25 Mayıs 2010 Salı

e Deniz'im..

Uzundur bekleyip duruyor klavyem; “ha gayret, az kaldı, şu dersi vereyim, şu çamaşırı da düreyim, şu masayı da sileyim, bülteni de göndereyim..” derken tatlı ve ılık uyku gözkapaklarımın altına usulca yerleşiyor bir akşam daha. Uykuyla göğüs göğüse son bir inatlaşma, ya bir bölüm Fringe izliyoruz Altan’la, ya da iki kat yastığımla yorganım arasında sandviç olup Osho’nun Korku’sunu ve arada da yeni çizgi romanım The Last Man’i yudumluyorum. Yazmak istediklerimi dillendirecek halim kalmadığından mı, yoksa kendime ayırdığım yarı uykulu gün sonu dakikalarını macera dolu bir şeylere ayırma ihtiyacımdan mı bilmem ama, uykudan önce yazmak pek bana göre değil. Ben sabahları yazmalıyım, iyi bir kahvaltıdan sonra, sessiz ve aydınlık odada, fonda o günkü iç alanımla rezonansa girecek hafif bir müzik ve yanımda kocaman bir bardak suyumla. Tabi ara sıra bir cafe Nero köşesinde ya da bankta oturup netbook’uma döküldüğüm de olmuyor değil, ya da iki yoga dersim arasında matımın köşesinde. Yine de herkesin bir favori zamanı vardır sevdiği eylemler için. Benimki de uykumu aldığım bir gecenin ardından doğal uyandığım sakin bir sabah işte.

Doğal uyanmayı ne kadar özledim. Düşündüğümde aklıma gelen ilk sahne Olimpos’ta Caretta Pansiyonun Dalgalı Oda’sında beyaz ve mavi duvarlara vuran günışığı, tavandaki pervane, ayağıma değen ayağı Altan’ın. Hafif bir esinti, sabah sessizliği, aklımda bir an önce kendimi bırakacağım dümdüz sabah denizi ve derenin buz gibi suyu, yoldan alıp derede yıkayacağımız meyveler, ve dönüşte Pelin’in elinden mantarlı omlet… Doğal uyanmak tatili çağrıştırıyor, tatil denizi, uzun uzun yüzmeyi. Yaz boyu küçük parantezlere sıkıştıracağımız deniz kıyısı, yosun ve iyot kokusu, akşamları mangalda deniz levreği ve rüzgara takılmış bin bir çiçek rayihası şimdiden burnumda. Bir an önce öğlen güneşinde gölgelere çekilip kitap okuyup uyumayı, tatlı ve sulu şeftalilerle serinlemeyi, denize ilk daldığım an yüzümü okşayan taze mavi dokunuşu, yaz geceleri ışıktan uzak terasta oturup kayan yıldızları izlemeyi istiyorum. Ve belki tatilin gevşek omuzlarına tutunup, ılık kucağında dinlenip, sonsuz lezzetleriyle beslenen ruhumdan akacak kelimeleri yazmayı. Kim bilir, bu yaz planladıklarımızın ne kadarını yapacağız, ve kim bilir yaşam yolumuza başka ne doğaçlama fırça dokunuşları ekleyecek?

Ha yazdım ha yazıyorum derken yeniliğini yitirse de, içimdeki yeni rahatlıktan söz etmeden geçemeyeceğim. Erich’in cümlelerine yeniden daldığım, ve günlük meditasyonuma özenle vakit ayırmaya yeniden başladığım şu günlerde, üzerime bir rahatlık, yumuşaklık yerleşti. Prenatal Yoga kursumdan beri daha yoğun yaşamaya başladığım “iç temas” biraz daha güçlendi. Farkına vardığım ya da çoktandır farkında olduğum eğilim, sezgi ve yönelimlerimi daha içtenlikle dinlemeye, bu “bilen” kaynağa daha çok alan vermeye, farkına vara vara inatla aksi yönde yürümemek için kendimle diyaloğa geçmeye başladım. Zira hala “doğru olduğuna” inandığım, ya da kendi rasyonel analizim sonucu “yapılması gerektiğine” karar verdiğim bir çok eylemde, içimde inceden sızlayıp duran, ve ne yaparsam yapayım, aslında bunun benim yolumda olmadığını, bana iyi gelmeyeceğini, kalben istemediğimi bana fısıldayan o iç rehberi dinlememeyi seçtiğim durumlar oluyor. Ve bu durumlarda aslında “olmayacağını” hissettiğim bir şeyi “oldurmaya” uğraştığımı, yap bozdaki boşluğa, oraya ait olmayan bir parçayı inatçı bir çocuk gibi parmağımla zorlayarak tıkmaya çalıştığımı içten içe biliyorum! Ve bu bilme haline rağmen bir yanımın “oldurma”ya çalıştığı eylem veya durum eninde sonunda düğümleniyor, zorlaşıyor, imkansızlaşıyor veya bir sabah kalkıyorum ve olmasını kalben istemediğimi paşa paşa kabul ediyorum. O zaman da, “e Deniz'im, şunu baştan beri hissediyordun, ne diye ittirdin durdun?” diyorum işte. Cevapsa insan olmakla, “doğru ve yanlış” inancıyla, diğerlerince kabul ve takdir edilmek isteğiyle ve hayatın kontrol edilebileceğine dair derin ve güçlü bir yanılsamayla ilgili.. Ve ne kadar farkında olsak da tüm bu durumların, ancak yaşadıkça, dinledikçe, yalınlaştıkça o gerçek anlayış insanın özünde mayalanıyor. Bu da “e Deniz'im..” diye başlayan cümleler bitmedi demek – sayıca azalsa da..!

Durup kendi anlatımıma baktığımda, tabi ki kaçınılmaz ikiliği görüyorum; dualite içinde çalışıyor insan zihni, insan anlayışı. Bilen ben ve isteyen ben, gören ben ve planlayan ben, hisseden ben ve düşünen ben. Ve bu ‘ben’ler bir ayrı görünen, bir birlikte görünen, bir kopuk görünen, bir bağlantılı görünen, aslında tek olan ve sürekli kendini deneyimleyen tek bir varlık, tek bir ben. İki uç arasında salınan, zevk ve acı arasında gidip gelen, dalgalanarak yol alan ve kendini, özünü, kim olduğunu arayan. Bu arayışta başlıyor bir çoğumuzun yoga yolculuğu; yoga – bağlantı, birlik, bütünlük. Yoga, kendini, varlığını, alanını, kim olduğunu, ne olduğunu deneyimlemek için bir sanat, bir akış, bir disiplin, bir diyalog, bir dans. Yoga, benim için her geçen gün tanımı, duygusu, anlamı ve tadı değişen, her nefesinde kendi göz bebeklerimi daha da yakından gördüğüm, o iç sarmaldan yeni bir soru ve duyguyla çıktığım. Tutkum, bayıldığım, önünde eğildiğim…

Bu sabah doğal uyanmadım, hatta uyanıp, kalkıp, odanın köşesindeki alarmı kapatıp, beş dakikalık daha uyku için yeniden yattım. Yolda yürürken hala rüya görür gibiydim, aç ve uykulu. Daha tam uyanamadan stüdyonun camlarını açmaya, çay için suyu ısıtmaya başlamıştım. Stüdyonun kokusu, camlardan süzülen hava, arada gelen telefonlar, muhasebe ziyareti, ve daha onlarca kıpırtının arasında döküldü bu defa kelimeler. Bugün de böyle..!

Kendinizi derinden dinlediğiniz, dinlence ve kaçamak tatillerle neşelendiğiniz, ilham ve rahatlık dolu günler dilerim..

Deniz

20 Mayıs 2010 Perşembe

beyaz bölge ya da...

Şehrin vızıltısı camdan içeri uzanırken üzerimde pijamalarımla bilgisayarın başındayım. Dışarıdan bakan biri için hafta içi sabah saatlerinde evinde oturan şanslı hatun görüntüsü çiziyor olabilirim, ama bir de bana sorun! Masada uzun bir liste var ve kendisi bana 3-0 fark atmış durumda..Yakından bakıldığında zihnimin ve defterimin üzerinde not alınmış bekleyen işler var: hazırlanacak dökümanlar, konuşmalar, bir vakit yazılmış ama artık değişmesi gereken metinler, web sitesi güncellemeleri, aranacak kişiler, ayarlanacak görüşmeler, izlenecek ve not alınacak dvdler, dolacak bir buzdolabı ve çevrilecek bir ev.

Bir zamanlar hayal ettiğim, kendi zamanını planlayan, önceliklerine göre yaşayan rahat kıyafetli ve saat takmayan kadın tam olarak bunların ortasında değildi. Ve topuklu ayakkabılarını giyip, en sevdiği çantasını koluna takıp, orjinal bir kolye seçerek daha anlamlı kılmaya çalıştığı hafta içi sabahlarında koşar adım kübik çalışma alanına yol alan Deniz’in göğsünden fışkıran da tam olarak bu resim değildi. Kendi işini yapıyor olmanın aile, arkadaşlar ve çevre tarafından algılanan ‘keyif ve rahatlığı”nın tamamen sanal olduğunu, görünmeyen iş yükümün, bir ofis ortamındaki kenar ve köşeleri belirgin çalışma paketinden kimi zaman daha yüklü olabildiğini rahatlıkla söyleyebilirim.. kim inanır bilmem ama..? Kurumsal bir firmada çalıştığımı gösteren kartımı uzattığımda o kartın yarattığı koruma alanı, kendi işimin peşinde koşarken, ve Yoga gibi, çoğunluk için keyfe keder görünen bir alanın içinde çalışırken uzattığım kartın alanından daha güvenli ve inanılırdı elbet. Şimdi “Şu DVD’yi izleyip, uygulayıp, deneyimleyip, hissedip, derslerime katabileceğim yeni dokunuşlar keşfetmek istiyorum”, veya “Bir Yoga tanıtım toplantısı düzenliyorum” dediğimde, bu bir iş gibi değil, keyfe kalmış bir eylem gibi algılanıyor. Oysa “Yarına yüzlerce satır ve sütundan oluşan booking chartları yetiştirmeliyim” dediğimdeki dokunulmazlık çok keskindi...! İnsanların gönlüme göre salındığımı düşünmesi ve bunu ima etmesi, dolayısıyla vaktimi rahatlıkla daha çok işgal etme isteği beni yorabiliyor. Çoğu zaman, çok da elle tutulamaz sınırlar ve tanımlar içerisinde çalıştığımı, ve en yakınımdaki insanların bile yaptıklarımı çok da ciddiye almadıklarını hissediyorum. Oysa, insanlara “hissedebilecekleri ve farkına varabilecekleri alanı yaratma” düşüyle içine çekildiğim yeni işim ve girişimim, nacizane dünyamda en ciddi ve büyük adımlarımdan biri...

Bir zamanlar ofis hayatında tesbit ettiğim, ve bir kaç çalışma arkadaşımla bir kült haline getirdiğimiz “beyaz bölge” geldi geçenlerde aklıma! Ofise gelip, Inbox’ı açtığımızda onlarca yeni e-maille karşılaşır, o gün halledilecek sorunlar, cevaplanacak sorular, hazırlanacak tablolara dalardık. E-maillerle dolup taşan Inbox’tan çaresine bakılan her mesajı tutup bir klasöre kaldırırdık. Gittikçe azalan e-mailler yavaş yavaş Inbox’ın alt kısmında beyaz, boş bir bölge açmaya başlardı. İşte o beyaz bölgeydi amacımız çoğu zaman; şirketin büyük hedeflerinin, kendimize biçtiğimiz gelişim ve iş hacmi hedeflerinin gölgesinde, aslında her gün o beyaz bölgeye ulaşmak, onu büyütmek için çabalardık. Ve akşam kocaman beyaz bir alanla kapattığımız monitörü sabah açtığımızda, yine beyaz bölge 60-70 e-mail uzağımıza düşmüş olurdu... Beyaz bölge için çalışan bir insan olarak aynı döngüye yeniden girerdim her sabah, ve parmaklarım, zihnim, soluğum yoğunlaşır, dünyanın dört bir yanına cevaplar gönderip, sorunlar çözüp, planlar yapıp tekrar beyaz bölgeyi kucaklardım.

Şimdi hala kendi beyaz bölgemin ardından hızlı adımlarla yürürken buluyorum kendimi. Aynı beyaz bölge bu defa ajandamda yapılacaklar listesinden sildiğim her satırla bana geri geliyor, keyifle ders verdiğim ve stüdyonun insanlarla dolduğu bir günün ardından akşam stüdyonun beyaz sessizliğinde geliyor, o haftanın ödemelerini çıkarabildiğimde, evim temiz, dolaplarım düzenli, makinelerin içi boş olduğunda, uzun bir semineri tamamladığımda insanlar güler yüzle bana sımsıkı sarılıp hoşçakal diyerek odayı benimle başbaşa bıraktıklarında geliyor.. Hepimiz aynı tamamlanmışlık hissinin, teslim edilmiş yüklerin, cevaplanmış soruların peşindeyiz. Hepimiz günün sonunda başımızı yastığa koyarken zihnimizde ve gönlümüzde aynı beyaz bölgeyle uykuya dalmayı istiyoruz. Boşluğun, tamamlanmanın, hafifliğin düşüyle yaşıyoruz. Ve tam da aynı düşle çalışıyor, bir sonraki adımı atıyor, yeni bir projeye girişiyoruz. Tabi, bazılarımız yeni projesine dair çok naif olabiliyor – yani ben! - ve kurumsal hayatın tekrarlayan temposunu geride bırakacağını umarken, o boş ve hafif zemini yaratmak için de, yine bir sistem kurması, işlerliğini kanıtlaması, zaman harcaması gerektiğini, ve kimi zaman kurumsal yaşamda öğrendiklerini bir bir uygulaması gerektiğini görüyor. Yani, hayallerimdeki işi ve bir amaca hizmet etme yönelimimi takip ederken de, önce kurmak, geliştirmek, sistematize etmek, ter dökmek ve kendi sınırlarımı genişletmek, zorlamak zorunda olduğumu her adımda bir defa daha görüyor, öğreniyorum. Artık ait olmadığım bir dünyaya ait tüm tecrübemi, ilmek ilmek ördüğüm yeni dünyamda kullanıyorum. Baştan beri bunu görmezden gelen, görmek istemeyen yanımı farkediyor, onurlandırıyorum. Biliyorum, insan kendinden kaçamaz, kendini geride bırakamaz. Yeni yollar ve yöntemler öğrense de, tecrübesini ve “iyi yapma” eğilimini yok sayamaz.

Şimdi düşümde o beyaz bölgeyi, boş ve hafif alanı genişletmek ve kendime, aileme, yeni meraklarım ve öğreneceklerime daha çok vakit ve imkan yaratmak var. Stüdyoyu ayağa kaldırmak, işleri yoluna sokmak, genişleyen çemberi bir minimuma kadar taşımak, ve şu anki tempomla, aralarda dinlenerek ve tazelenerek yol almak. İşim oturup güçlendikçe, nefes alacak alanları, beyaz bölgeyi genişletmek, ve içine yeni hayallerimi, katılmak istediğim kursları, yoga eğitimlerimi, şarap tadımını, fotoğrafı katmak. Yogatime büyüdükçe ve yüklerim hafifledikçe, belki ailemizi genişletmek için bir sonraki adımı atmak.

Gün geldi, bir zamanlar çalışma masamda monitörden gözlerimi uzaklaştırıp camdan dışarıya, dışarıdaki yaşama, potansiyellere bakarken düşlediğim yere doğru ilk adımımı attım. Şimdiyse, yoga dersleri verirken bedenim, zihnim, gönlüm hep şu anda, tüm varlığımla mekana yayılıyor, dersin benden ve bana akışına bırakıyorum kendimi. Ama evimde ya da stüdyoda, stüdyonun diğer işleri için çalışırken, gözlerimi ayırıp yeniden baktığımda uzaklara, yine hayallerle dolu buluyorum kendimi. Yine, zihnimde yeni adımlar, yeni bir akış var. Salt şimdiyle kalamıyorum ve hep bir isteğin, bir düşün peşine takılıyorum. Gelişimi, ivmeyi, hareketi getiren de tam bu uzaklara dalıp giden ve hayaller kuran ben zaten. Kimi zaman naifçe düşleyen, kimi zaman binbir planın ardına takılan, kalbinden doğan ve açılan hissin takipçisi olan..

Pijamalı hatundan bugünlük bu kadar. Sızlandım, şikayet ettim, durup baktım, hatırladım, yazdım, hayallere daldım, sonunu da bağladım.
Hayalleriniz bol olsun, hatta hayalsiz kalmayın.

Deniz

“Trust in dreams, for in them is hidden the gate to eternity.” - Khalil Gibran

5 Mayıs 2010 Çarşamba

hips . organizing . flowering ..?


"Hips!" diye bir ses geliyor arkalardan, Nicole bir isteğiniz var mı diye ilk sorduğunda. Muhteşem akan dersin ardından evde yoğun duygular, konuşmalarla dolu bir akşam uyanıyor önümde. Çözülmeyi, anlaşılmayı, karar verilip adım atılmayı bekleyen konular, yoğun paylaşımlar, derin hisler. Gece biraz uykusuz geçiyor, Altan’da kuru bir öksürük, mevsimsel ve seyahat sonrası adaptasyon sürecinden olsa gerek, bir türlü uyku tutturamayıp kalkıyor, yeni aldığı kutu oyunlarını düzenliyor. Ben de kulağımda Erich, baş ağrımı gevşetecek, zihnime yığılan onlarca düşüncenin akış hızında bir yavaşlığı, yumuşamayı davet edecek kas gevşetme, parmak basıncı ve daha nice yönteme girişiyor, yatakta şekilden şekile giriyorum. Uykuya dalarken dinlediğim cümleyi hatırlayareak uyanıyorum sabah; uykuya daldığım anı bilmenin garip hissiyle.. Yataktan kalkar kalkmaz ben de “Hips!” diyorum, ve sıcak duşun ardından kas&eklem jeline bulanıyorum. Gün başlar başlamaz yeniden üşüşen sorular, senaryolar ve planlarla başbaşayım; aile, sağlık, para, okunacaklar, yazılacaklar, yapılacaklar, alınacaklar, ödenecekler ve daha neler neler..!

Annem ve babamı görüyorum kısacık, akşamlarımın ve Cumartesi-Pazarlarımın doluluğuna karşın haftaiçi sabah erken yakalama fırsatım oluyor babamı kimi zaman. Ardından annemden iki kutu yemek yardımı alıp (şükürler olsun!!!) bir iki mutfak alışverişi yapıp eve dönüyorum. Amerika dönüşü benim standartlarıma göre hala herşey heryerde, dolapların içinde kıyafetler üstüste, ve hala yığınla çamaşır var. Oldukça uzamış saçlarımın bir kısmından kurtulup, uzundur yapıştığım küt uçları incelttirmek fiziksel bir hafiflik sağlasa da, dolap içlerindeki hafifliğin yerini dolduramıyor. Dolayısıyla aylık düzenleme ve yerleştirme meditasyonum başlıyor; pamuklular, yünlüler, turuncular, siyahlar, morlar, lacivertler, t-shirtler, askılılar, kışlıklar, yazlıklar... gözlerim, ellerim, bedenim tıkır tıkır çalışırken zihnim son derece sakin; en büyük kaygım t-shirtleri eşit genişlikte katlamak ve renklerine göre sınıflandırmak mesela! Ne yarına yapılacak ödemeyi düşünüyorum, ne ajandamdaki yapılacaklar listesini, ne de kalbimi sıkıştıran bir meseleyi.. Her işime yardım eden minik basamağımı oradan oraya taşıyorum, kazaklar çıkıyor, elbiseler iniyor, Altan’ın dolabını tepeden tırnağa elden geçirip (bence?!) ayıklanıp verilecekleri bir yana ayırıyorum, üzerine bir not bırakıyorum. İşim bittiğinde bir nebze hafiflik geliyor üzerime. Sanki dolaplar düzenlendikçe, aynı renkler biraraya yerleştikçe, ihtiyaç duyulmayanlar verildikçe, raflarda yer açıldıkça zihnim de sakinleşiyor.

Jetlag uzantılı öğle üzeri bastıran uyku ihtiyacını saymazsak, artık ajanda, telefon ve bilgisayarın önüne geçip bekleyen işleri toparlamak için içim rahat, zihnim ve bedenim hazır. Ve ardından stüdyonun yolunu tutup Nicole’le 3. akşama hazırlanacağım; yine güzel insanlar dolduracak içeriyi, onların varlığıyla onurlanacak, aydınlanacak salon. Her birini ayrı ayrı selamlayacağım kalbimle, varlıklarına ve varlığıma şükrederek..!

Bu akşam Nicole'ün bize nasıl bir ders hazırladığının pırpır merakına karışan tatlı sızılar ve planlar içinde, kalbime dolanıp kalmış bir parça kaygıyı da serbest bırakıyor, kendimce evrene teslim ediyorum. Zaten her ne oluyorsa oluyor.. Bana kalan kısım "olan"a dair tavrımı ve yönelimimi fark etmek, ve direnmeyi bırakıp olana "evet" demeyi öğrenmek..

Uzundur dokunmadığım Osho kartlarımı alıp bugün için bir tane çekiyorum; Flowering çıkıyor: “Spread your joy around for all to share.” Kartın renklerini, kraliçenin yüzündeki ifadeyi, tutup tutmayacağını düşünmeksizin etrafına saçtığı tohumları izliyorum; kartın hissini içime çekiyorum ve uyanan duyguya izin veriyorum;
Gülümsüyorum..

Deniz

resim. Henri Matisse

4 Mayıs 2010 Salı

Yogayla dolu...


Nicole’le ilk akşamın ardından, ders sonrası yoğun sohbet ve paylaşımlardan sonra, stüdyo yavaş adımlarla boşalıyor. O çok sevdiğin ders sonrası muhabbetini bırakıp gitmek istemez ya bir yanın, ayakların bir türlü çıkarmaz seni kapıdan; aynı deneyimi paylaşan güzel insanlarla kalıp, hisleri, pozları, zorlandığın ve açıldığın yerleri bir çırpıda anlatmak, diğerlerinin deneyimini dinlemek istersin. İşte dün akşam da, yogayla ve Nicole’un şaşırtıcı akışlarıyla keyiflenen, açılan ve tazelenen bedenlerimiz çıkıp gitmek istemedi stüdyodan; aydınlık yüzlü bir grup insanın ışığıyla doldu ortam, gülen, kıkırdayan, iç çeken ve mırıldanan, kimi dinginlik içinde, kimi hala kıpır kıpır...

Gece, uzundur özlediği uygulamayla doymuş bedenimi, hafif bir salata ve yoğurdun ardından derin ve sıcak bir uykuya teslim ettim, ve sabah stüdyoda duble yumurtamı yedikten sonra ilk hamile yogası dersime hazırlanmaya başladım. Janice Clarfield’la yaptığım Prenatal Yoga/Conscious Birthing kursu bana çok iyi geldi; hamile kadınlarla Yoga dersleri yapmak için fiziksel, psikolojik ve anatomik bilgi dağarcığımın genişlemesinden çok daha ötede, daha derinden güven, anlayış, empati ve bağlantı duyguları uyandıran, ve bu duyguları güçlendiren bir kurs oldu. Birlikte yol aldığımız 30 kadının kendi hamilelik, bebek, doğum, hamile yogası, değişen yoga hikayelerini, hamile kalmaya dair duygularını, deneyimlerini dinlemek, kendi his ve yaklaşımlarımı paylaşmak, birbirimizden beslenmek harikaydı. Kurs boyunca karnımda bir yastıkla gezmek, asana uygulamak, değişen ağırlık merkezimi, hareketlerimdeki kısıtlamaları, hizamdaki değişimi kısmi olarak da olsa fark etmek, sadece hamile kadınlarla değil, farklı beden tiplerinde öğrencilerle çalışırken de bana destek verecek bir empati ve yumuşaklık getirdi. Hizaya kaskatı bağlılığımda hafif bir çözülme, yogası insana göre uyarlama yaklaşımımda bir güçlenme, ve hamile kadınlarla çalışmaya dair güven oluştu. Bugüne de hamile kadınları algılayışımda öne çıkan kırılganlığın tam aksine, bebek taşıyan bir bedenin gücünü, dayanıklılığını ve önemli noktalara dikkat ettiği sürece ne kadar geniş bir yoga serisini uygulayabileceğini görmek muhteşemdi. Gruptaki farklı hamilelik dönemlerinde olan kadınlara tanık olmak da bu konuda destek vericiydi. Yoganın, her insan için olduğunu, ve hayatına her dönemine, o dönemin duygusal ve fiziksel ihtiyaçlarına göre uyarlanabilirliğini bir defa daha anladım… Yaşadığım sürece yoga daima var olacak, ve daima benimle olacak; yaşam, evren, bilinç izin verdiği sürece de yogayı insanlarla paylaşmaya devam edeceğim…

Bu arada Janice’e, tarzının bana çok iyi geldiğini, yogaya özgürlük ve alternatifler katan yaklaşımının bana çok tanıdık geldiğini, kimi cümlelerinin ve yanıtlarının bana Erich Schiffmann’ı çağrıştırdığını söylediğimde, uzun seneler önce Erich’le hocalık kursu yaptığını öğrendim. Uzun uzun Erich’ten, Free Form’dan, yogadan sohbet ettik ve bir defa daha yüce bilincin yoluma çıkardığı harika bir hoca için şükrettim. Bugüne dek birlikte çalıştığım ve vizyonunu, bilgisini, deneyimini, insan sevgisini benimle paylaşan tüm hocalarım için de tekrar şükrettim.

Önümdeki uzun güne hazırlanırken, Nicole’den kalan tatlı gluteus maximus sızısı, arınmış ve açılmış beden hissi, ve önümde hamile serileriyle keyfim pek yerinde...!
Yogayla dolu bir gün, bir ömür dileğiyle,
Deniz

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Return


Yarı sersem bir kafa, huzursuz bir mide, derin bir susuzluk; jetlag. Pek keyifli, bol düşünceli, aşırı yürüyüşlü seyahatin dönüşü uzun ve meşakkatli bir bavul boşaltma ve ortalığı toparlama girişiminden sonra oturma odamız hala çeşit çeşit torbalar, yığınlar ve hafif bir karışıklıkla çevrili. Gece, tavşan uykusu kıvamındaki uykum, geri dönüşün kaygılı düşleri ve kimi zaman kabuslarıyla yoğrulurken, uyandığım aralarda nerede uyandığımı anlama çabası içindeyim. Özlediğim yatağım ve odamı tanımam biraz zaman alıyor bu karışık gecede.. tatlı bir bulantı ve ürperti duygusuyla uyanıyorum. Önümde kocaman bir gün, bir hafta, bir ay, bir yıl. Gidişler ve dönüşlerin yarattığı o kitapsı yeniden başlama hissine katılmış bir his var sürekli kımıldayan, sanki bir kitap aralığı sokup rafa bıraktığım rutinime, tam da bıraktığım yerden geri dönüş. Belki yeni kararlar ve yeni kararsızlıklarla, 10 gün adam gibi yoga yapamamanın katılaşmış bedeniyle, sert ve hızlı adımlarla yürümenin darbe etkisi sonucu hafiften sızlayan dizimle, ve içini doldurup kendisine yeniden hayat vermemi bekleyen buzdolabıyla..

Gidişler ve dönüşler, hele de mesafe uzaksa, hep bir kopuş ve yeniden bağlanış etkisi getiriyor. Mesela bu 10 gün, her günümü Altan’la geçirdikten sonra, bu sabah işe uğurlarken oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi hissettim; ne çabuk alışmışım o özlediğim yanyanalığa, oyun ve yol arkadaşlığına. Ve giderken, ardımda bıraktığım gereğinden yoğun – ve benim kendime yüklediğim aşırı yüklerle anlamsızca daha da yoğunlaşmış- tempomdan kopuşum ardından, içine geri düşecek olmanın yarattığı hafif mide çalkantısına eklenen “ama yeni kararlar verdim, önceliklerimi belirleyip zamanımı iyi planlayacağım!” düşüncesi var. Uzaktayken karar vermek, bırakmak, yeni fikir ve yaklaşımlara açılmak hep daha kolaydır ya. Evime, bedenime, hayat şeklime, işimle ilgili detaylara dair onlarca değişiklik isteği ve bazı değişim kararları dökülüverdi seyahat ve bol meditasyonlu, muhteşem eğitim sırasında. Tabi ki, her ne alanda olursa olsun, herhangi bir yoga hocalık eğitimine katılmanın getirdiği çözülme, derinleşme, kendini başka bir kulakla dinleme, yakınlaşma ve empati kurma sürecinin de etkisi var. Başka bir iklimin, başka tatlarına kapılma, rutin hayatımın dışında bir tempo ve hızda yaşama, ve evet uzun zamandan sonra kocamla bu kadar yanyana vakit geçirebilmemin de dokunuşu var tabi ki bu hatırı sayılır değişim hissinin ardında.

Hafifleme teması çok yüzeyde bu defa, daha hafif yaşama; zihnen, bedenen, hatta duygusal seviyede. Nasıl daha az “tutarım”, “tutunurum”, “sahiplenirim”, “özdeşleşirim”..? Nasıl daha çok serbest bırakabilirim, herkesi, herşeyi, kalıplarımı, inançlarımı, kendi kurduğum ve emek verdiğim herşeyi, yakınlarımı, öğrencilerimi, derslerimi..? Nasıl daha az özdeşleşirim yaptıklarımla, geçmişimle, his ve düşüncelerimle? Meditasyon. Daha düzenli.

Bulantı hissi gitmiyor, belki kahvaltılık birşeyler bulmazsam da gitmeyecek. Ajandamı elime alıp “yapılacaklar listesi”ni yazmaya başladığımda mı başladı, yoksa bugün yapılacak bir ödemeyi denkleştirme kaygısını hissettiğimde mi ilk, bilmiyorum. Sadece kimi zaman bir illüzyon gibi gelen yaşam oyunu içinde, girdaba hislerimle kapılmaya başladığımı hissettiğim anlar içimde birşeyin kasıldığını hissediyorum. Korkmaya gerek olmadığını bildiğim halde korktuğum, endişelenmeye gerek olmadığını bildiğim halde endişelendiğim bu anlarda, “bilme”nin zihnimden bedenime inmesini ümit ediyorum içten içe. Bir hocamızın söylediği gibi, bir ömür boyu ayakkabımızda taşıdığımız, o hep rahatsızlık veren kum tanesinin ayakkabımdan çıkacağı günün özlemi içindeyim belki. Uyanmanın, ve anlamanın peşindeyim, elimde değil..

İstanbul’un gürültü patırtısı içinde kendi sakinliğimi korumaya niyet ederek, ve bir an önce midemi sakinleştirecek birşeyler yiyerek güne, haftaya başlıyorum. Kitap aralığını olduğu yerden çıkarıp sayfalara dalarken, “may the force be with me” diyorum, kaçınılmaz bir şekilde..! May the balance, stilness, awareness be with me..

Bıraktığın yerden yeniden başlarken, hiç bir zaman aynı olmayacağını bilmenin yarı meraklı, yarı buruk hissiyle..
Deniz

resim: Rene Magritte
Related Posts with Thumbnails