2 Şubat 2011 Çarşamba

öncelik


Kapıdan geçiyorum, zor günü kapının dışında bırakmak isteyen ellerim kapıyı içeriden üç, hatta dört defa kilitliyor. Evin sıcak kokusu burnumdan içeri sızarken, aklımda dilimli kaşar, İzmir tulumu ve buzdolabında olduğunu umduğum kocabağ öküzgözü var. Beklenmedik şekilde ağırlaşan sırt çantamı yere bırakıp, paltomu astığım gibi mutfağa sürükleniyorum; inatçı bir şişe mantarıyla bir kaç dakikalık boğuşmanın ardından öküzgözünün rayihası inceden havaya yayılırken, şişeyi oracıkta dinlenmeye bırakıp üzerimi değişmeye çıkıyorum. Kurutma makinesinden çıkanları sabahki yığının da üzerine boşaltıp yarı boyumdaki kurumuş çamaşırlara bakıyorum bir an. Bu akşam değil. Yarını bekleyecekler. Bekleyen işler listesi zihnimin ve telefonumun bir köşesinde yazılı halen. Ama ensemde değil nefesi. Bir adım uzaklaştım yakıcı ritminden. O da yarını bekleyecek. Günlerdir biriken gerginlik bugün ard arda olaylar ve hislerle çözülüp boşaldıysa eğer, yüzyüze geldiysem yeniden Bayan “En İyi”nin hırslı parmaklarında beni bekleyen aynayla, hıçkırıklarımın sonunda ufak bir destekle sakinleyip kendimi izleyecek ve görecek kadar bir araya getirebildiysem dağılan parçalarımı, o halde herşey yarını bekleyecek; zira bu akşam bu şişeden kayarak dökülen buz gibi şaraba, altın rengi peynirler eşlik edecek..

Annemin bir deyişi vardır, “sen işten kaçtıkça iş sana gelir”; tam da en acelen olduğu anda yere düşüp parçaları bütün salona yayılan bir bardağın, aman birşey yere damlamasın diye uğraşırken hepten yere boca oluveren yapışkan veya yağlı bir yemeğin, hızla kotarayım diye aynı anda üç yemek yaparken dibi tutuveren tencerenin, işlerini hafifletmeye çalıştığın gün üst üste çıkan zorunlu görevlerin ardından söyler annem bunu. Pek de yerindedir hani. Ne kadar tutuştuysan, o kadar gerginsindir, ne kadar gerginsen, bir üst seviyedeki gerginlikleri bir mıknatıs gibi kendine çekersin. Acelenin, sıkışıklığın, koşturmacanın içinde, tam da sen merkezinden koptuğunda elin, ayağın, evin, çevren yani senin bulunduğun noktadaki bilinç bu kopukluğu sana gerisin geri yansıtıverir. Sen “Murphy kanunu” dersin buna. Belki annen “dokuz Çarşamba bir araya geldi” der. Neticede gerildikçe elin ayağın bir derece daha karışır, sen karıştıkça ortalık karışır, ortalık karıştıkça “Herşey mi üst üste gelir!” diye söylenmeye, içten içe alınmaya, kendine acımaya, kederlenmeye veya öfkelenmeye başlarsın. Piyangodan hangisinin çıkacağı, senin kim olduğunla birebir ilintilidir.

Gerginliği gevşetecek nefeslenme araları veremediğimde, mevcut gerginliğimi pek iyi baskılayan ve maskeleyen bir insan olarak, güler yüzlü ve anlayışlı mizacımın altında belli belirsiz bir tansiyon alır başını gider. Kendi yogama, yazmaya, gevşemeye vakit ayıramadığım ve iş yükünün altında kalmış hissettiğim bu dönemlerde dahi, süper bir refleksle ders verirken, metroda otururken, markete yürürken bedendeki gergin kasları bir bir gevşetiririm. Bedende gevşemek he ne kadar zihinde gevşemekle kolkola gezinse de, ben bu müthiş ikiliyi birbirinden söküp koparacak kadar ‘farkında bir gergin’im! Ve dışarıdan bakıldığında gevşeyen insan, içeriden gerilmeye devam ettiğinde er ya da geç iç gerilim ve dış gerilim birbiriyle örtüşmeyip, malzemeyi çatlatıverir! Ve ben çatladığımda, piyangodan çıkan neredeyse daima aynı ikramiyedir: Kendine acıma. Bu mahlukatın annesi de pek tanıdıktır: Kendine yüklenme. Büyük annesi ise her derdin başıdır: Yetersizlik. Bunlar tüm aile aynı atanın evlatlarıdır; mükemmelliyetçilik. Evet, hani yoga yaşamıma girdiğinden beri gevşeyen, hafifleyen, ancak bir doğum lekesi gibi her daim omzumda taşıdığım.

Herşey doğru olmalı, iyi olmalı, vaktinde olmalı, düzenli olmalı. Bunları şimdi söylerken bile, sanki bir şiir gibi geliyor bana, o kadar içimde, o kadar özümde, o kadar ılık ve tanıdık yani. Oysa binlerce defa gördüğüm, öğrendiğim ve anladığım gibi; yaşam kendi büyük bilincinde akar, ve hiç birşey kontrolüm altında değildir. Kontrol benim bir yanılsamamdan ibarettir. Ve bu yanılsama, tüm zihnime işlemiş, en kuvvetli, en derin yanılsama, belki temel hipnozumun ta kendisidir. Büyük bilincin bir parçası olan ‘ben’ sınırlamasındaki küçük bilinç de, kimi zaman etki edebildiği, kimi zaman etki edemediği akışın içinde, elinden geleni yapsa dahi büyük bilincin bir uzantısı olmaktan öte değildir. Yani benim doğum lekem de büyük bilincin bendeki bir yansımasından ibarettir. Dönüşüme uğrayacaksa bu da büyük bilincin dönüşümündedir. Tüm bu felsefi görünen kısmı sıyırıp bir kenara bıraktığımda, herşeyi iyi yapmanın mümkün olamayacağını bilen ben ile, herşey iyi olsun diye çırpınan ben’in, aynı kelebeğin iki kanadı gibi, aslen aynı tek amaca götüren iki karşıt ve birlik kuvvet olduğuna uyanırım. Bu uyanış bir yudum şarabın boğazımdan kayarak indiği o esrik an kadar kısa ve kudretlidir; ve tıpkı şarabın damağımda bıraktığı gibi eşsiz ve kalıcı bir iz bırakır.

Şarapla felsefe loş salonun çıplak köşelerinde saklambaç oynarken, akşam iki ders boynca merkezimle yeniden bağlantıya geçmiş ve sakinleşmiş halimde günün bana devşirdiği bilgi tohumlarını toplamazsam olmaz. Dokuz çarşambanın birer inci gibi ipe dizildiği günün ortasında, gerilen tellerimin bir bir attığı, kendi sesimi tanımadığım o anda neler çıktı ortaya: Yanımda kimse, en yakınım kişiler dahi olmadan iki-üç gün herşeyden ve herkesten uzaklaşmaya ihtiyacım varmış, bu bir. Herkes birşeyler istiyormuş, benim kendime ayıracak vaktim kalmıyormuş bu iki. Boşalıp rahatlayamıyormuşum bu üç. Kabul, biraz mızmız ve şikayetçi geliyor tüm bunlar kulağa; ama çıkan o sese şaşırarak tanık oldum ve o ses de maskesiz bendim! Bir de söze vuramadığım ama içimde yükselen hisler vardı, sanırım onları söze dökecek kadar gücüm yok bu akşam. Yine de dökebidiklerim üzerinden bir adım atmazsam eğer, kendime haksızlık etmiş olacağım. Daha dengeli, kendime ve iç sesime daha çok vakit ve alan tanıyabildiğim bir yaşam için attığım adımların, dönüp dolaştırıp beni aynı eski tutum ve tavırlarıma geri sürüklemesi çok da bilmediğimiz bir durum değil aslında. Hikaye hayatta ne yaptığımız değil, nasıl yaptığımız.

Kadehimi yavaşça çalkalıyorum. Şarap, camın yüzeyinden ince yollar çizerek aşağı kayarken, salonun sessizliğinde, şu anı sadece yazmaya ayırmış olmak, buna alan vermiş olmak müthiş bir haz veriyor bana. Ne yazdığımdan bağımsız, salt sözcükleri işliyor olmak, içinden geçtiğim dar tünelleri belki okuyacak bir kaç kişiyle paylaşıyor olmak. Aslında biliyorum, bana ne gerekli; çok iyi biliyorum bana iyi gelecekleri. Ve farkediyorum nerede kırıldığını herşeyin. Tam şu anda görüyorum. Öncelik listemi alt üst eden şeyin ne olduğunu, tüm tavrı, duruşu, hissi neyin değiştireceğini. Sudaki hava kabarcığı gibi, göz alıcı ışıltılarla, salına salına yükselip, kendimi bir amaca adamışlığın sarhoşluğuyla bir numaraya yerleşmiş olan şey: İşim! Gereğinden çok üstüne titrediğim, kendimden, vaktimden, şu anımdan ve malesef gittikçe kendi duygusal dengemden verdiğim işim. Kendi kuyruğunu yiyen yılan gibiyim. Tutkumdan ve ruhumun hareketinden doğan işim, kendini var eden tutku ve hareketi boğmaya başlıyorsa, bu ancak benim yanlış tutumumdan, kendime yönelik çarpık duruşumdandır. Bunu kalben, samimiyetle fark etmiş, daha geç olmadan kendi gözlerimle görebilmiş olmak, kendi midemde hissetmiş olmak yetti bile bu akşama.. Değdi önümde bir özgürlük heykeli gibi yükselen şişenin içinde dinlenen şarabın her bir damlasına, bugün tıkandığı noktadan fışkıran gözyaşlarına, ve dah anice yanıtsız bekleyen – şimdi yanıtını bulan soruya..

Belki de bir sebebi, bir ereği var üst üste dizilen, biriken gerginliğin, gün be gün artan işlerin. Belki aynı döngülere yeniden girip, yeniden aynı kaygılardan, korkulardan geçmemizin daha ince bir sebebi var. Bir kar tanesiyle fark edemediklerini, kimi zaman bir kartopu, kimi zaman bir çığ ile fark edebiliyorsun ancak. İyice artıp sırtını hepten bükmeden yükün, fazla yük taşıdığını göremiyorsun. Taşmadan bardaktaki son damla, dolduğunu bilemiyorsun. Görebilmen, ayrımına varabilmen için olanın, bazen üzerine çullanıp görünür olması gerekiyor tümden.. Diğerleri görse de sende ne olduğunu, sen her zaman kendini göremiyorsun.

Bugünki çözülmenin ardından beni kendime geri getiren, akşam verdiğim iki dersti. Derse doğru dağılmış parçalar toparlanıp bütüne katıldı, ayaklarım yere bastı, zihnim toparlandı, merkezimi hissettim ve iki ders boyunca sakinlikle, merkezimden aktım. Ders vermek benim tutkum, ilacım, hazzım. Ders benden, ve sınıftaki her bir gönülden akarken, herşey bütünleniyor ve birliği, teması hissediyorum. Yoga. Birlik. Bütünlük. Bağlantı. Yoga bende, ders verirken bir başka uyanıyor. Ve tam da bu hisle, hareketle başladığım işimin, başka bir yüze bürünmesine, kendi geçmiş kalıplarımın yansımalarıyla gölgelenmesine, form değiştirmesine izin verdiğimi görüyorum, ve bunu kabul ediyorum. Ve şu andan itibaren işimi, doğuşundaki aşkla ve hafiflikle karşılamayı, yoganın bende yarattığı müthiş hisle kucaklamayı ve öncelik sıramda doğru yere yerleştirmeyi seçiyorum.

Bütün hediyeleriyle bu zor günü ardımda bırakırken kadehimdeki son bir kaç damlayı yudumlayıp, gecenin gri yaprakları altında sessiz sakin son sözcüklerimi yazıyorum..

Huzurlu bir gece, farkında bir gün dileğiyle..

Deniz

6 yorum:

  1. Kalemine saglik sekosh! :)

    YanıtlaSil
  2. Hey bayan mükemmel:) geçenlerde biri bana" bu kadar yüklenme kendine güzel kadın insansın!" demişti
    şimdi aynısnı sana ben diyorum..
    insansın güzel kadın..
    ko gitsin bazen şarap kadehinin kenarından akan şarap gibi..
    seviyorum seni ben :) iyi ki varsın

    YanıtlaSil
  3. Öncelik sensin :)
    Dersine girmeyi özlediğimi farkettim okurken, sayfanın huzur veren arka planına dalarken gözlerimi kapattım, derste olduğumu hayal ettim..

    öperim ve özledim..

    YanıtlaSil
  4. akıcı bir dil, uzun, ardı ardına yapışan su gibi cümleler... heyecanla okudum bu yazıyı. blogta okuduğum ilk yazı oldu.

    ben de henüz taze bir yoga hocasıyım ve içimde yaşadığım benzer hatta okuyunca sanki aynı hisleri dile getirmişsiniz.

    sevgiler.

    YanıtlaSil
  5. Sevgili Deniz,

    Nesnelerin bedeninize vuran yansıması, daha doğrusu bunun farkında olmak, incelikli yaşamayı bilmekle mümkün. Farkındalığınız, algınız ve olanlarla etkileşiminiz güçlü haliyle.

    Keskin birşey sizde yara açabiliyor veya bir puzzle gibi eşit parçalara bölünebiliyorsunuz, kırılgan birşey sizi tuzla buz da edebiliyor. Bedeninizle ve sonra dünyayla iletişim kurabilmek, takdir edilesi. Kendinizi sevmeniz için çok güzel bir bahane. Size iyi gelecek şeylerle başbaşa kalmanızı dilerim.

    Sevgiyle.

    YanıtlaSil
  6. Seni sen olduğun için seviyorum küçük prenses. "bayan mükemmel" biraz beklesin.

    YanıtlaSil

Related Posts with Thumbnails