20 Mayıs 2010 Perşembe

beyaz bölge ya da...

Şehrin vızıltısı camdan içeri uzanırken üzerimde pijamalarımla bilgisayarın başındayım. Dışarıdan bakan biri için hafta içi sabah saatlerinde evinde oturan şanslı hatun görüntüsü çiziyor olabilirim, ama bir de bana sorun! Masada uzun bir liste var ve kendisi bana 3-0 fark atmış durumda..Yakından bakıldığında zihnimin ve defterimin üzerinde not alınmış bekleyen işler var: hazırlanacak dökümanlar, konuşmalar, bir vakit yazılmış ama artık değişmesi gereken metinler, web sitesi güncellemeleri, aranacak kişiler, ayarlanacak görüşmeler, izlenecek ve not alınacak dvdler, dolacak bir buzdolabı ve çevrilecek bir ev.

Bir zamanlar hayal ettiğim, kendi zamanını planlayan, önceliklerine göre yaşayan rahat kıyafetli ve saat takmayan kadın tam olarak bunların ortasında değildi. Ve topuklu ayakkabılarını giyip, en sevdiği çantasını koluna takıp, orjinal bir kolye seçerek daha anlamlı kılmaya çalıştığı hafta içi sabahlarında koşar adım kübik çalışma alanına yol alan Deniz’in göğsünden fışkıran da tam olarak bu resim değildi. Kendi işini yapıyor olmanın aile, arkadaşlar ve çevre tarafından algılanan ‘keyif ve rahatlığı”nın tamamen sanal olduğunu, görünmeyen iş yükümün, bir ofis ortamındaki kenar ve köşeleri belirgin çalışma paketinden kimi zaman daha yüklü olabildiğini rahatlıkla söyleyebilirim.. kim inanır bilmem ama..? Kurumsal bir firmada çalıştığımı gösteren kartımı uzattığımda o kartın yarattığı koruma alanı, kendi işimin peşinde koşarken, ve Yoga gibi, çoğunluk için keyfe keder görünen bir alanın içinde çalışırken uzattığım kartın alanından daha güvenli ve inanılırdı elbet. Şimdi “Şu DVD’yi izleyip, uygulayıp, deneyimleyip, hissedip, derslerime katabileceğim yeni dokunuşlar keşfetmek istiyorum”, veya “Bir Yoga tanıtım toplantısı düzenliyorum” dediğimde, bu bir iş gibi değil, keyfe kalmış bir eylem gibi algılanıyor. Oysa “Yarına yüzlerce satır ve sütundan oluşan booking chartları yetiştirmeliyim” dediğimdeki dokunulmazlık çok keskindi...! İnsanların gönlüme göre salındığımı düşünmesi ve bunu ima etmesi, dolayısıyla vaktimi rahatlıkla daha çok işgal etme isteği beni yorabiliyor. Çoğu zaman, çok da elle tutulamaz sınırlar ve tanımlar içerisinde çalıştığımı, ve en yakınımdaki insanların bile yaptıklarımı çok da ciddiye almadıklarını hissediyorum. Oysa, insanlara “hissedebilecekleri ve farkına varabilecekleri alanı yaratma” düşüyle içine çekildiğim yeni işim ve girişimim, nacizane dünyamda en ciddi ve büyük adımlarımdan biri...

Bir zamanlar ofis hayatında tesbit ettiğim, ve bir kaç çalışma arkadaşımla bir kült haline getirdiğimiz “beyaz bölge” geldi geçenlerde aklıma! Ofise gelip, Inbox’ı açtığımızda onlarca yeni e-maille karşılaşır, o gün halledilecek sorunlar, cevaplanacak sorular, hazırlanacak tablolara dalardık. E-maillerle dolup taşan Inbox’tan çaresine bakılan her mesajı tutup bir klasöre kaldırırdık. Gittikçe azalan e-mailler yavaş yavaş Inbox’ın alt kısmında beyaz, boş bir bölge açmaya başlardı. İşte o beyaz bölgeydi amacımız çoğu zaman; şirketin büyük hedeflerinin, kendimize biçtiğimiz gelişim ve iş hacmi hedeflerinin gölgesinde, aslında her gün o beyaz bölgeye ulaşmak, onu büyütmek için çabalardık. Ve akşam kocaman beyaz bir alanla kapattığımız monitörü sabah açtığımızda, yine beyaz bölge 60-70 e-mail uzağımıza düşmüş olurdu... Beyaz bölge için çalışan bir insan olarak aynı döngüye yeniden girerdim her sabah, ve parmaklarım, zihnim, soluğum yoğunlaşır, dünyanın dört bir yanına cevaplar gönderip, sorunlar çözüp, planlar yapıp tekrar beyaz bölgeyi kucaklardım.

Şimdi hala kendi beyaz bölgemin ardından hızlı adımlarla yürürken buluyorum kendimi. Aynı beyaz bölge bu defa ajandamda yapılacaklar listesinden sildiğim her satırla bana geri geliyor, keyifle ders verdiğim ve stüdyonun insanlarla dolduğu bir günün ardından akşam stüdyonun beyaz sessizliğinde geliyor, o haftanın ödemelerini çıkarabildiğimde, evim temiz, dolaplarım düzenli, makinelerin içi boş olduğunda, uzun bir semineri tamamladığımda insanlar güler yüzle bana sımsıkı sarılıp hoşçakal diyerek odayı benimle başbaşa bıraktıklarında geliyor.. Hepimiz aynı tamamlanmışlık hissinin, teslim edilmiş yüklerin, cevaplanmış soruların peşindeyiz. Hepimiz günün sonunda başımızı yastığa koyarken zihnimizde ve gönlümüzde aynı beyaz bölgeyle uykuya dalmayı istiyoruz. Boşluğun, tamamlanmanın, hafifliğin düşüyle yaşıyoruz. Ve tam da aynı düşle çalışıyor, bir sonraki adımı atıyor, yeni bir projeye girişiyoruz. Tabi, bazılarımız yeni projesine dair çok naif olabiliyor – yani ben! - ve kurumsal hayatın tekrarlayan temposunu geride bırakacağını umarken, o boş ve hafif zemini yaratmak için de, yine bir sistem kurması, işlerliğini kanıtlaması, zaman harcaması gerektiğini, ve kimi zaman kurumsal yaşamda öğrendiklerini bir bir uygulaması gerektiğini görüyor. Yani, hayallerimdeki işi ve bir amaca hizmet etme yönelimimi takip ederken de, önce kurmak, geliştirmek, sistematize etmek, ter dökmek ve kendi sınırlarımı genişletmek, zorlamak zorunda olduğumu her adımda bir defa daha görüyor, öğreniyorum. Artık ait olmadığım bir dünyaya ait tüm tecrübemi, ilmek ilmek ördüğüm yeni dünyamda kullanıyorum. Baştan beri bunu görmezden gelen, görmek istemeyen yanımı farkediyor, onurlandırıyorum. Biliyorum, insan kendinden kaçamaz, kendini geride bırakamaz. Yeni yollar ve yöntemler öğrense de, tecrübesini ve “iyi yapma” eğilimini yok sayamaz.

Şimdi düşümde o beyaz bölgeyi, boş ve hafif alanı genişletmek ve kendime, aileme, yeni meraklarım ve öğreneceklerime daha çok vakit ve imkan yaratmak var. Stüdyoyu ayağa kaldırmak, işleri yoluna sokmak, genişleyen çemberi bir minimuma kadar taşımak, ve şu anki tempomla, aralarda dinlenerek ve tazelenerek yol almak. İşim oturup güçlendikçe, nefes alacak alanları, beyaz bölgeyi genişletmek, ve içine yeni hayallerimi, katılmak istediğim kursları, yoga eğitimlerimi, şarap tadımını, fotoğrafı katmak. Yogatime büyüdükçe ve yüklerim hafifledikçe, belki ailemizi genişletmek için bir sonraki adımı atmak.

Gün geldi, bir zamanlar çalışma masamda monitörden gözlerimi uzaklaştırıp camdan dışarıya, dışarıdaki yaşama, potansiyellere bakarken düşlediğim yere doğru ilk adımımı attım. Şimdiyse, yoga dersleri verirken bedenim, zihnim, gönlüm hep şu anda, tüm varlığımla mekana yayılıyor, dersin benden ve bana akışına bırakıyorum kendimi. Ama evimde ya da stüdyoda, stüdyonun diğer işleri için çalışırken, gözlerimi ayırıp yeniden baktığımda uzaklara, yine hayallerle dolu buluyorum kendimi. Yine, zihnimde yeni adımlar, yeni bir akış var. Salt şimdiyle kalamıyorum ve hep bir isteğin, bir düşün peşine takılıyorum. Gelişimi, ivmeyi, hareketi getiren de tam bu uzaklara dalıp giden ve hayaller kuran ben zaten. Kimi zaman naifçe düşleyen, kimi zaman binbir planın ardına takılan, kalbinden doğan ve açılan hissin takipçisi olan..

Pijamalı hatundan bugünlük bu kadar. Sızlandım, şikayet ettim, durup baktım, hatırladım, yazdım, hayallere daldım, sonunu da bağladım.
Hayalleriniz bol olsun, hatta hayalsiz kalmayın.

Deniz

“Trust in dreams, for in them is hidden the gate to eternity.” - Khalil Gibran

1 yorum:

  1. yokyo bu şikayet değil.. kendi işini yapıyorolmak aslında şu bahsettiğin sanak güzellikten daha öte bir şey bence..işini güzel yapıyorsun tam da biraz önce Alpaya anlatıyordum.. eminim uzaklara dalan hayallerine doğru ilerledikçe daha güzel olacaksın.. yüzün tam yogalık ya :=))
    letit go Denizcim :=) obeyaz bölge bir gün tamamen boş kalırsa işte o zaman yandık ..

    YanıtlaSil

Related Posts with Thumbnails