20 Ağustos 2009 Perşembe

Los Angeles'ta havalar...

Yine soğuk bir sabaha uyanıyorum, yanımdaki atlet ve şortları üst üste giysem de yeterince ısınamadığım, yanlış hesaplanmış bir hava durumunun avcuma bıraktığı ürpertili Venice günlerinden biri. Yorganla uyuduğum, burnum serin uyandığım, ve dışarıda güneşli bir günün canlı renklerini aradığım. Bavulumu hazırladığım o son akşamda , en eski ve ince kıyafetlerimi seçmiştim, çünkü Los Angeles’in hava durumu 30 derece güneşli gösteriyordu, hem de 10 gün boyunca. Tabi hava durumu için esas alınan bölgenin şehir merkezi olduğunu, ve okyanusa yaklaştıkça bunun 5-10 derece düşebildiğini, bizim kalacağımız 32 North Venice adresinin ise okyanusa bir blok mesafede olduğunu bilmiyordum. Neyse ki H&M var ve 20$’a kocaman bir kazak alıp sahilde sabah meditasyonunda, Santa Monica’ya bisiklet turumda, ve ‘3rd Street Promanade’ olarak anılan trafiğe kapalı şirin caddenin akşamında ona sarınabildim. Yoga yaparken mi? Orada ince atletim, taytım ve kalbim yetip artıyor!

Burada olmamızın esas sebebi olan Erich Schiffmann’la yoga hocalık kursu muhteşem geçiyor. Sabahları bedenimiz elverdiğince erken kalkıp meditasyonumuzu yapıp, bazı açılış akışlarını tekrarlıyoruz. Bir iki defa vipassana yapabildik, bunun dışında Erich’in akışlarını, bazı cümlelerini, kendi deneyimlerimizi konuşuyoruz. Sonra yumurta, peynir, domates, meyve, zeytin, ekmek, fıstık ezmesi ve reçelle donatılmış masada, çaylarımızı yudumlayıp olabildiğince doyurucu bir kahvaltı çekiyoruz, hazırlanıyoruz ve Main street’e doğru yola çıkıyoruz. Birkaç defa hatalı park edip bir defa da sağlam park cezası yedikten sonra ister istemez öğrendiğimiz kapalı otoparka park ediyoruz ve kursun gerçekleştiği yoga merkezi olan ‘Exhale’e yürüyoruz. Exhale’in biri devasa, diğeri orta boy iki stüdyosu, ve sanki bunlardan çok rağbet gören bir mağazası var. Mağazada ünlü markalarda yoga matları, aksesuarlar, çeşitli ziller, mumlar, DVD’ler, kitaplar ve hepsinden çok yoga ile ilgili giysiler var. Çoğu pamuklu ve ‘organik’ olan yoga ve yogi kıyafetleri benim kriterlerime göre çok pahalı. Pamuklu bir yoga pantalonu 66$, tişörtler 40$ ve üstü, biraz daha katma değeri yüksek parçalar 80-100$ civarına çıkıyor. Bu inanılmaz fiyatların arasında, şansımıza yaza özel bir yoga paketi satın alıyoruz; 50$’a iki hafta sınırsız ders katılımı, işte bu harika geliyor. Erich’le kurs öğlen 12de başlıyor ve küçük bir tuvalet molası dışında blok 4 saate yakın sürüyor, işte bu yüzden sağlam bir kahvaltı hayat kurtarıyor. Son iki saat pratikle geçiyor ve çıktığımızda hissettiğimiz açlık sayesinde Main street’te nerede ne yenir hemen öğreniyoruz. Favori yemek noktamız ‘Library Alehouse’, favori kahvecimiz de sınırsız ve koşulsuz internet erişimi sayesinde The Coffee Bean oluyor. Çoğunlukla dördümüz birlikte hareket ediyoruz. Ama ara sıra yalnız zaman geçirebildiğimiz de oluyor.

Erich’le dersler çok ilham verici geçiyor, ders bittiğinde, genelde doygunluk ve yoğun duygular içinde oluyorum. Bu duygular arasında ustaya hayranlık, basit ama hissedilir akışların etkisiyle derin bir keyif, derse hakim meditasyonun denge hissi ve kendi potansiyelime dair tutkulu bir merakla, yolun ne kadar başında olduğuma dair bir anlayış ve tevazu oluyor. Hocanın dudaklarından dökülen her bir heceyi havada yakalayıp öğrenmeye, anlamaya, kavramaya açık duruyorum. Akışları, hep ilk defa yapıyormuşum gibi bir açıklıkla yaşamayı araştırıyorum. Hoca hep hatırlatıyor “her an bir şey yapıyorsunuz, şu an ne yapıyorsunuz? Tam da bu geçişte fark edin, elleriniz bir şey yapıyor.. ne yapıyor?” sürekli izleyerek, orada olarak, kıvrılan bilekte, içeri çekilen karında, açılan kasıkta, uzayan omurgada, her an nefesle açılıp genişleyip, her an nefesle rahatlayarak akıyorum. Ve en can alıcı anlardan birinde duruyoruz. Durup, dinliyoruz yaşamı, olanı. Erich, gün içinde de durun ve ara verin diyor, ara verin ve dinleyin. Ben de burada, bu alışkanlığı davet ediyorum yeniden. Kendimi, ve ötesini dinlemeyi deniyorum.

The Coffee Bean'de otururken dinliyorum kendimi, sabah kumsalda yürürken, insanların içinde otururken, arabada giderken, gece uykudan önce yatakta uzanırken… Bir an için eforu bırakabildiğim ve ‘durabildiğim’ her an, kimi zaman bir an, kimi zaman birkaç dakika dinliyorum ne varsa. Dinleme hali, izleme halinden biraz daha farklı benim iç sistemimde. İzleme, kaba bir tanımla “ben”in zihin, duygu, tutum ve eylemine dair bir tanıklık ve algı hali iken; dinleme, o ana, o anda olan ve olmayana, ben ve ötesine, tanımlanamaz olana bir açıklık ve alıcılık gibi daha çok. Farkediyorum ki yogada, izlemedeyim daha çok, oturarak yaptığım meditasyonda dinlemeyi yaşıyorum. Ancak Godfrey’le birkaç derste yaşadığım bir haldi yogada o derin dinlemeyi yaşamak, ve gayret göstererek değil de, bırakarak ‘ol’uvermişti kendiliğinden. Vinyasa akışında kendimden geçer gibi olmuştum, daha büyük bir şeye ait gibi, sınırların eridiği bir genişleme içinde, sonu olmayan bir şey gibi hissetmiştim. Tanımlanamaz ve tekrar edilemez, taklit edilemez, aranarak bulunamaz bir oluş haliydi. Ve onu aramadım bir daha. O yine gelecekse, gelecek nasılsa. Yoga, mata her adım attığımda başka bir macera, yeni bir yoga zaten. Hep yeni bilgiyle, yeni anlayışla, yeni bir farkındalıkla akıyor. Büyük üstatların söylediği gibi, bir ideale saplanıp o an olanı, yani gerçeği yaşayamamak zaten insanlığın en acılı kısırdöngüsü. Aramayı bıraktığımızda, o anda olana uyanabiliyoruz ve bir an için de olsa gerçek oluyoruz. Aradığımız sürece, bulunacak olana bir hasret ve ondan yoksunluk duygusuyla nefes alıyoruz. Erich’in dediği gibi, O’nunla bağlantıya geçmek, O’nunla birleşmek istiyoruz, çünkü O’ndan ayrı olduğumuza dair derin bir yanılsama içindeyiz. Tabi bunu, zihnen anlıyorum, ama bütün varlığımla bilmiyorum henüz. Erich’e baktığımda ise, her bir zerresi, hücresi, sesinin titreşimi ve gözlerinin derinlikleri aynı şeyi söylüyor, o biliyor. Ve o, sıcacık gülüşüyle diyor ki “Ben aydınlanmadım. Ama buna ilgi duyuyorum evet.”

Burada, içim uzandıkça elim de uzanıyor Osho’nun Yakınlık kitabına, ve bu büyük ustadan da dinliyorum duymam gerekenleri. Bazen bir iki cümle, bazen bir iki sayfa; sonra gözlerimi kapatıyorum ve içime işlemesine izin veriyorum. Ve dinliyorum. Birkaç yıl önce ite kaka okuduğum ve bana çok şey ifade etmeyen Osho’nun cümleleri şimdi gonca güller gibi açılıyor önümde. Bazen bir paragrafıyla yığılıp kalıyorum. Çok basit aslında her şey, zorlaştıran benim. Anlıyorum. Bana dokunan tüm üstatlara, hocalarıma, hayatıma değen her insana teşekkür ediyorum bir defa daha. Bu, gönlümden, içimden yükselen gerçek bir minnet, taklit edilemez, zorla hissedilemez. Bu gerçek. Ve gerçek olan her şey gibi parlıyor.

Tam da yakınlığa dair okurken, uzakta olmanın şaşırtıcı rahatlığını yaşıyorum. Rutinden uzaklaşmanın hareketlerime getirdiği bir özgünleşme ve hesapsızlaşma hali içindeyim. En basit günlük işlerden, evin temposundan, en sevdiğim insanlardan, her gün yaptığım konuşmalardan, ezberlenmiş cümleler ve ifadelerden, yüzüme yapışmış gülümsemeden, İstanbul'un trafiği, toplu taşıması, insanları ve ritminden uzakta, sanki boynumun arkasındaki görünmez "reset" tuşuna basılmış gibiyim. Uykum bir başka, uyanıklığım bir başka. Saatlerim, giydiklerim, konuştuklarım başka. Bazı yerleşmiş gerginlikler kaçınılmaz bir gevşeme içinde. İnsanın kendi yarattığı düzenden uzaklaşması bile kendi içinde yeterli şifa gücüne sahip. Tabi birkaç günlüğüne, ya da birkaç haftalığına! Sonra, saatlerim, programım, alanım, yaşadığım ev değişse de, yeninin o açık gökyüzünde kendi öz notalarım çınlamaya başlıyor. Uyandırıcı olan, her yere beraberimde getirmeyi başardığım, farkında olduğum ve olmadığım o kalıplarımı görebilmek. Çöldeki bir kum yılanı gibi, ait oldukları ortamın rengine ve dokusuna uyum sağlayan kalıplar, Pasifik kıyısındaki bu bambaşka düzenin renk ve dokusunda belirmeye başlayınca çok daha kolay fark ediliyorlar. Fark etmek, artık ihtiyacım olmayanın kendiliğinden elenip gitmesi için ona açık bir kapı bırakıyor. Kimi, kolayca yumuşuyor, kimi direniyor. Ama bıraktıkça, rahatlıyorum. Ve bırakmayı, şu an ve her bir yeni anda, hep öğreniyorum. Kendimle öğrenirken bana ilham veren hocalarıma içimden tekrar ve tekrar teşekkür ediyorum.

Bir başka teşekkür de buraya birlikte geldiğim harika ekibe; birlikte çok öğreniyoruz ve eğleniyoruz. Evin kendine has bir havası var, araba yolculuklarımızın ve karar aşamalarımızın da. Herkes bir anda bir şeyleri üstleniyor, kendi yerini buluyor ve katkıda bulunuyor. Yoga bizi bir araya getirmiş, ama çok daha fazlası çıkıyor bu ‘bir aradalık’tan; derin sohbetler, derin sessizlikler ve aniden ortaya çıkıveren aynalar. Birbirimize gösteriyoruz göremediklerimizi; ve anlık takip ediyoruz yapmak istediklerimizi. “Hadi!” deyip alışılmadık bir yoga dersinde buluyoruz kendimizi, ya da harika bir sushi restoranında. Ve tanıdığımız, tanıştığımız insanlarla, kendimizi her an yeni bir patikada buluyoruz. John’la Chicken Itza’da yediğimiz muhteşem Yucatan yemekleri, Griffith Park Observatory’ye gidişimiz, Dante's point ismi verilen en tepeye tırmanışımız (Hollywood Yazısından daha yukarıda!) ve kendimizi bulutların arasındaki dağlarla çevrili koskoca şehre tepeden bakarken buluşumuz… Tırmanışa dair hiçbir fikrimiz yokken “yılan çıkabilir” tabelaları arasında keçi patikalarından tırmanıyoruz ve ardından yoğun oksijen ve manzaranın gerçek üstü hissi ile doluyor içimiz. Beklenmedik bir şeyler yapmanın o bembeyaz sayfaya benzeyen kokusu içimize işliyor. Hepimizin yüzünde tarif edilmez bir gülümseyiş. İşte en çok bunu özlemişim. Beklenmeyeni.

Beklenmeyen soğuğa rağmen, birkaç gün güneşi de görüyoruz. Yine de Venice sabahlarını ve Santa Monica akşamlarını biraz olsun ısıtabilmek için birkaç kazak ve hırka almak zorunda kalıyoruz. Ama bu akşam gökyüzü çok parlak görünüyor, yıldızları seçebiliyoruz; kim bilir, belki yarın yanaklarım kızarır güneşten, şapka takmak ve burnuma koruyucu krem sürmek zorunda kalırım? Plan, eğer hava açık olursa ders çıkışı arabayı Pacific Freeway’den Malibu beach’e sürmek; tabi ki direksiyonda Çelen ve harita okumada ben, sol arka camdan fotoğraflamada Özlem, vurucu cümlelerle ortamın havasını oluşturmakta Gül!

Daha az bulutlu, kazaksız, çorapsız bir sabaha uyanmayı hayal ederek, yorgana sarınıp, uykudan önce birkaç satır okuyacağım. Yazacak onlarca şey sivrilmesine rağmen içimde, şimdilik burada bırakıp uykuya vakit ayırmak zorundayım. Erich diyor ki, “iyi uyuyun, beslenin, su dengenizi koruyun ve derse geldiğinizde en verimli halinizde olun”. İşte bu yüzden şimdi yatak vakti, hatta geç bile!

Hepinize uzaklıklar arasında yakınlığı keşfedebilme cesareti, arada bir durup olanı dinleyebilecek vakti ve yumuşak iklimli bir Ağustos günü dilerim!

Sevgiyle kalın
Deniz

Not: teknik uyumsuzluk nedeniyle fotoğraf yükleyemiyorum, ama dönüşte bol bol yükleyeceğim!

12 Ağustos 2009 Çarşamba

beklerken

Münih havalimanı; içinde eczanesi, restoranları, masaj ve manikür salonu, uyku kabinleri, hatta sex shop’u olan yürümekle bitmeyen terminal 2. LA uçağına aktarma sırasında bu havaalanında geçirecek 4 saatim var; bağdaş kurup ücretsiz gazeteleri okuyorum, elimde USA today, kulağımda Morcheeba, yürüyerek her köşeyi geziyorum, duty free shop’larda yeni parfümleri deniyorum. Escada “Incredible Me”den sonra “Desire Me”yi çıkarmış, biraz daha altın tonlarında ve şekerli bir versiyon, sol kolumdan ara ara burnuma dokunuyor. Sol elimin üzerinde ise Vera Wang’in “Look”u var; ilk sıktığımda şaşırtıcı bir tazeliği vardı, ama hızla çocukluğumun parfümlerini çağrıştırdı. Dior’un 454 numaralı parlatıcı rujunu denedim, çok beğendim, dönüşte almak üzere numarasını kaydettim; her ne kadar rujlarımı ortalama 3 yılda bitirebilsem, dolayısıyla daima uzun soluklu (hatta sıkıldığım!) birkaç rujum olsa da, eğer rengine çarpılırsam yeni bir ruju da repertuarıma katmaktan çekinmiyorum. Biraz daha yürüyüp aksesuarlara daldım, ama bugün bir satın alma ihtiyacı duymuyorum; tam da bu yüzden o indirimli lacivert Fendi gözlük gözlerimde, ısrarlı bir gülüşle bana bakan George Clooney posterine istemsizce gülümserken, bu seansı yarıda kesip gözlüğü yerine bıraktım. Aynadaki yansımam kaldı aklımda ama, hemen benim olmak zorunda değil. Çünkü o objeye ve onunla gelen imaja yüklü anlamlar şimdi o kadar da önemli değil. Bir yıl önce olsaydı mı? Kesin alırdım!

Bu terminalden son geçişlerim 2008 bahar ve yaz aylarındaydı; düğün öncesi yoğunluk ve Italya sürecinin tüm gerginliğini duty free shop’larda atmıştım. Bir yandan damada malum saatini ararken, bir yandan güneş kremleri, rimel ve parfümlere dalmıştım. Ne kadar tükenirsek o kadar tüketiyoruz ya, ve o tüketimi de son derece haklı buluyoruz; benim için bedenimdeki birikimi boşaltmanın bir yolu da “madem eşek gibi çalışıp ter döküyorum, istediğim gibi harcar ve acısını çıkarırım”dı. Parayı harcamayı biliyordum, ve eğitimlerim için kullanmayı da. Ama kendi tükenme hızımda artıyordu onu objelere ve keyiflere dönüştürme isteği; bir obje veya keyife arzu dahi duymadan kimi zaman. Çok açık ki, parayı hangi duyguyla kazandığımız, hangi duygularla harcayacağımızı belirliyor. Belki “harcamak” değil, “kullanmak” veya “dönüştürmek” oluyor paraya karşılık değerler edinmenin alt anlamı.

Gülüm hocam doğum tarihim ve ismimi üzerinden doğum sayımı yorumlarken “Parayı kullanmayı öğrenmen gerek” demişti. Bu cümle hafızama kazınmış sanki, bir gün gerçekten anlaşılmak üzere. Sonrasında Dan Millman’ın “Hayatınızın Amacı” kitabını okuduğumda, doğum sayımızın bize detaylı ipuçları verebildiğini gördüm. Benim 26/8 olan doğum sayım diyordu ki, ancak 2 ve 6 kavramlarını çözerek ve bu alanlarda olgunlaşarak nihai sayın olan 8’in kavramını gerçekleştirebilirsin. Yanlış hatırlamıyorsam 2 işbirliği ve denge, 6 kabul ve vizyon, 8 de bolluk ve güç idi. Zaten 2’den vurulmuş olan ben daha çok yolum var demiştim. Oldum olalı ödevi, projeyi, işi yalnız yapmayı sevdim. Ne zaman bir partnerle çalışsam iş yükü dengesinde ipin ucunu kaçırıp, neon ışıklarıyla çevrili mükemmelliyetçiliğimle, “ben yapayım da iyi olduğundan emin olayım” gizli kibirim sonucu gereğinden fazlasını yüklendim. Delege etmeyi çok zor öğrendim ve halen öğrenmekteyim. Her neyse, neticede benim doğum sayım 8’e, yani bolluk ve güce bağlanıyor, ve bu alanda paraya yaklaşım ön plana çıkıyor.

İşten ayrılma sürecim ve sonrasında, parayla olan ilişkimi gözlemleme fırsatı buldum. Çocukluğumdan bu yana, aileden gelen bolluk inancı ve paraya dair kalıplarıma, üniversite yıllarımda çeviri yaptığım dönemlere, tam zamanlı çalışmaya başladığım döneme ve alternatif terapi/eğitimlerden gelen kazançlarıma, birinden para alırken ve birine para verirkenki duygularımın nasıl zaman içinde değiştiğine baktım ve hala bakıyorum. Geçen gün bir öğrencimle de bu konuyu konuşuyorduk, o da nasıl kuaförde bahşiş verirken, temizliğe gelen kadına parasını uzatırken, tanıdığı bir kişiye hizmeti karşılığı para verirken zorlandığını anlattı; eminim az veya çok, bir çoğumuzda var bu parayı alıp verirkenki utançla karışık duygular. En azından bende çokça vardı, ve hala da birazı duruyor. Mantıkla baktığımda hizmet ederek bir değeri, yani parayı hakeden kişiye o parayı vermekten daha doğal ne olabilir ki? Ama duygular hemen elimine ediyor göz temasını, geçiştirerek, sanki gizli saklı ödüyoruz bazı hizmetlerin karşılığını.

Ayn Rand’ın “Atlas Vazgeçti” kitabını okurken (Teşekkürler Defne!) insan aklı, yeteneği, yaratıcılığı ve onurunun maddi güce ve servete dönüşmesinin gerçek doğamız olduğunu kavradım. Paranın, o zeka ve yeteneğin gayretle maddeye çevrilmiş hali olduğunu anladım. Para, güzelleşti benim için, ve bir yandan, ona bağlantılı bazı sülük çağrışımlar da dökülüp dağıldı. Utanılacak, saklanacak, üst üste konulup kenarda bekletilecek bir şey değildi para. Bir değerden neden utanalım? Dürüstçe, aklımızla, gücümüzle kazandığımız değerden. Ve neden onu ellerimizle alırken ve verirken ağır duygular yaşayalım? Nereden çıkmış tüm bu asalak çağrışım ve kalıplar? Bunun cevabı çok uzun, ve ben aktarabilecek birikimde değilim. Ama bu felsefi, politik, edebi, güçlü kitabı alın ve okuyun; bu dokunduğum küçücük noktanın çok ötesinde kavramlar ve doyurucu bir anlatımla, insan aklına adanmış bir başyapıtla karşılaşacaksınız. Belki, bende yarattığından çok başka izlenimler bırakacak sizde. Bir şans verin derim.

Doğru kavşakta karşılaştım bu uyandırıcı kitapla; yaşamım değişirken, değerlerim dönüşürken ve parayı kullanmayı öğrenirken. Ne yaptığım değil, hangi duyguyla yaptığımın beni ben yaptığını, yaşam kalitemi belirlediğini, özsaygımı biçimlendirdiğini öğrenirken. Yaş inancı olmayan biri olarak, 30 yaşın bir dönüm noktası gibi algılanmasına şüpheyle bakardım. Oysa şimdi, 30’a yaklaşırken kendi anlayışımdaki değişimlere hayretle bakıyorum. Hayret ve neşeyle..!

Terminal 2’de biraz daha oyalanıyorum, gece hiç uyumadığım için Nap Cab isimli uyku kabinleri feci şekilde ilgimi çekiyor, ama olur da derin bir uykuya dalarsam diye bu macerayı başka bir vakte erteliyorum. Ham ahşap masalı ARAN cafe’de decaf Cafe Lattemi yudumlayıp, ellerim klavyede gezinirken, rica üzerine Kanada’dan dönüş yolundaki Turk ailenin fotoğrafını çekiyorum. Gözlerim ara sıra saate kayıyor, sonra Japon turistlerin konuşmalarına takılıyorum. Bambaşka dillere, kültürlere, inanç ve değerlere doğmuş bu insanları izlemek, çeşitliliği ve renkleri kutlama hissi uyandırıyor.

Boarding’e 1 saat kala, tekrar hareketlenmeye başlıyorum - biraz yürüyüp bacaklarımı, kalçalarımı açayım, sonrasında uzun bir uçuş var. Uyku, gözkapaklarımda bir yoğunlukla kendini hissettirmeye başladı; ondan ödünç aldığım saatleri çekip alacak geri biraz sonra. Lacivert gözlüğün, binbir parfümün, Koreli kafilenin yanından geçip gidiyorum. Herşey biraz buğulu, uyusam rahatlayacağım.

Bir bağlantı bulursam yazıyı hemen yollayacağım, yoksa ne yapalım, vardıktan sonra!
Bolluğa, yola, yolculuğa adadım bu yazımı -Bolluğunuz bol olsun!

Sevgiyle - Deniz

11 Ağustos 2009 Salı

Yol ve Su

Uzun yollardan önce bölünürüm hep. Birkaç gün, sanki bedenim ve ben iki ayrı varlıkmışız gibi geçer; ellerimden, ayaklarımdan yabancı, biraz kopuk, biraz dışarıdan izler gibi olurum kendimi. Sanki, ben yola çıkmadan ruhum çıkmış gibi. Bir yanım yola sevinçle, heyecanla pırpır ederken, öbür yanım sanki bu şehri bir daha görmeyecekmişim gibi takılı kalır boğaz köprüsüne. Bir yanım rutinden çıkıp özdöngüme göz kırpmaya hazır, sanki yıllardır bekleyen bir buluşma için geri sayıma geçer. Diğer yanımsa garip bir hüzünle bulanıklaşıverir, sanki yağmur yağıyor gibi tam gözlerimin önüne. Sonra yolculuk saati yaklaştıkça midemdeki tuhaf boşluk genişler, “gerçek” olmaya başlar yolculuk, bölünme hissi geçmeye, ayaklarımın altında yer belirmeye başlar. Eğer bir uçaksa bindiğim, kitabımı önümdeki fileye, çantamı ayaklarımın arasına, battaniyemi omuzlarımın çevresine bıraktığımda normale dönerim. Yol beni alır götürür, düşünecek birşey kalmaz. Hep öyle olmuştur zaten: herşey, yola çıkana kadar..

Bebekken anlamsızca erken yürümüşüm ama, yaşamda hep çok zorlandım adım atmakta. Oturup öğrenmek, uzmanlaşmak, derinleşmek iyiydi de, eyleme geçmek bir türlü mümkün olmazdı. Öğrenmeye, bilgiyi pekiştirmeye, kendimce içselleştirip temellendirmeye, oradan taştıkça yazmaya çizmeye, ve hep biraz daha bilmeye aç oldum. Hiç yetmedi okuduklarım, bildiklerim. Bildiklerimin, hayal ettiklerimi gerçekleştirecek yeterlilikte olduğuna inanamadı içim. Bu, beni adım atmaktan geri çeken başlıca duyguydu. Daha çok bilmeliyim, daha çok gelişmeli, uzmanlaşmalıyım, hazır olmalıyım ki o adımları atayım. Ben olduğum yerde derinleşip, büyüyüp sığamaz hale gelirken yerime, çevremde akıyordu insanlar; birkaç kelime öğrenip hemen yazmaya başlıyorlar, püf noktalarını öğrenip büyük işlere kalkışıyor, biletlerini kaptıkları gibi plansız yolculuklara çıkıyorlardı. Hep gizli bir hayranlıkla ve şaşkınlıkla izledim onları, cesaretlerini ve girişimci ruhlarını. Onlara benzemek isteyen, gelen dalgayla akıp yol almak isteyen, topuklarından yere sabitlenmiş bir bina gibiydim ben. Her yolculuğumdan önce günlerce gideceğim yeri araştırır, plan-program yapar, bölgeleri günlere ayırır, otellerle emin olmak için iki kere yazışır, ve bavulumu checklist’ime göre hazırlardım. Ani çıkan değişikliklere uyum sağlamak, anlık yaşamak ne kadar zordu..

Kuzey Düğümü kavramıyla ilk karşılaşmam, yıllar önce Jan Spiller’ın Ruhsal Astroloji kitabı elime geçtiğinde olmuştu. Astroloji konusunda bilgim sınırlıdır, ama bu kavram beni çok etkilemişti; batı astrolojisine göre, Kuzey Ay düğümü ya da “Ejderha Başı” noktası, yaşam boyunca gelişmemizi sağlayacak hedefleri ve bu yolda karşımıza çıkacak en büyük fırsatı temsil edermiş. Ancak aynı anda bize gizli yeteneklerimizi, derin arzu ve korkularımızı, dolayısıyla yaşam amacımıza yol almamızı engelleyen taraflarımızı, zaaf ve zayıflıklarımızı da gösterirmiş. O vakit büyük bir heyecanla sarıldığım kitap gecelerce başucumda kaldıktan sonra uzun süre de salonumuzda gezdi. Annem, babam, kardeşim ve dinlemeye hazır herkese okuyordum kendi Kuzey ay düğümlerini. Herkes büyük bir hevesle dinlemeye başlayıp bir kaç sayfa içinde “yok canım ben hiç de öyle değilim ki” demek istiyordu, ama nasılsa elimden alıp okumayı sürdürüyordu. Bazı engellenemez tutumlarımı yorumlamakta bana çok yardımcı olan bu kitaptan öğrenmiştim ki, benim kuzey ay düğümüm Aslandaydi. Ve bu da bir ömür boyu onay beklememi, harekete geçmeden önce daha çok bilmek istememi, ve bir türlü eyleme geçemememi çok net açıklıyordu. Okudum, anlayabildiğim kadarıyla yoluma devam ettim. Kim olduğuma dair bir fikrim, bir hissim daha olarak, buna hiç değilse yakından bakma cesaret ve samimiyetini göstererek. Ama bu döngünün nerede kırılacağını hiç bilmeyerek.

Sonra onca çalışmadan, disiplinden sonra yoga geldi çarptı yaşamıma. Yogayı, olanı, olmakta olanları anlatmaya kalkışmıyorum; ne dilim yeter, ne sözcükler yetişir şu anda. Ama yoga bana dokundu, çok dokundu. Öz gozlemciliğim yıllardır bekleyip durduğu yoldaşlarını, şefkat ve anlayışı buldu. Katı, stabil ve yerinde güçlü benliğim önce eğilmeyi, bükülmeyi, sonra nefesi “almayı”, sonra nefesle akmayı öğrendi. Gün oldu nefesten gayrı birşey olmadığını anladı. Her bir ders, her bir nefes, her bir şavasana kendi hediyeleriyle geldi. O bilgi ve ilhamla dopdolu, ama etrafı kabuklaşıp sertleşmiş dünyam çatırdadı; nefes ve hareket birlikte aktıkça, harekete direnen yanım da harekete alan tanımaya başladı. Vinyasa beni teslim aldığında, artık ne teslim olan kaldı, ne teslim alan. Ne zaman o akış bana “aşk” oldu, bana birşeyler oldu. Akmaya başladım yaşamda, akıp dökülmeye, dökülerek anlatmaya. Anlattıklarım, hazırladığım bilgi ve deneyim paketleri olmaktan çıktı, anlatılacaklar ağzımdan dökülmeye başladı. Duraklamalarım, çekincelerim, tıkanmalarım seyreldi. Önünde durup yeterince güçlendiğimde yıkıp geçmeyi hayal ettiğim bazı duvarlar, kendiliğinden ve kolayça devriliverdi. Suydu benimle çağlayan ve her adımımla genişleyen, yaşamıma can katan, karnımdan fışkıran duygulara yer açan. Söylemeye, adım atmaya, yol almaya ve “an”da olmaya başladım. Ve gerçekten görmeye duygularımı, insanları, onların duygularını. Görebilmeye ve yakından bakabilmeye, ve sonra “yakınlık” sorunumu da görebilmeye.

Meğer bana su gerekirmiş yıllardır; ateş ve toprağın beni saran kollarını gevşetecek, kendime koyduğum kati kuralları ve kendimden aşırı beklentilerimi esnetecek, bedenime ritmi, açılıp kapanmayı, yükselip alçalmayı, sivrilip yuvarlaklaşmayı hissettirecek, önce matın üzerinde barajları yıkacak, ardından gücünü engelsizce yaşamıma bırakacak. Toprağıma su katacak, içime ferahlık, dilime “evet”, yoluma hız..

Nasıl bir kurgu ve döngüyle oluverdi bilmiyorum, ama şimdi suyu hissediyorum. Bunca yılın susuzluğunu yavaş yavaş giderirken, bir yandan tam da kuzey ay düğümüme dair bir çözülme yaşıyorum. Şimdi, aklım kadar karnımla da öğrenirken, eylemin içinde de öğrenilebileceğini öğreniyorum. Bilginin statik gücü, eylemin kinetik akışına dönüşürken, sanki bedenim de bundan çok zevk alıyor ve hafifliyor gün geçtikçe. Hafifledikçe yeniye açılıyor, bilinmeyenle daha rahat ediyor, adım atarken ayağımın altına bakmadan da rahat edebildiğimi görüyorum. Çin tıbbından Ayurveda’ya tüm doğu ilimlerinin neden “element dengesi”nden söz ettiğini bir gram daha anlıyorum.

Yogayla gelen bir başka hediye de bedenime karşı daha duyarlı ve dinleyici olmaktı; bedeni dinledikçe, sınırlarını, yorgunluklarını, yapmak istediklerini ve kaçındıklarını, belli yerlerde yoğunlaşan katılıkları ve sıkışan duyguları görmemek imkansızlaştı. Kalçalarımda bekleyen çaresizlik ve omuzlarıma çöreklenmiş öfke bir yana, sol dizimdeki tuhaf duyguyu, iç bacaklarımdaki çekmeleri, bedenimde nereyi incitmeye yaklaştığımı farkediyor olmak doğallaştı. Bedene yaklaştıkça ona daha iyi bakmaya başladım; aromaterapik yağlar, organik eklem jelleri, kendi kendime yaptığım ayak bakımları ve acı hissettiğimde kaçmayıp doktora gitmeyi örnek verebilirim. Son bir kaç haftada “oluveren” yeni deneyimlerimden biri de, kendime uzundur bekleyen bir hediyeyi vermekti: Manfred’le terapi! Dinleyen eller, bedenimin tepkileri, ağrılar, birikmiş laktik asit ve çeşit çeşit duygular. Islak gözler ve yanaklarla çıktığım terapinin başında Manfred ayaklarıma dokunup orada birikmiş korkudan bahsetti. Adım atma korkusundan! Ve bu nedenle adımlarımın çok sert, belli kas gruplarımın aşırı kullanılmış olduğundan. Çocukluğumda ayaklarımda ne yaşadığımı sorunca, özellikle sol ayağımı içe bastığımı, bu yüzden çok sık düştüğümü, bir dönem düşmekten dizlerimin rahatsızlandığını, taban kaldıran ortopedik ayakkabılar ve “Deniz sol ayağını dışa bas” hatırlatmalarıyla büyüdüğümü anlatıverdim. Zaten gerisi terapide yaprak yaprak açıldı.. Önce Manfred’e, sonra kendime teşekkür ederek, ve aslında O’na şükrederek, nemli gözlerimde hafiflemiş bir ifadeyle güneşe çıktım.. Sanki ilk çıkışım gibi hissettim güneşe!

Şimdi istikamet güneşin parıldadığı uzun kumsallarla dolu Los Angeles; hem batı sahiline ilk yolculuğum bu, hem Yoga için yurtdışına ilk seyahatim! Orada Gül, Çelen ve Özlem beni bekliyorlar. Bavulumu son akşamda hazırladım ve kendisi bugüne dek hiç olmadığı kadar hafif; kalacağım yerin adresini uçaktan inince öğreneceğim, gideceğim şehre dair hiçbirşey okumadım, gezilecek yerleri haritada işaretlemedim; ve bu bana korkutucu ya da garip gelmiyor. Çok yeni bir his. Onu, geldiği gibi, yaşıyorum. Biraz heyecanla, biraz merakla. Her nasılsa, zaten başka türlü olamayacağını hatırlayarak!

Shuttle gelene kadar uyumayacağım; zaten uçuşta uyuyacak bol bol vaktim olacak.. Başucumda şeftali dilimleri, Sırt çantamda Osho “Yakınlık”, kulağımda Tim Booth “Sound” var. Yazıyı yazarken bölünme hissi çoktan geçmiş bile. Üç hafta da geçiverecek öyle. Ama her yol bir başka kapı açar ya kişinin kendisine, işte ondan heyecanım herhalde..

Su gibi akan bir Ağustos dileğiyle; görüşmek üzere!
Sevgiyle,
Deniz

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Susam

Elimde dosyalar, poşetler ve muhtarın elime tutuşturduğu “Fulya’da Ne Nerede?” kitapçığıyla yürüyorum. “Buralarda balık satan bir yer var mı?”, “Noter ne tarafta?”, “Başka manav var mı?” gibi sorularım sonucu elime geçen kitapçığı karıştırarak, yakıcı güneşin altında karşıdan karşıya geçiyorum. Bir pastaneler dizisinin önünden geçerken günün anlam ve önemi burnumun derinliklerine kadar işliyor. Ben daha ne olduğunu anlayamadan, ilişkili nöron ağları harekete geçiyor; sanki ağzımda tadını hissediyorum, susamın kokusu içimi okşuyor, anneannemin mahlep kavanozu ve eski şirketimde apansız masamın üzerinde bulduğum kutu gözümün önünde canlanıyor. Koku gittikçe yoğunlaşıyor, ve ben de kendimi tutamayıp bakıyorum: İşte heryerde kutularca üst üste dizilmiş kandil simitleri! Bu koşuşturmalı günün ortasında bir mola vermek için sızlayan bedenim açlık zillerini çalarken, kandil simidi kutularına uzanmamak için direniyorum. Malesef yeni öğrendim ki, benim bünyem için susam da, beyaz un da hiç iyi değilmiş, hadi bakalım!!

Acı dolu gerçekler, Cihangir Yoga’daki “alerji ve yemek duyarlılığı testi” sonucu ortaya çıktı. Anladım ki boşuna dememişler “Ignorance is bliss” diye; zira minik ‘manyetik-veya-titreşimsel olduğunu varsaydığım’ cihaz ucu her okuma yaptığında, o pek keyifli keşifçi gülümseyişim parça parça dağılıverdi. İnek sütü, kırmızı şarap, dana eti, beyaz un, soğan ve susama yüksek duyarlılığım çıkarken, hindi, kabak, havuç ve kepekli unun bünyem için nasıl fevkalade olduğunu duymak pek de neşemi artıramadı doğrusu! Gözümün önünde şaraplık dolabımızdaki Shiraz’lar, Merlot’lar ve Los Angeles’ta tatmayı planladığım Cabernet Sauvignon’lar uçuşurken, büyük umutlarla haftada bir defa tüketmemin zararı olmayacağını düşündüğümü söyledim, tabi sonunda bir soru işaretiyle. Aldığım yanıtsa yıkıcıydı, “Sen olsam asla kırmızı şarap içmezdim”. Her gün süt içen, her yemeği normalin iki katı soğanla pişiren, haftada 2 defa kırmızı et ve kırmızı şarap tüketen, simiti ve beyaz ekmeği Pazar kahvaltılarından eksik etmeyen ben, 150 çeşit yiyecekten bu 4-5 parça için acılı bir yas sürecine giriverdim. Kendimi avuttuğum kalemler ise benim bünyeme çok uygun çıkan herçeşit balık ve deniz kabuklusu, tavuk, yumurta, pirinç, koyun ve keçi peynirleri, çikolata, neredeyse bütün meyveler, ve en sevdiğim sebzeler oldu; bakiniz patlıcan ve domates! Öte yandan lahana ve karnıbaharı elerken hiç içim acımadı, ve tabi hiç tüketmediğim kolaya yüksek duyarlılığım da umurumda olmadı. Uzman bana yasaklı listemdeki yiyecekleri sadece 2 ay tüketmeyip izlememi önerdi; ara sıra 1-2 gün süren karın şişliklerimin, bir türlü sıfırlanmayan öncü alın sivilcelerimin, ender de olsa uğrayınca canımı çıkaran baş ağrılarımın ve duygusal gerginlik & bedensel halsizliğimin bu süreçte azalma şansı olduğunu, bedenle uyumsuz besin tüketiminin ya yüksek gerginlik, ya aşırı yorgunluk, ya da bazı sıkıntılı semptomlarla kendini gösterdiğini anlattı. Sonra yemek sinyali göndermeden sadece genel stress seviyeme baktı ve tabi ki kaçınılmaz olanı söyledi..

Değerlendirmesine göre stressim çok yüksekti, ve yemek duyarlılıklarımın bunu oluşturacak kadar yüksek olmadığını belirtti; sonra birkaç noktadan daha ölçüm yaptı ve dış etkenlere, polen, toz ve hava kirliliği başta olmak üzere burundan ve ciltten bana ulaşan etkenlere duyarlı olduğumu ve bunun yarattığı stressin çok yüksek olduğunu söyledi. Aynı cümleyi farklı formatta pek çok uzmandan yıllardır duyduğuma göre, bunun “ben” oluşunun önünde saygıyla eğilmek dışında yapabileceğim birşey olmadığını düşündüğüm o anda, karşımdaki bilgiyle dolup taşan güzel insan bana bu seyahatimde bulabileceğim, benim bünyeme birebir uygun bir homeopatik deva önerdi. İşte bunu sevdim! Ama hemen ardından biraz daha gevşememin, rahatlamamın da çok faydası olacağını söyledi. O anda hayatımın sorusunu bir defa daha sordum içimden; “ne zaman gerçekten gevşeyeceğim?”, ve bildiğim cevabı duydum aynı yerden; “istediğin ölçüde asla!”. Evet, tabi ki gayret göstererek izlediğimiz, dikkatimizi verdiğimiz ve çeşitli yaklaşımlarla, yöntemlerle, açıklıkla tutumlarımızda gerçekleşebilen değişimler var. Ama bir de genetik kodlama, aile enerjisi ve varoluşumuz gereği oldukça sabit olan, bizi biz yapan ve yaradılışımızda var dediğimiz tutumlarımız. İşte onlar, esas önünde eğildiklerimiz. Onlar bugünü mümkün kılanlar. O kemikleşmiş gerginliğim yüzeyde aşınıp yumuşasa da, günlük yaşamda toleranslarım artsa ve durumların içinde rahat edebilmeyi ve daha kolay adapte olmayı öğrensem de, gerginliğin kökenindeki mükemmelliyetçiliğim hiç bir zaman yerinden oynamayacak. Ve aynı mükemmeliyetçilik beni bunca detaycı yapan, giriştiğim her işte, projede ve çalıştığım her alanda azimle ve dikkatle çalışmama ön ayak olan. Kimi zaman aşırı yük altına girmeme neden olsa da, yaptığım işi yüksek bir detaycılık ve özenle yapmaya dair içimden fışkıran alevlerin yakıtı olan. Ve o, hep orada olacak. Ben de yaşadıkça, onun bende yarattığı gerginliği, bedenimde biriken tortul stressi dengeleyecek yaklaşımlarla bu semptomları hafifletmeyi araştıracağım. Neverending story.

Şarap dolabıma birkaç Chardonnay eklemek içimi rahatlatırken, bu defa zeytinyağlı fasulyenin soğanını biraz daha azalttım(insani ölçülerde). Beyaz ekmeği tatiller dışında hiç yememeye hazırım, makarnayı biraz daha seyreltirsem zaten ayda bire düşer. Buzluktaki bonfileleri Altan’a hibe edip, balık sıklığımızı artırabilirim. Keçi peynirine zaten oldum olası aşığım, ama inek peynirleri dünyasına bir süre için dahi veda etmek acıklı.. İçimdeki idealist, bu listeye birebir uymak için takla atmaya hazırken, bugün ilk firemi verdim; onca pastanenin, fırının, simitçinin önünden geçtim, apartmana varmama 10 metre kala köşedeki seyyar simitçiyle karşı karşıya kaldım. Önce hızlı adımlarla hiç görmemişim gibi yanından geçtim, sonra paşa paşa geri dönüp, kimse görmeden (buyrun suçluluk!!) bir kutu kandil simidini çantama atıverdim. Eve girer girmez ilk iş kutuyu açtım ve en susamlısını mideye indirdim! Gerisini ben yemeyebilirim, umurumda değil. Ama o bir lokmayı yemeseydim, eskilerin deyimiyle bir yerlerim şişebirdi!

Hızlı ve yoğun günün ardından ders için matımı sermem gerek!
N'olur benim için bol bol kandil simidi yiyin!

Sevgiyle,
Deniz
Related Posts with Thumbnails