18 Nisan 2014 Cuma

malaya küsmek


Vitrine bakıyorum, Bleecker street’te küçük bir Tibet işi takı ve obje dükkanı, içerden güleryüzlü bir adam benimle göz göze gelmeye çalışıyor. Bayraklar, ahşaptan oyma Buda heykelcikleri, rengarenk kolyeler, göz alıcı taşlar ve yüzüklerin fışkırdığı daracık dükkana adım atar atmaz, aydınlık yüzlü dükkan sahibine gülümseyip, günlerdir kalbimde enerjisi beliren, avcuma aldığımda tanıyacağımı bildiğim, cebimi de zorlamayacak o malayı bulma ümidiyle 108’lik tespihlerin asılı olduğu ağaç dalına dönüyorum. Lapis lazuli mala elimi atar atmaz 85$ etiketiyle sırasını savıyor. Ardından lotus tohumu ballı süt rengi boncuklardan dizili basit bir malayı parmaklarımın arasında kaydırmaya başlıyorum; tatlı dokunuşunu, hafifliğini, sadeliğini hissediyorum;  gülerken neredeyse tüm dişlerini gösteren Tibet’li satıcının Amerika’ya yerleşme hikayesinin cümleleri havada süzülürken, 24$’ı denkleştirmek üzere banknot ve bozuklukları elimde toplayıp nazikçe masaya bırakıyorum. Adam beklentisiz sohbetinin arasında iyi bir yol arkadaşı seçtiğimi söylüyor,  lotus boncuklar boynuma dokunurken “hoşgeldin” diyorum.

Mala boynumdan ayrılsa bileğimde, avcumdan dökülse yastığımın altında her korkuma, coşkuma, iniş-çıkışıma tanıklık ediyor; kimi zaman “Om Gam Ganapatayei Namaha” diyorum her boncukta, kimi zaman “Ya Vedut”; dilin, sözcüğün ötesinde dökülüyor sesler, anlama kaygım olmaksızın tekrar eden sesimin kalbime doğru ilmek ilmek ördüğü bir bağın ucu oluyor malamın özensizce tutturulmuş turuncu püskülü. Bir meditasyondan çıkarken tuttuğum dost eli oluyor lotus malam, uykusuz gecelerimde yol arkadaşım, zor anlarımda kocaman gülümseyen Tibet’li adamın sarı yüzü gibi aydınlık getiriyor, boncukların arasından parmakucuma değen ipe diziliyor bir bir anılarım, acılarım, niyetlerim.  Kızımın kalp atışlarını ilk duyduğumda, hamileliğin ağırlaşan aylarında, doğurmadan once yarım kalan tüm iç meselelerimi çözeyim derken sarıldıkça sarılıyorum ona. Ta ki doğuma kadar…

Ilk defa, kanayarak, coşkuyla, esriklikle kollarımda tutarken kızımı, sorgusuz koşulsuz sınırsız sevmek neymiş hissetmeye başlıyorum. Aşkın soyunmak, örtüsüz kalmak olduğunu gün be gün yaşatıyor kızım; onu sevdikçe kabuklarım dökülüyor. Tenime en yakın olanlar, hani soyulurken canımı acıtacak cinsten, hani tanımadığım, karanlık, izin verilmemiş yanlarımı çırılçıplak bırakacak türden. Doğumun dalgaları nasıl ölüme doğru savuruyorsa bedeni ve zihni, oradan geçince geri gelen insan da aynı gerçeklikte kalamıyor işte… Süt lekelerinin tatlı kokusuna karışan uzun geceler, hayatın benden aynı beklentilerle geri geldiği, ama benim artık aynı Deniz olamadığım yarı sarhoş günler birbirinin ardından akarken tanıdığım, güç aldığım, emin olduğum araçlarım sanki erişilmez bir yerde artık. Yetenek, zeka ve yönelim havuzu olarak şükrettiğim genetik mirasın içinde kısa çöp olarak bir de depresyon eğilimi bulunan bir kadın olarak taze anneliğimin ilk ayları “baby blues” bulutları arasında fonda inceden “why does it always rain on me” ile sürüp gidiyor. Bu sırada, doğumun şokuyla elimden düşen malam, hayatımın sarsılan toprağında koca kayaların arasından yuvarlanıp bir çekmecenin dibinde, ışık almayan bir kutuya kapanıyor. Düş kırıklığımın ince sızısıyla kutunun kapağını kapatırken sanki eski bağlarımı, güçlerimi, benliğimin bir parçasını da gömüyorum.

Neden bana yardım etmedin..? onca zaman birlikte yürüdük, beni neden bunca zorlukla başbaşa bıraktın..?

Bu dünyaya ait hissetmekte oldum olası güçlük çekmiş bir ruh olarak, yoganın bana en büyük hediyesi bedenimle barışmak olmuştu; bedenimi hissetmek, nefes döngümü tamamlamak, acıdan zevke adım atmayı öğrenmek, bacaklarımın, ayaklarımın, gövdemin, toprakla taşla zeminle ilişkimin farkına varmak, yerküreye dokunmak, onun gücünü kabul etmek, bedenli olmanın zorluk ve güzellikleri içinde iyi hissedebilmek. Bu bedende mevcut olabilmenin,  iç alanıma bakabilmenin, kim olduğumu ifade edebilmemin ve her nasıl olursa olsun hayatın büyük olduğunu içime kabul edebilme rehberim, üstadım, inisiyasyonum oldu yoga. Lohusalık ve ardından eş, anne, işletmeci, eğitmen olarak varlığımı sürdürmeye çabalarken yogaya alan açamadığım günler geldiğinde yeniden koptum bedenimden; zihin alanımda tüm gayretimle korumaya çalışsam da deneyimin lezzetini, uzundur doyasıya yiyemediğim yemeğin tatlı hatırası gibi kaldı o hisler. Dalgalarla sörf yaparken önce yatağımın kenarında uyku öncesi ve uyanır uyanmaz meditasyonla araladım perdemi, ardından gece sabah demeden küçük parantezlerde asana ve pranayamaya yer açabilmeye başladım. Ne vakit yeniden başımın tepesinden bağlandım toprağa, ne gün avuçlarımla zemini iterken yükseldi kalbim, yeniden vinyasanın esrik dansında kayboldum sıfırdan, o zaman açabildim çekmecemi, ve dokundum rengi karamele dönmüş lotus tohumlarına. Kokladım, avcumda uyudum, mantralar söyledim, ardından üzerime takıp kalbime dayadım. Meğer küsmüşüm ona bunca vakit, kendimden habersiz.

Malamı bıraktığım karanlık kutu, plutonun beni iki yakamdan tutup derinlerine daldırdığı kendi karanlığımın bir yansıması sanki. Çekmeceyi aralarken Tibet’li adamın ışığı da sızıyor içeri, kızımın cıvıl cıvıl kahkahası da; gönülden sese dönüşmüş bir Om’un titreşimi, doğumdan sonraki ilk urdhva dhanurasana’mda boşalan gözyaşlarımın tadı ve sandal ağacı tütsümün kavrayıcı rayihası da. Uzundur nefessiz kaldığım yerden çıkarken, eski boncuklardan yeni bir mala dizebilir miyim diye soruyorum kendime; hafifçe kararmış turuncu ipi bir makasla geridönüşsüz koparırken dökülen boncuklar karışıyor birbirine, tıpkı anılar, duygular, insanlar gibi, kim önce, kim sonra bilmeden. Sonra ilk düğümü atıyorum ve ilk tohumu alıyorum elime. Her 27’de bir minik gümüş aralık, uzun bir nefes, ve 27 Om Shantih daha. Doğum ve kopuş, bebeklik ve tanışma, çocukluk ve keşif, ilkgençlik ve merak, gençlik ve idealler, erken yetişkinlik ve hayaller, yetişkinlik... çemberin her bir boncuğu yerleştikçe iki sıkı düğüm, bir uzun nefes, Om Shantih.

Eski boncuklardan yeni bir mala diziyorum; guru boncuğa geldiğimde soruyorum içime: O mala içinde sonsuzluğun ifadesini saklayan her bir lotus tohumunda tüm geçmiş deneyimleri affedebilir, geride bırakabilir, kalbine basabilir mi? Ve cevaplıyor içim, evet.  Guru’yu yerleştiriyorum, püskülü sımsıkı bağlıyorum, iki elimle nazikçe tutup öpüyorum, ellerimin arasına alıp alnıma götürüyor, şükrediyorum. Sessiz adımlarla kimsenin uykusunu bölmeden gecenin nefesine sokulup, artık eski malam olmayan, ve onun varlığını taşıyan yeni dostumla uykunun bal rengi kanatlarına takılıyorum; kanatlar beni sıcak bir NY öğleden sonrası küçük bir Tibet dükkanına götürüyor, gözlüğümün üstünden içeri bakıp eski bir anıya el sallıyorum...


Om Shantih
Related Posts with Thumbnails