30 Eylül 2009 Çarşamba

bu sabah


Yumurtaları çırparken bir yandan domatesleri tavada çeviriyorum, yüzümde biraz düşük, fazlasıyla sessiz bir ifade, fonda artık kanıksadığım otobüs ve araba sesleri, geç kahvaltımı ilgi çekici hale getirmek için baharatlara uzanıyorum. Midemde bir açlık hissi var, oysa canım yemek istemiyor, tek istediğim bir an önce klavyemin başına geçebilmek. Uyandıktan 3 dakika sonra kendimi hıçkırıklar içinde bulunca uzun, sıcak bir duş aldım ve o andan beri karmaşık duygularımı izler haldeyim. En yüzeydeki duygu da suçluluk duygusu; bu sabah erken kalkmayıp biraz daha uyuduğum için, haftalardır artan tempo içinde kaybolup içimden fışkıran binlerce şeyi yazıya dökecek parantezi açamadığım için, kocama, aileme, arkadaşlarıma yeterli vakti ayıramadığım için, öğrencilerim ve bir çok sevdiğim insanın bana uzanan ellerini tutamadığım için, her gün düzenli yogamı yapamadığım için, ve hatta çok istediğim bir düşümü gerçekleştirmeye yaklaştığım için..! Yapabildiğim ve yapamadığım onlarca şey için biriken bu suçluluk duygusunu yatıştıracak tek şey var, o da hatırlamak için zaman ayırabilmek.. Hatırlamak için, kendi yaşamlarımızda onlarca şeye etki edebilecek gücümüz olduğunu, niyet ve eylemlerimizle pek çok değişimin tohumlarını atabildiğimizi, ama aslında kontrolün bizde olmadığını...

Haftalardır ilk defa bu sabah yetişilecek bir programım olmamasının rahatlığı ve biriken bitkinliğimle yorgana sarılıp alarmı tamamen yoksaydığım bu sabah uzun rüyalarımda konuşup durdum. Bu yaşamda bana büyük etkileri olmuş hocalarım, eski arkadaşlarım, hayatlarına dokunduğum insanlar, o kadar çok insanla konuştum ki. Rüyalarım hep böyledir, yaşamda yaklaşmaya, sarılıp samimi olmaya çekindiğim insanlar bana çok yakın davranırlar, ta ergenlik zamanlarımda üzdüğüm bir çocuktan özür dilerim, bir kahramanım gelir ve beni takdir eder; en yorgun ve karmaşık hissettiğim dönemlerde tıpkı bir terapi gibi işler bilinçaltımın karmaşık spiralleri. Çalan telefonla uyanıp, telefonda kendi kendimi tekrarlarken bulmak, bir gece dolusu rüyanın ya da uykunun rahatlamaya bir gram etkisi olmadığını anlamak, sızlayan çenemin ve yorgun alnımın farkına varmak, ardından sesimin titremeye başlamasıyla herşeyden soyunup kendimi duşa kapatmakla başladı bu geç sabah. Duştan çıkıp ezberlenmiş bedensel hareketler dizisi içinde odayı, kendimi topladım ve mutfağa girdim. İştahsızlığımı yoksayıp, bedenimi güçlü ve zinde tutmak için uygun, ve bende yemek isteği uyandırabilecek kadar lezzetli bir protein-karbonhidrat menüsü hazırlamaya başladım. Omleti 1-2 dakika içinde bitirdikten sonra WAH! CD’mi koydum, büyük bir bardak suyu devirip parmaklarımı bıraktım tuşların üzerine..

Zihin hareket halinde, hemen bir telkin sürecine girmek istiyor bir yanım, bana “ben”in önceliğini hatırlatan güçlü kitaplar, makaleler okuyup, affirmasyonlarla toparlamak istiyorum kendimi, böyle düşmeyi kabul edemiyorum. Çok sevdiğim insanlara, “şu anda tempom o kadar yüksek ki, kendime ihtiyaç duyduğum vakti ayıramıyorum, ve kendime bu vakti ayırmadıkça sizlere ayıramam” diyorum, ve ardından kızıl bir sarmaşık içimi sarmaya başlıyor; suçluluk. Koşturarak geçen bir günün ardından yorgun argın eve gelip ayağımı uzatıp, sıcak çayımı yudumlarken Grey’s Anatomy izliyorum, ama başucumdaki anatomi kitabı ve bugün atladığım yoga pratiğim sanki ensemde, yorgunluk bir bahane olmamalı diyor bir yanım; suçluluk. Hayal ettiğim birşeyi gerçekleştirmek için adım atıyor, emek veriyor, çalışıyorum, ve bunu yapamayan insanları düşünerek yapabilişimden neredeyse utanıyorum bazen; yine suçluluk.. Peki bu çok güçlü his nereden geliyor? O anki sebep ve önceliklerim ne kadar güçlü olursa olsun, kendi koyduğum kurallar ve diğerinin hayalleri, talepleri, ihtiyaçları içimdeki kızıl devi uyandırıyor, kocaman elleriyle suçluluk, beni tutup içten içe sarsmaya başlıyor. Eğer güçlü ve merkezimdeysem, ondan pek etkilenmiyorum, ama biraz zayıf düşersem o beni avcuna alıveriyor.

Anda kalarak ve içinde olduğum anı, duygularımı, tutumlarımı izleyerek, gerçek isteklerimi ve düşüncelerimi ifade edebiliyor, yaşayabiliyorum; çünkü anladım ki, anda kalarak ve dikkat kesilerek aslında bir çeşit kontrol kuruyorum. Bunu yaptığımda, alışık olduğum duygusal kalıbım biraz olsun kontrol altında kalıyor ve gerçek ereğimi ortaya koyacak eylemde bulunabiliyorum. Bu, benim hayatım için biraz daha alan ve rahatlık, daha güçlü ve emin hissetmek demek. Ancak ne zaman yorulsam, günlük yaşamdaki stres seviyem artsa, tempo hızlansa ve anı izleme halinden çıksam kontrolü kaybediyorum, gerçek zaaf ve zayıflıklarım ancak yük altındayken görünür oluyor. Sakinlik içinde oturup merkezlenecek, stresi serbest bırakıp dengelenecek vakti ayıramadığımda, yani benim durumumda düzenli meditasyon ve yogama zaman açamadığımda, bazı eski kalıplar yüzeye çıkıyor. Anliyorum ki, daha kaliteli ve dengeli bir yaşam için, tutum ve tavırlarımı değiştirebiliyorum, dikkat ve özenle kendimi izleyerek, karar ve eylemlerime yeniyi, denenmemişi, farklıyı davet edebiliyorum. Hiç söylemediğim cümleler telaffuz edip, hiç hissetmediğim kadar güçlü hissedebiliyorum, hayatımın kontrolünü elime almışım gibi hissedebiliyorum. Oysa köklü duygusal biçim ve kalıplarımın, yani herşeyin bende uyandırdığı otomatik his ve tepkilerin gerçek anlamda dönüşmesi benim kontrolümde değil, yani aslında kontrol bende değil. Pek çok öğreti ve akım içinde bas bas bağıran “kontrol sizde” bir yanılsamaya yol açıyor. Bazı görünür olay ve örgüler içinde, olasılık hesabıyla önüne bir engel çıkması çok düşük olan hallerde, pekala kararlar verip uygulayabiliyoruz ve kimi zaman belli sonuçlar alıyoruz. Bu da kontrolün bizde olduğu yanılgısını körüklüyor. Oysa düşünce ve hislerin oluştuğu ana dikkat ve açıklıkla baktığımızda, bunun kontrolümüz altında olması bir yana, bir sonraki an ne hissedip düşüneceğimizi bilme şansımız olmadığını görmek çok kolay. Tam da bu yüzden öne eğilmelerde her nefes alışta göğüs kafesini biraz daha genişletip omurga boyunca uzamayı, her nefes verişte kalçalardan gevşeyerek, açılan alanlara doğru ağırlaşmayı hepimiz arıyoruz; bu bir niyet, gayret ve arayış. Ve tabi ki hangi tutum, disiplin, sıklık ve yaklaşım içinde çalıştığımız, öne eğilmelerimiz üzerinde etkili. Buna karşın nereye kadar eğilebildiğimiz, bir gün başımızın bacağımıza uzun bir omurgayla değip değmeyeceği, kalçaların ne kadar açık olduğu ve bir gün dayanacağı sınır, öne eğilmede içimizde uyanan duygular bizim gayret, istek ve tutumumuzdan bağımsız, yani kontrolümüzün dışında...

Diğerlerinin ne düşündüğü ve hissettiğine dair hep gereğinden fazla duyarlı oldum, tabi gereğinin ne kadar olduğuna dair benim “ideal” normlarıma göre. Ve biliyorum ki en basit günlük tercihlerden, hayatımın en yoğun sarsıntılarına kadar, diğerinin ne hissedeceği hep çok belirleyici oldu. Son bir-iki yıldır, yoga ve bende uyandırdığı en büyük hediye su elementi ile, özümden çağlayan tutku, istek ve amaçları dinlemeye, takip etmeye, hatta bunlardan hareket gücü alarak adım atabilmeye başladım. Bu farkındalık ve hediye için öyle müteşekkirim ki... Öbür yandan, bu aşırı empati hali, zaman zaman bende sınırlarımın dağılmasına, önceliklerimi yoksaymama, diğerlerinin talep ve kaygılarına çok çabuk kapılmama, ve ağır duygusal yoğunluklara yol açsa da, bana belli bir ölçüde faydaları da oldu. Kimin nerede nasıl hissedeceğini, tek bir kelimenin insanlar üzerindeki etkilerini, çevremdeki insanların kişilik ve tarihçelerini, hassas noktalarını, sakladıkları yönlerini ve üzüntülerini çabuk algıladım; bu da terapi uyguladığım ve eğitim verdiğim onca güzel insanı anlamak ve onlara ulaşabilmek adına büyük bir kaynak oldu. Ve belki insanı dinlemek, anlamak ve insana dokunmak adına içimde uyanan eğilimi de destekleyen bir yanım oldu. Yani aslında zayıflığım, aynı zamanda gücümdü de. Ve çok yönlü baktığımızda aslında bilmiyoruz, neden böyleyiz, böyle hissediyoruz. Çeşitli terapi ve tekniklerle, belli duygusal kalıp ve kalkanların oraya hangi olay ve durumlar sonucu yerleştiğini bulmak mümkünse de, nihai yaşam akışında bunun “neden” olduğunu bilmek mümkün değil. Her ne kadar istesek de bilmeyi, anlamayı ve değiştirmeyi, belki gerçekten bilip anlasak, zaten değiştirmeyi denemeyeceğiz bile...

Yazmak, meditasyon kadar iyi geliyor bana, kimi zaman çok daha derinden boşaltıyor. Belki boşalan his ve düşüncenin onda birini yazıyorum ancak, ama yavaşlatıyor ritmi, büyütüyor merceği, ve yayıyor süreci. Yazarken açılıyorum, genişliyorum ve yazım biterken baştaki yoğun duygu da dağılmış, göğüm temiz ve parlak oluyor. Yazıya teslim olunca, kontrol de erimeye başlıyor, tıpkı teslimiyeti bulabildiğimiz tüm diğer eylemler gibi. Belki bir sonraki yazımın tohumu bu, teslim olabilmek..?

Eylül’ün bu son gününde, sonbahara teslim olmadan önce, güneşin tadını çıkarmak niyetiyle..

Yeniden, yazabilecek vakti ayırabilmeye şükrederek;
Sevgiyle,
Deniz

2 yorum:

  1. Deniz'ciğim,
    İşten ayrıldın, Reiki'ye ara verdin, evini taşıdın, Yoga ve aile dedin sadece, şimdiki yazında anladığım kadarıyla ailene vakit ayıramıyor, ve Yoga da yapamıyorsun...

    Merak ettiğim: bu kadar sadeleşmeye rağmen hayatını haftalardır kaplayan yoğunluk nedir?

    Dışardan bir göz (ve iyi bir dostun olarak) bunu sorma ihtiyacı hissediyorum.

    Öperim
    Ebru D.

    YanıtlaSil
  2. Ebru'cum, çok haklısın. Bir sebebi var evet..
    Bir başlangıç, yeni bir adım var hayatımda, bir ay daha böyle tempolu geçecek en az. Çoğunlukla heyecan, heves ve coşkuyla sarıldığım, ama zaman zaman da çok katmanlı yoğunluğuyla yorulduğum bir adım! Bir yoga merkezi görünüyor ufukta, onun kuruluş, tadilat ve malzeme çalışmalarıyla dolup taşıyorum! Tek başıma değilim tabi ki, çok becerikli, çalışkan ve hevesli bir ortağım var; hatta fikrin çıkış noktası da kendisi. Öğrenecek çok şeyim var, hem kendime hem de bu yeni oluşuma dair. Hadi hayırlısı! Bana şans dile!

    YanıtlaSil

Related Posts with Thumbnails