Vitrine bakıyorum, Bleecker street’te küçük
bir Tibet işi takı ve obje dükkanı, içerden güleryüzlü bir adam benimle göz
göze gelmeye çalışıyor. Bayraklar, ahşaptan oyma Buda heykelcikleri,
rengarenk kolyeler, göz alıcı taşlar ve yüzüklerin fışkırdığı daracık dükkana
adım atar atmaz, aydınlık yüzlü dükkan sahibine gülümseyip, günlerdir kalbimde
enerjisi beliren, avcuma aldığımda tanıyacağımı bildiğim, cebimi de
zorlamayacak o malayı bulma ümidiyle 108’lik tespihlerin asılı olduğu ağaç
dalına dönüyorum. Lapis lazuli mala elimi atar atmaz 85$ etiketiyle sırasını savıyor. Ardından lotus tohumu ballı süt rengi
boncuklardan dizili basit bir malayı parmaklarımın arasında kaydırmaya
başlıyorum; tatlı dokunuşunu, hafifliğini, sadeliğini hissediyorum; gülerken neredeyse tüm dişlerini gösteren
Tibet’li satıcının Amerika’ya yerleşme hikayesinin cümleleri havada süzülürken,
24$’ı denkleştirmek üzere banknot ve bozuklukları
elimde toplayıp nazikçe masaya bırakıyorum. Adam beklentisiz sohbetinin
arasında iyi bir yol arkadaşı seçtiğimi söylüyor, lotus boncuklar boynuma dokunurken
“hoşgeldin” diyorum.
Mala boynumdan ayrılsa bileğimde, avcumdan
dökülse yastığımın altında her korkuma, coşkuma, iniş-çıkışıma tanıklık ediyor;
kimi zaman “Om Gam Ganapatayei Namaha” diyorum her boncukta, kimi zaman “Ya
Vedut”; dilin, sözcüğün ötesinde dökülüyor sesler, anlama kaygım olmaksızın
tekrar eden sesimin kalbime doğru ilmek ilmek ördüğü bir bağın ucu oluyor
malamın özensizce tutturulmuş turuncu püskülü. Bir meditasyondan çıkarken
tuttuğum dost eli oluyor lotus malam, uykusuz gecelerimde yol arkadaşım, zor
anlarımda kocaman gülümseyen Tibet’li adamın sarı yüzü gibi aydınlık getiriyor,
boncukların arasından parmakucuma değen ipe diziliyor bir bir anılarım, acılarım,
niyetlerim. Kızımın kalp atışlarını ilk duyduğumda,
hamileliğin ağırlaşan aylarında, doğurmadan once yarım kalan tüm iç
meselelerimi çözeyim derken sarıldıkça sarılıyorum ona. Ta ki doğuma kadar…
Ilk defa, kanayarak, coşkuyla, esriklikle
kollarımda tutarken kızımı, sorgusuz koşulsuz sınırsız sevmek neymiş hissetmeye
başlıyorum. Aşkın soyunmak, örtüsüz kalmak olduğunu gün be gün yaşatıyor kızım;
onu sevdikçe kabuklarım dökülüyor. Tenime en yakın olanlar, hani soyulurken
canımı acıtacak cinsten, hani tanımadığım, karanlık, izin verilmemiş yanlarımı
çırılçıplak bırakacak türden. Doğumun dalgaları nasıl ölüme doğru savuruyorsa
bedeni ve zihni, oradan geçince geri gelen insan da aynı gerçeklikte kalamıyor
işte… Süt lekelerinin tatlı kokusuna karışan uzun geceler, hayatın benden aynı
beklentilerle geri geldiği, ama benim artık aynı Deniz olamadığım yarı sarhoş
günler birbirinin ardından akarken tanıdığım, güç aldığım, emin olduğum
araçlarım sanki erişilmez bir yerde artık. Yetenek, zeka ve yönelim havuzu olarak
şükrettiğim genetik mirasın içinde kısa çöp olarak bir de depresyon eğilimi
bulunan bir kadın olarak taze anneliğimin ilk ayları “baby blues” bulutları
arasında fonda inceden “why does it always rain on me” ile sürüp gidiyor. Bu
sırada, doğumun şokuyla elimden düşen malam, hayatımın sarsılan toprağında koca
kayaların arasından yuvarlanıp bir çekmecenin dibinde, ışık almayan bir kutuya
kapanıyor. Düş kırıklığımın ince sızısıyla kutunun kapağını kapatırken sanki
eski bağlarımı, güçlerimi, benliğimin bir parçasını da gömüyorum.
Neden bana yardım etmedin..? onca zaman
birlikte yürüdük, beni neden bunca zorlukla başbaşa bıraktın..?
Bu dünyaya ait hissetmekte oldum olası güçlük
çekmiş bir ruh olarak, yoganın bana en büyük hediyesi bedenimle barışmak olmuştu;
bedenimi hissetmek, nefes döngümü tamamlamak, acıdan zevke adım atmayı
öğrenmek, bacaklarımın, ayaklarımın, gövdemin, toprakla taşla zeminle ilişkimin
farkına varmak, yerküreye dokunmak, onun gücünü kabul etmek, bedenli olmanın
zorluk ve güzellikleri içinde iyi hissedebilmek. Bu bedende mevcut olabilmenin,
iç alanıma bakabilmenin, kim olduğumu
ifade edebilmemin ve her nasıl olursa olsun hayatın büyük olduğunu içime kabul
edebilme rehberim, üstadım, inisiyasyonum oldu yoga. Lohusalık ve ardından eş,
anne, işletmeci, eğitmen olarak varlığımı sürdürmeye çabalarken yogaya alan
açamadığım günler geldiğinde yeniden koptum bedenimden; zihin alanımda tüm
gayretimle korumaya çalışsam da deneyimin lezzetini, uzundur doyasıya
yiyemediğim yemeğin tatlı hatırası gibi kaldı o hisler. Dalgalarla sörf
yaparken önce yatağımın kenarında uyku öncesi ve uyanır uyanmaz meditasyonla
araladım perdemi, ardından gece sabah demeden küçük parantezlerde asana ve
pranayamaya yer açabilmeye başladım. Ne vakit yeniden başımın tepesinden
bağlandım toprağa, ne gün avuçlarımla zemini iterken yükseldi kalbim, yeniden
vinyasanın esrik dansında kayboldum sıfırdan, o zaman açabildim çekmecemi, ve
dokundum rengi karamele dönmüş lotus tohumlarına. Kokladım, avcumda uyudum, mantralar
söyledim, ardından üzerime takıp kalbime dayadım. Meğer küsmüşüm ona bunca
vakit, kendimden habersiz.

Malamı bıraktığım karanlık kutu, plutonun beni
iki yakamdan tutup derinlerine daldırdığı kendi karanlığımın bir yansıması
sanki. Çekmeceyi aralarken Tibet’li adamın ışığı da sızıyor içeri, kızımın
cıvıl cıvıl kahkahası da; gönülden sese dönüşmüş bir Om’un titreşimi, doğumdan
sonraki ilk urdhva dhanurasana’mda boşalan gözyaşlarımın tadı ve sandal ağacı
tütsümün kavrayıcı rayihası da. Uzundur nefessiz kaldığım yerden çıkarken, eski
boncuklardan yeni bir mala dizebilir miyim diye soruyorum kendime; hafifçe
kararmış turuncu ipi bir makasla geridönüşsüz koparırken dökülen boncuklar
karışıyor birbirine, tıpkı anılar, duygular, insanlar gibi, kim önce, kim sonra
bilmeden. Sonra ilk düğümü atıyorum ve ilk tohumu alıyorum elime. Her 27’de bir
minik gümüş aralık, uzun bir nefes, ve 27 Om Shantih daha. Doğum ve kopuş,
bebeklik ve tanışma, çocukluk ve keşif, ilkgençlik ve merak, gençlik ve
idealler, erken yetişkinlik ve hayaller, yetişkinlik... çemberin her bir
boncuğu yerleştikçe iki sıkı düğüm, bir uzun nefes, Om Shantih.
Eski boncuklardan yeni bir mala diziyorum;
guru boncuğa geldiğimde soruyorum içime: O mala içinde sonsuzluğun ifadesini
saklayan her bir lotus tohumunda tüm geçmiş deneyimleri affedebilir, geride bırakabilir,
kalbine basabilir mi? Ve cevaplıyor içim, evet.
Guru’yu yerleştiriyorum, püskülü sımsıkı bağlıyorum, iki elimle nazikçe
tutup öpüyorum, ellerimin arasına alıp alnıma götürüyor, şükrediyorum. Sessiz
adımlarla kimsenin uykusunu bölmeden gecenin nefesine sokulup, artık eski malam
olmayan, ve onun varlığını taşıyan yeni dostumla uykunun bal rengi kanatlarına
takılıyorum; kanatlar beni sıcak bir NY öğleden sonrası küçük bir Tibet
dükkanına götürüyor, gözlüğümün üstünden içeri bakıp eski bir anıya el
sallıyorum...
Om Shantih