Burada olmamızın esas sebebi olan Erich Schiffmann’la yoga hocalık kursu muhteşem geçiyor. Sabahları bedenimiz elverdiğince erken kalkıp meditasyonumuzu yapıp, bazı açılış akışlarını tekrarlıyoruz. Bir iki defa vipassana yapabildik, bunun dışında Erich’in akışlarını, bazı cümlelerini, kendi deneyimlerimizi konuşuyoruz. Sonra yumurta, peynir, domates, meyve, zeytin, ekmek, fıstık ezmesi ve reçelle donatılmış masada, çaylarımızı yudumlayıp olabildiğince doyurucu bir kahvaltı çekiyoruz, hazırlanıyoruz ve Main street’e doğru yola çıkıyoruz. Birkaç defa hatalı park edip bir defa da sağlam park cezası yedikten sonra ister istemez öğrendiğimiz kapalı otoparka park ediyoruz ve kursun gerçekleştiği yoga merkezi olan ‘Exhale’e yürüyoruz. Exhale’in biri devasa, diğeri orta boy iki stüdyosu, ve sanki bunlardan çok rağbet gören bir mağazası var. Mağazada ünlü markalarda yoga matları, aksesuarlar, çeşitli ziller, mumlar, DVD’ler, kitaplar ve hepsinden çok yoga ile ilgili giysiler var. Çoğu pamuklu ve ‘organik’ olan yoga ve yogi kıyafetleri benim kriterlerime göre çok pahalı. Pamuklu bir yoga pantalonu 66$, tişörtler 40$ ve üstü, biraz daha katma değeri yüksek parçalar 80-100$ civarına çıkıyor. Bu inanılmaz fiyatların arasında, şansımıza yaza özel bir yoga paketi satın alıyoruz; 50$’a iki hafta sınırsız ders katılımı, işte bu harika geliyor. Erich’le kurs öğlen 12de başlıyor ve küçük bir tuvalet molası dışında blok 4 saate yakın sürüyor, işte bu yüzden sağlam bir kahvaltı hayat kurtarıyor. Son iki saat pratikle geçiyor ve çıktığımızda hissettiğimiz açlık sayesinde Main street’te nerede ne yenir hemen öğreniyoruz. Favori yemek noktamız ‘Library Alehouse’, favori kahvecimiz de sınırsız ve koşulsuz internet erişimi sayesinde The Coffee Bean oluyor. Çoğunlukla dördümüz birlikte hareket ediyoruz. Ama ara sıra yalnız zaman geçirebildiğimiz de oluyor.
Erich’le dersler çok ilham verici geçiyor, ders bittiğinde, genelde doygunluk ve yoğun duygular içinde oluyorum. Bu duygular arasında ustaya hayranlık, basit ama hissedilir akışların etkisiyle derin bir keyif, derse hakim meditasyonun denge hissi ve kendi potansiyelime dair tutkulu bir merakla, yolun ne kadar başında olduğuma dair bir anlayış ve tevazu oluyor. Hocanın dudaklarından dökülen her bir heceyi havada yakalayıp öğrenmeye, anlamaya, kavramaya açık duruyorum. Akışları, hep ilk defa yapıyormuşum gibi bir açıklıkla yaşamayı araştırıyorum. Hoca hep hatırlatıyor “her an bir şey yapıyorsunuz, şu an ne yapıyorsunuz? Tam da bu geçişte fark edin, elleriniz bir şey yapıyor.. ne yapıyor?” sürekli izleyerek, orada olarak, kıvrılan bilekte, içeri çekilen karında, açılan kasıkta, uzayan omurgada, her an nefesle açılıp genişleyip, her an nefesle rahatlayarak akıyorum. Ve en can alıcı anlardan birinde duruyoruz. Durup, dinliyoruz yaşamı, olanı. Erich, gün içinde de durun ve ara verin diyor, ara verin ve dinleyin. Ben de burada, bu alışkanlığı davet ediyorum yeniden. Kendimi, ve ötesini dinlemeyi deniyorum.
The Coffee Bean'de otururken dinliyorum kendimi, sabah kumsalda yürürken, insanların içinde otururken, arabada giderken, gece uykudan önce yatakta uzanırken… Bir an için eforu bırakabildiğim ve ‘durabildiğim’ her an, kimi zaman bir an, kimi zaman birkaç dakika dinliyorum ne varsa. Dinleme hali, izleme halinden biraz daha farklı benim iç sistemimde. İzleme, kaba bir tanımla “ben”in zihin, duygu, tutum ve eylemine dair bir tanıklık ve algı hali iken; dinleme, o ana, o anda olan ve olmayana, ben ve ötesine, tanımlanamaz olana bir açıklık ve alıcılık gibi daha çok. Farkediyorum ki yogada, izlemedeyim daha çok, oturarak yaptığım meditasyonda dinlemeyi yaşıyorum. Ancak Godfrey’le birkaç derste yaşadığım bir haldi yogada o derin dinlemeyi yaşamak, ve gayret göstererek değil de, bırakarak ‘ol’uvermişti kendiliğinden. Vinyasa akışında kendimden geçer gibi olmuştum, daha büyük bir şeye ait gibi, sınırların eridiği bir genişleme içinde, sonu olmayan bir şey gibi hissetmiştim. Tanımlanamaz ve tekrar edilemez, taklit edilemez, aranarak bulunamaz bir oluş haliydi. Ve onu aramadım bir daha. O yine gelecekse, gelecek nasılsa. Yoga, mata her adım attığımda başka bir macera, yeni bir yoga zaten. Hep yeni bilgiyle, yeni anlayışla, yeni bir farkındalıkla akıyor. Büyük üstatların söylediği gibi, bir ideale saplanıp o an olanı, yani gerçeği yaşayamamak zaten insanlığın en acılı kısırdöngüsü. Aramayı bıraktığımızda, o anda olana uyanabiliyoruz ve bir an için de olsa gerçek oluyoruz. Aradığımız sürece, bulunacak olana bir hasret ve ondan yoksunluk duygusuyla nefes alıyoruz. Erich’in dediği gibi, O’nunla bağlantıya geçmek, O’nunla birleşmek istiyoruz, çünkü O’ndan ayrı olduğumuza dair derin bir yanılsama içindeyiz. Tabi bunu, zihnen anlıyorum, ama bütün varlığımla bilmiyorum henüz. Erich’e baktığımda ise, her bir zerresi, hücresi, sesinin titreşimi ve gözlerinin derinlikleri aynı şeyi söylüyor, o biliyor. Ve o, sıcacık gülüşüyle diyor ki “Ben aydınlanmadım. Ama buna ilgi duyuyorum evet.”
Burada, içim uzandıkça elim de uzanıyor Osho’nun Yakınlık kitabına, ve bu büyük ustadan da dinliyorum duymam gerekenleri. Bazen bir iki cümle, bazen bir iki sayfa; sonra gözlerimi kapatıyorum ve içime işlemesine izin veriyorum. Ve dinliyorum. Birkaç yıl önce ite kaka okuduğum ve bana çok şey ifade etmeyen Osho’nun cümleleri şimdi gonca güller gibi açılıyor önümde. Bazen bir paragrafıyla yığılıp kalıyorum. Çok basit aslında her şey, zorlaştıran benim. Anlıyorum. Bana dokunan tüm üstatlara, hocalarıma, hayatıma değen her insana teşekkür ediyorum bir defa daha. Bu, gönlümden, içimden yükselen gerçek bir minnet, taklit edilemez, zorla hissedilemez. Bu gerçek. Ve gerçek olan her şey gibi parlıyor.
Tam da yakınlığa dair okurken, uzakta olmanın şaşırtıcı rahatlığını yaşıyorum. Rutinden uzaklaşmanın hareketlerime getirdiği bir özgünleşme ve hesapsızlaşma hali içindeyim. En basit günlük işlerden, evin temposundan, en sevdiğim insanlardan, her gün yaptığım konuşmalardan, ezberlenmiş cümleler ve ifadelerden, yüzüme yapışmış gülümsemeden, İstanbul'un trafiği, toplu taşıması, insanları ve ritminden uzakta, sanki boynumun arkasındaki görünmez "reset" tuşuna basılmış gibiyim. Uykum bir başka, uyanıklığım bir başka. Saatlerim, giydiklerim, konuştuklarım başka. Bazı yerleşmiş gerginlikler kaçınılmaz bir gevşeme içinde. İnsanın kendi yarattığı düzenden uzaklaşması bile kendi içinde yeterli şifa gücüne sahip. Tabi birkaç günlüğüne, ya da birkaç haftalığına! Sonra, saatlerim, programım, alanım, yaşadığım ev değişse de, yeninin o açık gökyüzünde kendi öz notalarım çınlamaya başlıyor. Uyandırıcı olan, her yere beraberimde getirmeyi başardığım, farkında olduğum ve olmadığım o kalıplarımı görebilmek. Çöldeki bir kum yılanı gibi, ait oldukları ortamın rengine ve dokusuna uyum sağlayan kalıplar, Pasifik kıyısındaki bu bambaşka düzenin renk ve dokusunda belirmeye başlayınca çok daha kolay fark ediliyorlar. Fark etmek, artık ihtiyacım olmayanın kendiliğinden elenip gitmesi için ona açık bir kapı bırakıyor. Kimi, kolayca yumuşuyor, kimi direniyor. Ama bıraktıkça, rahatlıyorum. Ve bırakmayı, şu an ve her bir yeni anda, hep öğreniyorum. Kendimle öğrenirken bana ilham veren hocalarıma içimden tekrar ve tekrar teşekkür ediyorum.
Bir başka teşekkür de buraya birlikte geldiğim harika ekibe; birlikte çok öğreniyoruz ve eğleniyoruz. Evin kendine has bir havası var, araba yolculuklarımızın ve karar aşamalarımızın da. Herkes bir anda bir şeyleri üstleniyor, kendi yerini buluyor ve katkıda bulunuyor. Yoga bizi bir araya getirmiş, ama çok daha fazlası çıkıyor bu ‘bir aradalık’tan; derin sohbetler, derin sessizlikler ve aniden ortaya çıkıveren aynalar. Birbirimize gösteriyoruz göremediklerimizi; ve anlık takip ediyoruz yapmak istediklerimizi. “Hadi!” deyip alışılmadık bir yoga dersinde buluyoruz kendimizi, ya da harika bir sushi restoranında. Ve tanıdığımız, tanıştığımız insanlarla, kendimizi her an yeni bir patikada buluyoruz. John’la Chicken Itza’da yediğimiz muhteşem Yucatan yemekleri, Griffith Park Observatory’ye gidişimiz, Dante's point ismi verilen en tepeye tırmanışımız (Hollywood Yazısından daha yukarıda!) ve kendimizi bulutların arasındaki dağlarla çevrili koskoca şehre tepeden bakarken buluşumuz… Tırmanışa dair hiçbir fikrimiz yokken “yılan çıkabilir” tabelaları arasında keçi patikalarından tırmanıyoruz ve ardından yoğun oksijen ve manzaranın gerçek üstü hissi ile doluyor içimiz. Beklenmedik bir şeyler yapmanın o bembeyaz sayfaya benzeyen kokusu içimize işliyor. Hepimizin yüzünde tarif edilmez bir gülümseyiş. İşte en çok bunu özlemişim. Beklenmeyeni.
Beklenmeyen soğuğa rağmen, birkaç gün güneşi de görüyoruz. Yine de Venice sabahlarını ve Santa Monica akşamlarını biraz olsun ısıtabilmek için birkaç kazak ve hırka almak zorunda kalıyoruz. Ama bu akşam gökyüzü çok parlak görünüyor, yıldızları seçebiliyoruz; kim bilir, belki yarın yanaklarım kızarır güneşten, şapka takmak ve burnuma koruyucu krem sürmek zorunda kalırım? Plan, eğer hava açık olursa ders çıkışı arabayı Pacific Freeway’den Malibu beach’e sürmek; tabi ki direksiyonda Çelen ve harita okumada ben, sol arka camdan fotoğraflamada Özlem, vurucu cümlelerle ortamın havasını oluşturmakta Gül!
Daha az bulutlu, kazaksız, çorapsız bir sabaha uyanmayı hayal ederek, yorgana sarınıp, uykudan önce birkaç satır okuyacağım. Yazacak onlarca şey sivrilmesine rağmen içimde, şimdilik burada bırakıp uykuya vakit ayırmak zorundayım. Erich diyor ki, “iyi uyuyun, beslenin, su dengenizi koruyun ve derse geldiğinizde en verimli halinizde olun”. İşte bu yüzden şimdi yatak vakti, hatta geç bile!
Hepinize uzaklıklar arasında yakınlığı keşfedebilme cesareti, arada bir durup olanı dinleyebilecek vakti ve yumuşak iklimli bir Ağustos günü dilerim!
Sevgiyle kalın
Deniz
Not: teknik uyumsuzluk nedeniyle fotoğraf yükleyemiyorum, ama dönüşte bol bol yükleyeceğim!