30 Haziran 2009 Salı

Koyu Gri


Bugün herşey koyu gri. Pencereden baktığımda, garip bir grilik altında herşey, ama olağanca nem kaplıyor tenimi, nefes aldırmıyor hava. Sıcak olacaksa bari güneş olsun.

Sabah uyanamadım. Hayatımın hikayesi. Oldum olası erken kalkabilen insanlara hayran oldum. Mesela Altan; yaz kış demez, güneş doğarken uyanıverir. Bedeninde, doğasında var, engel olamıyor, uyanıyor. Çok ender uyuyakalır, belki çok renkli bir partinin sabahında ancak. Sonra hayran olduğum hocalarım var, sabah 6’dan önce kalkarlar, bir disiplinle, bir aşkla - kimbilir bazen istemeyerek, ama vazgeçmeyerek. Her ne olursa olsun, erkenden kalkar ve gün doğarken güne başlarlar. Bense, saatimi kurarım, sözler veririm, ve sonra belki 5, belki 10 sabah erken kalkarim, sonra çatlama noktası gelir çatar. Ve bir sabah duymadığım alarmın ardından ani uyanıp saate bakarım, 08.15.. sonra iyice bırakırım yılgınlıkla.. belki bir saat daha yarı uykuda yarı rüyada baygın uzanırım. Hep aynı döngü. Bana bir amaç gerek. Birine söz vermem gerek. Kendime söz vermek yeterli iradeyi toplamama izin vermiyor belki, belki benim gücüm, iradem bu kadar, belki benim de zaaflarımdan biri sabah uykusu..

Neyse, geri dönelim. Bu sabah uyanamadim. Altan’la kahvaltı edemedim, yattığım yerden “küçük sandviçlerden almayı unutma, ben kalkamıyorum” dedim.. ve dalış o dalış. Sonra üniversite sıralarında geçen rüyalar, bedenimi saran yoğun nemli hava ve odanın black-out yarı karanlığında sabah uykusu. Bir yandan yükselen bir öfke, “neden kalkamıyorum!” ama yine uyku.. Kalkabildiğimde sersemdim, hala da üzerimde bir miskinlik, bir disiplinsizlik, yılgınlık ve aynada gördüğüm pek çok şeye bir öfke var. Bozulan cildime, boşalıp dolacak çamaşır makinesine, dışarı çıkıp yapmam gereken işlere, ve içimden hiç de dışarı çıkmak istemememe, en kuytuda, karanlık köşede ise, kendi öz disiplinsizliğime.. Sadece yazın sıcağıyla, dönemsel etkilerle, yorgunlukla veya başka binbir mazeretle açıklanamayacak olan, gün gibi ortada duran disiplinsizliğimle..! Oysa hep en çalışkan öğrenci, hızlı kavrayan ve düzenli çalışan bir eleman, programlı bir eğitmen oldum. Bugüne dek kimse bana program yapmamış, çalış dememiş, çalışma düzenimi, şeklimi, sistemimi eleştirmemiştir.. Küçük bir çocukken bile hep programlı, planlıydım ve kendime karşı gerektiğinde acımasız olacak kadar disiplinli ve çalışkandım; kimsenin yapmadığı ödevleri dahi yapar, görev her neyse onu en iyi şekilde tamamlamaya çabalardım.. Hala da öyledir; önümde bir görev duruyorsa, kimse beni durduramaz!

Şubat’ta işten ayrıldım, hayatımın kararıydı diyebilirim. Ve sonrasında, yeni amaçlarım, düşlerim, hedeflerim için kendi programımda, yine yoğun bir tempoda çalışmaya devam ettim. Bir ofiste çalışmasam da, kendi ajandam içinde ritmi düşürmeden koşmaya devam ettim; okunacak yoga kitapları, bekleyen diğer okumalar, matın üzerinde günlük pratiğim, Cihangir Yoga’da girilecek dersler, workshoplar, verilecek Reiki dersleri, öğrencilerimle yazışma ve paylaşımlar, evin tadilat takibi, seçilecek malzeme araştırması, satınalma, süreç kontrolü, mobilyalar için fuar ve internet gezileri, ve daha nice şey! Ve sonra ev bitti, taşınma, yerleşme, mobilyaların gelişi, tempo iyice yorucu oldu ama yerleştik – görev tamam. Ve yoga hocalık kursu bitti (200 saatlik başlangıç seviye) - görev tamam. Ve birkaç ay Reiki eğitimlerine ara vermeye karar verdim – bir nevi göreve “pause”- tamam. Tabi ki amaçlar, hedefler bitmedi, ama sanki küçüldü, kolaylaştı, ya da listede bekleyen işler daha az eforla “halledilebilir” gelmeye başladı.. ve bu daha az efor hali sanırım bana yaramadı. O halledilebilir, zamana yayılabilir işler benim yayları da gevşetti mi nedir, özellikle son bir haftadır bir yavaşlık, bir miskinlik çöktü üzerime. Yeterince vaktim olduğunda ve yetişilecek teslim tarihleri kalmadığında, içimde doğduğumdan beri bekleyen (belki her insanın içinde bekleyen?) o disiplinsizlik, tembellik, miskinlik ortaya çıktı.. Ve ben de bununla, hiç de mutlu değilim! Oysa ben değil miyim “ne çıkıyorsa onu olduğu gibi izle, onunla kal, o da sensin, o da senin bir yansıman, ona da yer aç” diyen? Şimdiyse bu yavaşlığa, miskinliğe kalbimde bir yer açmak ne kadar da zor!

Eylül diyorum sürekli, herşeyin yeniden başlayacağı ay, en azından benim planlarımda öyle! Temmuz’da rölantide kalmak, evin eksiklerini yavaş yavaş (bak sen!) tamamlamak var, Ağustos’ta beni en çok heyecanlandıran yolculuk, Erich Schiffmann’la kursum var, ve ardından birkaç günlük NY havası. Şimdi herşey Eylül’de toplanıyor, yeni kararlar, girişimler, hızlanan tempo ve Ağustos yolcuğumdan nasıl, ne şekilde, kim olarak geleceğimi bilmeyen meraklı ve biraz beklentili bir ben. Bakalım nasıl olacak?

Şimdi, miskinliğe biraz klima desteği, buz gibi üzüm suyu, ve uyanan öz disiplinimle ara vermek zamanı – yazmak bir nefeslik de olsa ferahlık getirdi! - saçlarım kurumadan evde yalın ayak bir tur atıp, Deva Premal’in Dakshina’sını koyup, çocuk pozuna geçerek çok sevdiğim bir akışa başlayacağım. Koyu gri iç bulutlarımı, açık gri matımla aralayıp, kendimi akışa bırakacağım.

Hepinize az gri bir gün dilerim!

Deniz

25 Haziran 2009 Perşembe

İnsanoğlu değişiyor...

Birkaç gündür dinlediklerim, birkaç aydır hissettiklerime ayna tutuyor. İnsanoğlu sürekli değişiyor. Bugün “sonsuza dek” dediği ilişki yarın bitmiş oluyor, veya “asla” girmem dediği kapıdan güle oynaya geçiveriyor. Sözkonusu insanın eğilim ve yönelimleri olduğunda, kesinliklere hiç bir zaman yer yok.

Uzundur görmediğim bir dostum anlatıyor, sonra kardeşim, ve başka bir arkadaşım, sonra bir öğrencim, ve bir diğeri. Kime dokunsam, ya beklenmedik bir değişimin eşiğinde , ya da paldır küldür düşüvermiş değişimin içine; kimi kendinde, kimi bir sevdiginde. Bir günde açısı değişen yaşamlar, kopan dostluklar, kucaklaşmalar, değişen kararlar var. Sebepsiz, mantıksız, bir kalıba oturmuyor pek çoğu. Çünkü hissetmenin kalıbı yok, tam da buradan doğmuş pek sevilen ve kullanılmaktan yıpranmış “kalbim ve mantığım” ikilisi.

Genel ahlak anlayışının görünmez duvarlarına, ya da “ben” diye kurup etiketlediği idealin sınırlarına çarpıp geri sekse de, insanın gövdesinin tam orta yerinden doğan ve fışkıran isteği ya da isteksizliği yoksayması pek de mümkün değil. Bastırmaya, reddetmeye veya yoksaymaya çalışmak, ancak varolanı daha derinde güçlendiriyor. Üstelik şu anda içinden çağlayan hissin bir dakika sonra hala orada olup olmayacağı da belirsiz. Yani bugün göğsünü yırtıp dışarı taşan o istek, ya da dünyaya haykırmak istediği o hissin, bir süre sonra izlerini bulmak bile imkansız olabiliyor. Bir sabah uyanıyor, ve yıllardır tüm sıkıntılarına katlandığı ilişkiye tek bir gün daha dayanamayacağını hissediyor, kapıyı çekip gidiyor. Ne biriken kıdemler tutuyor o ofisten gitmek isteyeni, ne de aidiyetin güveni. “Hayır!” diyor birden bire yıllardır “Evet”lerine alışılmış insan. İşte bu son derece insanca değişim hali, sözlerin, andların ve kontratların çok ötesine geçiyor; çünkü kimse bir gün ya da bir yıl sonra kim olacağını, veya gönlünden ne geçeceğini bilmiyor.

Yıllarca peşinden koştuğu hocayı, aşk ve güvenle sarıldığı adamı, yaşamına anlam katan kadını, en büyük utancını dahi paylaştığı can dostunu, bir gün dahi atlatmayacak kadar gonul verdiği disiplinini, kendini adadığı ilimi, yıllarını verdiği mesleği, şehri, ülkeyi, inancı, herşeyi bir anda bırakabiliyor insan; ve bambaşka, yeni, beklenmedik olana açabiliyor kapısını. Bazen dişmacununu değiştirmek kadar kolay oluveriyor şirketini değiştirmek, ya da boşalıyor yüklediği tüm anlam, ve o çok sevdiği kişiye ne olacağını hiç düşünmeden gidiveriyor. Kısacası insanoğlu sürekli değişiyor, ama bunu kabul etmek istemiyor. Sabit bir “ben” tanımı var, ve o tanımın güvenli sahasında, bildik etiketlerle, dokununca acı vermeyen sınırlarla yaşamak daha kolay, daha rahat geliyor. O tanıdık biçimin dışına çıkmaktan duyduğumuz derin korkuyla sarılıveriyoruz çoğunlukla - yaşamımızda her ne varsa, her kim varsa. Altta yatan dinamiklerin, getirdikleri ve götürdüklerinin ötesinde, “olduğu gibi devam etmesini” istiyoruz kurduğumuz düzenlerin. Değişime açığız desek de, seçici-geçirgeniz! Beklenmedik hisler dolanıveriyor ayaklarımıza, zira değişim pizza siparişi gibi değil, içeriğine, nereden ve ne zaman geleceğine, büyüklüğü ve bedeline biz karar vermiyoruz. Ya da sipariş etsek, niyet etsek, adaklar adasak da, kendine has bir akşı var yaşamın, müdahale edemeyeceğimiz. Kendi değişimimiz bir nebze daha anlaşılır gelse de, bir diğerinin değişmesinden ödümüz kopuyor. Ben değişirsem hadi neyse, ama ya peki o değişirse?

Oysa bir terazisi yok hissetmenin ve eğilimin, bir ölçüsü yok içinden gelenin. Ve dahası, değişmemek de elinde değil değişenin. Tıpkı bir monitörün pikselleri gibiyiz, görüntü akarken, bir sonraki anda ne renk olacağımızı bilme şansımız yok. Ve bir diğerinin ne renk olacağını da! Yemin eden bir din adamının, tövbe eden bir bağımlının, ya da ilan-ı aşk eden sevdalının ömrü boyunca bu sözü sürdürmeye kararı olsa da bir sonraki an ne hissedeceğinin bir garantisi yok. Hiçbirşeyin garantisi yok, çünkü hiçbirşey üzerinde kontrolümüz yok. Niyetlerimiz var, irademiz, bilgilerimiz, kararlarımız, planlarımız ve hayallerimiz; tercihlerimiz var, zevklerimiz... Ama kim olduğumuzun değişmez, sabit bir tanımı yok. Sabit tanımlar ve mutlak sınırlar aramanın anlamsızlığı ortada; şimdi ne varsa o var, az sonrayı bilme şansımız yok. Az sonra bir buket çiçek de olabilir kucağımızda, bir istifa mektubu da, bir el de tutuyor olabilir elimiz, bir bavulu da... Bildiğimiz tek şey şu anda ne olduğu. Bir sonraki ‘an’a daima kör, sağır, dilsiz – bu değişmez değişimin kalp atışlarında yaşıyoruz, ritmin bir an sonraki hızını bilmeden..

Şimdi, içimdeki yavaş ritme ayak uydurup salına salına bekleyen işlerime dönüyorum; yanıtlanacak e-mailler, alışveriş listem ve bekleyen aramalar var.. ama içimden gelmiyor şu anda, onun yerine yazıyorum da yazıyorum, şimdi bu var, ne yapayım?
Related Posts with Thumbnails