; gece boyu açık kalan pencere ve balkon kapısından eve yayılan buz gibi sabah havası yataktan kalkar kalkmaz tenime çarpıyor. Yerler serin, yollar sessiz, alarmın ilk tınlamasıyla hemen açılıyor gözlerim, yataktan doğrulurken yeni güne açığım. Bu dinçlik ve gerilimsizlikten anlıyorum ki, dün akşamki rosé ve mola iyi gelmiş, ve tabi eski bir dostla uzun sohbet ve dökülen gözyaşları da. Noter, ustalar, marangozla görüşme, bankalarla görüşme, telefon, ttnet, turkcell başvuruları, eve alışveriş, ufak bir damar çatlağı müdahalesi, aniden biten derz dolgusu için koçtaş ziyareti ve daha nice hareketle dolu günün ortasında, bir kriz noktasında araya giren, sımsıkı sarılan, duble espresso ve cheesecake eşliğinde yükümüzü boşaltıp sırtlarımızı sıvazladığımız bir dosta sahip olmak ne kadar dinlendirici. Ve tabi akşam buz gibi rosé şarap dilimin ardından kayıp giderken gözlerine bakıp ne kadar aşık olduğumu bir daha farkettiğim kocamın koluna takılıp uzun bir yürüyüş yapmak da.. Şükürler olsun.

Dün, bir defa daha hissettim, hayatta kime dokunacağımız ve kimin bize dokunacağı bizim kontrolümüzün çok dışında. Birlikte olmak, zaman geçirmek, buluşup görüşmek, adım atmak, tatil yapmak ve daha nice şey için niyet edip gayret sarfettiğim ama hiçbirini yapacak gücü, doğru zamanlamayı, motivasyonu veya hevesi bulamadığım onca insanı düşündüm. Sırf niyet edip yapmaya giriştiğim ama yarı yolda kesilen adımlar, bir türlü örtüşmeyen vakitler. Bir de benim gayreti sarfettiğim ve denk bir gayret veya istek göremediklerim var tabi. Kapıyı çalmaktan yorulduğum ve bir süre sonra dönüp gitmeye karar verdiğim ilişkiler.. Buna karşın apansız karşıma çıkan, her fırsatta kolayca yollarımız birleşen, beklenmedik zamanlarda çarpışıp bir arada yol aldığımız ve çok tepki duyarken birden bire en yakınım oluveren arkadaşlarım var; hiç tahmin etmediğim kadar yakınıma gelen ve hayatlarımızı birbirine ören..

Arkadaşı olup, dışarıdan algıladığım onca şeyi dilinden dinlemek, yoluna ortak olmak istediğim, çok iyi anlaşacağımızı hissettiğim ama bir türlü yanına sokulamadığım güzel insanların yüzleri içimde asılı kalır hep. Belki ben de birilerinin içinde asılı kalmışımdır. Uzaktan izlerim, bir yolunu bulup, yakınlaşıp biraz sohbet etmek isterim. Çünkü dilinden dökülenler benim de bulduklarımdır, dokunduğu yerleri hemen hissederim. Ama o mesafe kısalmaz bir türlü, belki benim çekingenliğimden, belki onun mesafesinden. Ama sanki, hep aynı tek kaynağın iradesinden..

Bir de karşılıklı aynı duygu ve dengini bulma hissiyle, kolay sunulmuş her fırsatta derin sohbetlere daldığımız, ama kendi gayretimizle o vakti ayarlayıp bir türlü bir araya gelmediğimiz, tembellikle, ya da başka bir ataletle kalıp, birbirimize uzanmadığımız ve neticede mesafeyi açmaya başladığımız bağlar var. Çok iyi anlaşmak, her zaman çok iyi arkadaş olmayı getirmiyor sanırım. Ya da çok denk zeka ve eğilimlere sahip olup, aynı filozof ve yazarların takipçisi olmak. Belki sevecenlik eksik oluyor, belki samimiyet.. O en iyi anlaşacağını, yakın dost olacağını, iş ortaklığı kuracağını düşündüğün, ya da inanmayı çok istediğin için kendini inandırdığın, zihinde planlayıp yaşamına adapte etmeye kalkıştığın kişi ile mayan tutmayıverir, için rahat etmeyiverir, el sıkışırken içinde birşey kıpırdayıverir. Ve biraz duyarlıysan, o kıpırdayan his, seni o ilişki içinde hep bir parça tetikte tutar, ve bir süre sonra, yeterince kendin hissetmediğin alanda sıkışmaya, rahatsız olmaya ve geri çekilmeye başlarsın..

Yani kendim olabilmek, olduğum gibi davranabilmek, düşündüğümü, hissettiğimi olduğu gibi ifade edebilmek, ve onun alanında rahat edebilmek beni bir insanla olmaya davet edebiliyor. Ne zamanki onun alanında “olduğum gibi” olamıyorum – ki bu benim veya onun gerginliklerinden kaynaklanıyor olabilir pekala – o zaman o müthiş niyet ve uzanan eller geri çekilmeye başlıyor. Ve alanı zorlaştıran enerjinin kime ait olduğunun hiçbir önemi yok, çünkü o alanda olmasının bir sebebi var ve alandaki her iki kişinin de bundan öğreneceği, alacağı ve anlayacağı var. Ve eğer alan açıksa, ya da biraz gayretle iki kişi de alanı rahatlatabiliyorsa, orada ilişki doğmaya, genişlemeye ve büyümeye başlıyor. Orada can buluyor bağ, ve oradan serpiliyor. Ve o hiç tahmin etmediğiniz, etiketlerle uzaktan izlediğiniz yabancı bir gün can dostunuz, eşiniz, elemanınız, ortağınız, sırdaşınız olabilirken, “seçtiğiniz” kişiler yavaş yavaş uzağınıza düşebiliyor.

En yakın dostumla kopmuştuk, seneler önce; 5 sene dip dibe yaşadıktan, heryere birlikte girip çıkıp, hayatımızı şekillendiren öğretileri birlikte takip edip, en büyük sarhoşluklarımızı, eğlenceli tatillerimizi, kahkahalı ve hüzünlü onlarca dönüşümü birlikte kucakladıktan sonra, bir tek gecede bir kaç dakikalık konuşmayla kopup gidivermişti herşey. Nasıl, neden, sorular boş kalmıştı, çünkü sebebini anlamamıştım. Onun gidişine tanık olmak, tüm kalbimle evet diyebilmek, rüyalarımda ona sarılmayı bırakmak yaklaşık bir yılımı almıştı.. Sonuçta, birbirimizle yolculuğumuzun – şimdilik – bittiğini anlayabildim, ve bunda rahatlayabildim. Artık sebebini sorgulamıyorum, çünkü anladım ki sebebi, veya kimin sebep olduğu da önemli değildi; uzaklaşmamız gerekiyordu, ve olması gereken oldu. Aynı, tek bilinç, tek iradeden doğuyor tüm eylemler. O yüzden bir giden ve bir kalan yok, başka bir köşeden bakınca.

Yani, seçemiyoruz, kimle dost, kimle yakın, kimle yoldaş olabileceğimizi. Seçtiğimiz ideal kişileri “ol”durtmak mümkün olmuyor her zaman. Birlikte yolculuk yapmayı umduğum arakadaşım yanımda olmayınca, bir yabancı oturuyor yan koltuğumda, ve bana önerdiği kitapçıya gidiyor, orada yıllardır aradığım kitabı buluyorum. Hep sohbet etmeyi düşlediğim ama yanına yaklaşıp iki cümleden fazla konuşamadığım bir hocayla ancak rüyamda konuşabiliyorum, ve ne zaman yanına yaklaşsam alanı beni kovuyor. Ortak olup bir adım atmaya niyet ettiğim, çok sevdiğim insanların yanında oraya ait hissetmemeye başlıyorum ve adımlarım, kalbim, geri geri gidiyor. Çok sevdiğim, ama o kadar da yakından tanımadığım insanlarla bir gecede sırtsırta verip kocaman bir adım atıveriyoruz. Hakkında önyargılarla dolu olduğum kadın, sonra en yakın dostum olup çıkıveriyor. En sessiz öğrencim bir gün, bana dair en gerçek değerlendirmeyi yapıyor. Hıçkırıklara boğulduğum bir anda ellerini tuttuğum harika insanın, bir zamanlar sadece e-mailini görünce tutuşup, hızla rapor yetiştirmem gereken biri olduğunu hatırlıyorum...

Yine aynı patikaya çıkıyor herşey, açıklığa. Açık olmayı öğreniyorum hayata, çünkü bilmiyorum. Yakınım ve uzağımı seçemiyorum. Niyet etsem de, olanı değiştiremiyorum. Nehir akarken hangi balıklara değeceğimi, hangi kayaya çarpacağımı, hangi kovukta dinleneceğimi bilmiyorum. Çünkü hayat, bizim kontrolümüzün dışında. Kontrolümüzdeymiş oyununu oynamak, bizi kısa bir süre rahatlatabilir, gerçeğe duyarsızlaştırabilir, ve egoyla daha güçlü bir özdeşlik kurarak çok güvende hissettirebilir. Ancak bu oyun bir süre sonra insanı, kendi duygu ve karmaşasıyla çökertiyor. Suçluluk, suçlama ve daha derin gizli bir güvensizliğe doğru götürüyor. Ve biliyorum, çok zor, açık olmak, açık durmak olana, yeniye, bilinmeyene; tam da bu yüzden bırakmak güç sımsıkı kilitlenmiş yumrukları, çeneleri. Ama davet etmek mümkün açıklığı, her yeni temasta, her pozda, her nefeste, her konuşmada.

Balkonun kapısını kapatıyorum, ama rüzgarın uğultusu tüm evi sarıyor. Serin günler başlarken, botlarımı ve paltolarımı gözden geçiriyor, sabah balımı eksik etmiyorum. Hareketli bir güne daha hazırlanırken, planladıklarımı not ediyorum, ama bir yandan da, hiç bir zaman yeterince hazırlanamayacağımı biliyorum.
Bir arkadaşım bir tişört görmüş, üzerinde şöyle yazıyormuş, bayıldım:

“If you want to make God laugh, tell him about your plans!”
Yani:
“Tanrı’yı güldürmek istiyorsan, ona planlarından bahset!”

Ajandalara yazdıklarımıza yetişmeye çabalasak da, çok da bağlanmadan ve kapılmadan, açıklıkla başlasın günümüz,
Sevgiyle kalın!
Deniz

3 Ekim 2009 Cumartesi

açıklık


Çarşaflar değiştikten sonraki sabah, mis gibi kokan nevresime burnumu biraz daha gömmek, açılan perdelerden odaya yağan ışığa bir kalkan gibi yorganı başımın üzerine çekmek nefis birşey. Yataktan çıkmamak için her türlü bahaneyi saymaya hazırım; ama yazılacak metinler, edilecek bir kahvaltı ve yetişilecek bir workshop var. Altan’ın ertelenmeyecek bir doktor kontrolü var, aç gidiyor, ben de klavyenin başında yiyebilmek için en hızlısından bir tost ve sallama çayımı hazırlıyorum. Aklımdaki yumurtalı, domatesli, zeytinli kahvaltı yarın sabaha yerleşiyor. Bu gece Canset gelecek, yaramazca atıştırıp, güzel bir film izleyip, sabaha bomba gibi bir kahvaltı yapacağız. Sonra ben yine worksop için yollara döküleceğim..

Nicole’le workshop için giyindim bile, çantam, suyum, muzum hazır. Keşke bir backbends veya vinyasa çalışması olsaydı diyor içim, oysa yoga masajı ve partner çalışması, yani benim favori alanım değil. Tabi ki tema ne olursa olsun, Nicole gibi müthiş deneyimli ve hiza ustası bir hocayla çalışmak büyük şans. Farklı hocalarla çalışmalara katılmanın, kendi uygulamamız üzerinde kayda değer etkileri var. Farklı ekol ve tarzlardan öğrendiklerimiz bir yana, kendi uygulamalarında derinleşmiş hocaların, kendi bedenlerinden öğrendikleri ince detay ve püf noktalar var. Her beden bir diğerinden farklı; hepimizin zayıf yönleri, engelleri, genetik yapısı başka. Nasıl ben çökük tabanlarımdan, katı hamsting kaslarımdan, hizasında güçlük çektiğim boynum ve omuzlarımdan sürekli öğreniyorsam, her bir yogi ve yoga hocası da kendi limitlerinden ve zorlandığı bölgelerden bir öz bilgiye ulaşıyor. Herkes, kendi deneyiminden aktardığı için, her biri yogaya yıllarını vermiş hocaların öz bilgisinden faydalanma şansımız var. Tias Little kendi tabanlarına o kadar dikkat etmiş ki, onun workshopunda benim tabanlarım da uyandı. Nicole Ohme ile girdiğim birkaç workshop ters duruşlarıma hiza getirirken, Chris Chavez’le çalışmak omuzlarım, kürek kemiklerim ve bel oyuğumda bir farkındalık yaratmaya başladı. Hiç bir poz veya tema bir anda olmuyor, ama bir poz veya geçiş yıllar içinde gelişir ve açılırken, yolda bizle deneyimini paylaşan farklı hocaların her biri ona bir detay, bir uyanış, bir parça daha netlik getiriyor. Poz piştikçe, gereksiz efor ve gerilimlerden özgürleşiyor, tıpkı hayat gibi.

Hayatta da pek çok hocamız var; farklı disiplinler ve öğretilerden değil, hayatın içinden, günlük yaşamdan bahsediyorum. Ailemiz, arkadaşlarımız, partnerimiz, iş arkadaşlarımız, içiçe olduğumuz veya hiç diyaloğa girmediğimiz, ilk görüşte bayıldığımız veya sinir olduğumuz insanlar. Bakarken, aynasında gördüklerimize bayılıp, hayran olduğumuz, gurumuz seçtiğimiz, veya aşık olduğumuz, çevresinde olmayı, ona benzemeyi istediğimiz, ideallerimize dokunan insanlar. Bakarken, aynasında gördüklerimizden rahatsız olduğumuz, bakmak istemediğimiz, utandığımız, öfkelendiğimiz, korktuğumuz, arkasından konuştuğumuz ve bize olmaktan korktuğumuz ve utandığımız herşeyi yansıtan insanlar. Her kim olursa olsunlar, her birinin kendi deneyimi ve yolları var. Her bir insan, kendi deneyiminden anlatıyor, ve kendince doğru olanı, kendi işine yarayanı paylaşıyor. Her birimiz kendi doğrumuzu, bizde işleyeni bir diğerine tavsiye ediyor, öğretmeyi deniyor, göstermeye çabalıyoruz. Deneyimlemek yaşamın ta kendisi, ama dinleyebilmek de yolu zenginleştiriyor; en tahmin etmediğimiz insandan bile öğrenecek birşey çıkabiliyor. Daha az önyargı ve süzgeçle dinleyebildiğimizde her insanın, her hocanın, her farklı disiplinin bize söyleyecekleri var. Burada, bir parça açıklık gerekiyor bizlere. Ne kadar çabuk etiketlersek, o kadar çabuk daraltıyoruz o deneyim veya insandan bize akacak olanı. Doğru, etiketlemek çok zahmetsiz ve alıştığımız bir yöntem, ama bir diğerinin aynasında göreceklerimizi görme fırsatı, açıklıkla kalabilmenin zahmetine değer. Çünkü çoğu kez, yapıştırdığımız etiket, bir diğerinde gördüğümüz ve kaçındığımız kendimizin ta kendisi oluyor.

Nicole için koşarak evden çıkmam gerek, çok istemesem de partner yogaya bir açıklıkla girmeyi deneyeceğim. Yogada birlikte hareket edebilmek, destek verebilmek, iki içinde birin dengesini bulabilmek, belki de günlük yaşamda evlilik için, ortaklık için ve daha nice bağ için bir öngörü ve farkındalık getiriyor. Buna açıklıkla bakmaya ve bundan öğrenmeye niyetle ayakkabılarımı geçirip hemen çıkıyorum!

Yaşama açık olun!
Sevgiyle
Deniz

2 Ekim 2009 Cuma

sabah nezlesi

Çorap giymeye üşendiğimden ayaklarımı bağdaş yapıp baldırlarımdan ısınıyorum, hırkama sarınmış, burnumu çeke çeke, iki posta sabah çamaşırı ardından laptopımın kapağını kaldırıyorum. Artık kırlangıç seslerine serin dokunuşu da ekleniyor Ekim’in, sabahları yorgandan sıyrılıp hırkamı üzerime alana kadar hapşırmaya başlıyorum bile. Babamdan hediye bir “sabah nezlem” var, hava az serinlesin, yataktan çıkar çıkmaz ilk 15 dakikam nezle gibi geçer. Annemden hediye serin ayaklarımı da sonbaharla birlikte polarlara sarmaya başlarım. Hayatıma kattığım harika çalışmalar kan dolaşımımı hızlandırıp sinüslerimi açsa da, genlerimin parmakizleri hep benimle.

Evlendikten kısa bir süre sonraydı, Altan’la konuşurken ağzımdan çıkan otomatik bir cümleyi duyduğumda, sanki ben değil de annem konuşuyormuş gibi gelmişti. Tabi ilk an dehşete düşsem de, zaman içinde izledikçe gülmeye dahi başladım kendime; çünkü biz kadınlar, ergenlik çağımızda annemize benzememeye ant içsek de, zaman geçtikçe onun bazı cümleleri, mimikleri, tipik hareketlerini izlemeye başlıyoruz kendimizde de. Yalnız genler değil, bebekken kopyaladığımız nörolojik altyapı, ve büyürken ister istemez izleye izleye içimize aldığımız davranış modelleri var. Tepkisel zıtlıklarımız ve çok çeşitli faktörlerle oluşan kimliğimizi bir yana koysak, sanırım belli bir yaştan sonra - belki bakmayı ve görmeyi rahatlıkla kabul edebildiğimiz – hepimiz aynı cinsteki ebeveynin bazı hareket ve davranış modellerini taşıyor oluyoruz. Tabi nasıl hissettiğimize, ve onunla ilişkimizin hangi dinamikte işlediğine bağlı olarak, belki keyif ve onurla taşıyoruz bu izleri, belki kurtulmaya çabalayarak. Annemden almışım yüzümü, gülüşümü, hatta fotoğraf çektirirken ikimiz de poz veremeyiz, dudağımızın bir yanı çok çekiverir. Bazı ani tepkilerim, cümlelerim, savunma mekanizmam ve en önemlisi sezgilerim annemden gelmiş. Aynı anda aynı insana dair aynı duyguyu hisseder, birbirimize aynı yorumu yapıveririz; algımız ve yorumumuz neredeyse birebir çıkar çoğu durumda. Ama açıksözlülüğünü alamamışım annemin, o ne kadar dosdoğruysa, diğerleriyle kolayca yüzleşir ve olayları konuşup herkese payını dağıtırsa, ben o kadar içimde tutarım, çünkü çatışmadan kaçınırım. Ama bu tam da bu kaçınmadan doğan defterler dolusu yazılar var, ve belki de dışarıda çatışamayan bir insanın içeride çatışan alerjik bünyesi...

Öte yanda, yirmili yaşlarımın başında babamın 17 yaş günlüklerini okuduğumda, bambaşka hayatlarımız ve koşullarımız olmasına rağmen, aynı yaşlarda aynı derin kuyularda kıvranıp durduğumuzu farketmiştim. Duygularımızı yaşama şeklimiz, yazılı ifademiz, bir konuya daldıkça dalıp kayboluşumuz, ve kafamızın çalışma şekli ne çok benziyordu. Ve hep benzedi de. Aynı felsefi akımları okuduk, tartıştık, ilkgençliğimde beni en çok etkileyen kitaplar babamdan geldi, aynı temel disiplinde eğitim gördük ve ben de onun detaycı gözleriyle bakmayı öğrendim, ya da o gözlerle doğdum. Ve bunlara karşın, en büyük tartışma ve mücadeleleri babamla yaşadım, belki çok benzediğimiz için oldu bu aslında. Birbirimizin aynasında gördüklerimizle, kendi inandıklarımız arasında sarsılıp durduk. Yüklü enerjik bir çözülmeydi aramızdaki, ve gün gelip bunu tamamladığımızda, aslında orada ne tanımlanamaz bir sevginin aktığını görebildim. Aşk’ı deneyimlemek, her zaman beklediğimiz formda olmuyor. Ancak kalıplar kırılıp, adımlar atılıp, bizler farketmeden tamamlanınca bazı roller, gözümüzün önündeki puslu tabaka sıyrılıyor, net görmeye başlıyoruz aslında ne olduğunu. Ben babamı ne çok sevdiğimi, büyüdükçe anladım, çünkü o sevgiyi anlayacak alan, zaman içinde açıldı.

Bir de, kontrolümüzün çok ötesinde olan, seçemeyeceğimiz, bilemeyeceğimiz bir örgüsü var ailenin. Anne ve babamızla ilişkimiz, onların anne babalarıyla ilişkileri, ve buradan geriye doğru aile kökleriyle ilişki ve bağlarımız, bizim bugünkü yaşam ve ilişkilerimizi tahmin edemeyeceğimiz bir ölçüde etkiliyor. Görebildiğimiz bazı durumları ya olduğu gibi bırakıyor, ya da müdahale etmeyi deniyoruz, kimi düzelip dengeleniyor, kimi ise kendi dinamiğinde devam ediyor. Bazı sorunlar var ki, yıllarımızı versek de hep yerinde kalıyor. Çünkü hiç bilmediklerimiz ve bilemeyeceklerimiz var; kimi kopuklukların, bağların, dengesizliklerin nereden kaynaklandığını, yaşadığımız yerden görme şansımız yok. İşte bu noktada derin etkileri olan Aile Dizimi terapisi aklıma geliyor; aile dinamiklerinin ortaya çıktığı, ve tıkanıklıkların açılıp rahatlamaya başladığı, hiç bilmediğimiz ama enerjik olarak taşıdığımız bazı kalıpların çözülmeye başladığı çok güçlü bir terapi. İşimiz, özel ilişkilerimiz, sosyal kimliğimiz, nasıl yaşadığımız üzerinde tahmin edemeyeceğimiz bazı dinamiklerin etkisi olabiliyor, ve aile dizimi ile bunlar su yüzüne çıkabiliyor, açılıp yerini bulabiliyor. Bert Hellinger’in geliştirdiği aile dizimi, herkesin mutlaka bir defa deneyimlemesini önereceğim bir terapi. Özellikle yaşamınızda bir türlü çözülmeyen, tekrar eden sorunlar, çözülemeyen duygusal ve ruhsal sıkıntılarınız varsa.

Ailemiz en büyük öğretmenimiz gibi geliyor bana, en yakınımızda olanlarla en zorlu sınavlarımızı veriyor, bununla birlikte sevgiyi anlamak için en büyük potansiyelleri de yine ailemizle yaşıyoruz. Sanki deneyimin kökü, kaynağı aile. Tam da bu yüzden bir sonraki halkada dengeleri yakalamak daha kolay, ama çekirdek ailede hepimizin takıldığı bir nokta var...


Sabah nezlem geçeli çok oldu, ama ayaklarım hala serin. Şimdi klavyeyi bırakma zamanı, uzun ve sıcak bir duş almak için. Tabi ki babam gibi, tenimin kaldıracağı en sıcak suyla duşumu alıp, annem gibi, duştan çıkar çıkmaz gerilen kuru yanaklarımı kremle rahatlatacağım. Malesef, babamın kurumayan cildini kardeşime kaptırmışım!

Haftanın son günü, rahat ve keyifli geçsin!
Hem bir bakın kendinize bugün; aynada en çok kimi göreceksiniz?

Sevgiyle kalın
Deniz

1 Ekim 2009 Perşembe

günaydın!


Çadırların arasında bir düzlükte oturmuş, bir yandan orada ne aradığımı, aslında İstanbul’da yaşadığımı, bir evim olduğunu düşünüp bir yandan da kuvvetli bir inançla bir savaşçıyı beklerken gözlerim açılıyor. Daha alarm çalmamış, Altan uykuda. Şaşırtıcı bir dinlenmişlik var üzerimde. Erken uyanmanın ve bu müthiş ayıklığın tadını çıkarıyor, alarma kadar nevresimi hışırdatarak biraz o yana biraz bu yana dönüyorum. Rüyamdaki bekleme hissi hala üzerimde, o gelecek ve rahata ereceğiz sanki. Ve alarm çalmaya başlıyor, zıplayıp kalkıyorum perdeleri sıyırıp gün ışığını buyur ediyorum. Günaydın! Altan şaşkın. Bende bir kıpır kıpırlık, yerimde duramıyorum, yarı dansederek yarı zıplayarak odayı toplayıp üzerimi giyinip, allığımı dahi sürüp müslileri hazırlamaya iniyorum. Marketlere yeni giren keçi sütünü denemek üzere müsli, bal ve muz dilimlerini hazırlıyorum. Ne şenlikli bir sabah!

Dünkü inziva ve sonrasında ufak işleri hallettikten sonra aileyle uzun yemek çok iyi gelmiş bana; bekledikçe biriken gerginlik boşalmış, aile sohbetleri tıkalı boğazımı yumuşatmış, uygun fiyatlı ama neşeli bir tınısı olan Şili menşeili Sauvignon Blanc ağzımın tadını yerine getirmiş, Altan’a yaslanmak, babama sarılmak, anneme sokulmak, Canset’le sadece bizim anladığımız espriler yapmak, kuzen Eda’yla çocukluk anılarına dokunmak, ve ardından evde Superman izlerken uyuklamak beni lokum gibi yapmış. İyi ki ara vermişim bir gün, iyi ki dinlenmişim. Her zamanki eğilimim olan kendimden aşırı beklenti hali süzülüp giderken, beni tatsızlaştıran bitkinlik de kapıyı çekip çıkıvermiş. Bu sabah yenilenmiş ve aydınlık gözlerle baktım dünyaya. Yere basan ayak tabanlarıma, saçlarımı tarayan ellerime, bala bulanan ağzıma ve bu yaşamda olduğuma şükrederek. Dün beni içten kıskıvrak tutan suçluluk ve yorgunluk erimiş, bugün el değmemiş fikirler, cesaret ve aşkla doluyum! Dünden bugüne değişen bu hal, kadınların 11 ay noktasını da düşündürmüyor değil!

Bugün çok iş var; marangozla, demirciyle, duvarcıyla, parkeciyle 9.30’da başlayıp ucu açık uzanan upuzun ve hareketli bir gün beni bekliyor. Hayatımın ilk ve dolayısıyla en büyük girişimi için kolları sıvadım, harika ortaklarım, hayallerimiz ve potansiyellerimiz var. Tabi her şey bir mekanla uğraşarak başlıyor. Mayıs sonunda bizim evin tadilat işleri bittiğinde Altan’a dönüp şöyle demiştim; “ Bir daha 10 yıl benden tadilat çıkmaz, çivi bile çaktırmam, bitmiştir!”, ve bundan tam 4 ay sonra, yeniden kırım-yıkım, molozlar ve ytonglar arasındayım. Büyük konuşmaya hiç gerek yok bu dünyada, bir an sonra ne yapacağımızı, neye evet diyeceğimizi, eğilim ve isteklerimizin ne yönde değişeceğini hiç mi hiç bilmiyoruz. Ve de tam bu bilmemek hali yaşamı bu kadar vazgeçilmez kılıyor..

Bundan birkaç sene önce “Well at Work, Well at Life” isimli bir eğitim almıştım, orada eğitmen Sabine bize Stress’in iki tipi olan Distress ve Eustress’ten bahsetmişti. Distress, bizim bildiğimiz tanımla Stress’in ta kendisi, yani duygusal ve fiziksel etkiler karşısında uygun tepkileri vermeyi başaramadığımızda oluşan alarm ve adrenaline salgısı ile kısa süreli dirençler yaratan, aşırı bitkinlik haline, ve hatta fiziksel sorunlara yol açan gerginlik. Ancak Eustress’i ilk defa bu eğitimde duymuştum. Eustress ise stressin olumu bir formu; çoğunlukla kişinin yaşamında arzuladığı ve hedeflediği olay ve durumlarla bağlantılı olarak, kuvvet ve işlevi artırıcı yönde zorlayıcı işler yapma sürecinde ortaya çıkan olumlu bir stress. Her ne kadar fiziksel olarak beden distress ve eustress arasındaki farkı algılayamasa da, zihin iki stress’i birbirinden çok net ayırıyor. Eustress kişiyi daha ileri götürmek için müthiş bir mekanizma, kaldırabileceği yük eşiğini artıran, bedeni ayakta tutan. Ama her ikisi de birikerek artan(kümülatif) özellikte olduğu için, sürecin duygusal kalitesi çok farklı da olsa, bedenin etkilenişi birikmiş gerginlik şeklinde oluyor. Dolayısıyla hedefiniz sizi coşku ve hevesle de doldursa, durup dinlenmeye, nefes almaya, ve sinir sisteminin rahatlamasına alan vermek şart.

Önümdeki uzun güne iki büyük kaşık petekli bal, güne hazır bir beden, çantamda akşam gireceğim yoga dersi için atlet ve taytım ve fonda U2’dan “Mysterious Ways”le başlıyorum. Sanırım rüyamda beklediğim savaşçı geldi!

Harika bir gün sizin olsun, eustressiniz bol olsun! (aman arada dinlenin..!)
Sevgiyle, Deniz

(fotograf: Hususi Muessese, Gokhan & Serkan)
Related Posts with Thumbnails