Bir endoskopi, bir MR, pek çeşitli fiziksel ve duygusal acı ve kim bilir kaç tane passiflora kapsülün domino taşları gibi dizildiği iç bükücü haftaların ardından, sanki bana ait olamayacak bir kavrayıcılıkla, tıpkı parmaklarımı donduran soğuk gibi çok da beklenmedik bir anda geliverdi sakinlik ve kabul hissi. Kızımın şekerli kokusu evimizi saralı 15 ayı geçmiş, süt aylarından oyun ve gülücüklere, dizlerinin üzerinde parkeleri süpürdüğü anlardan koşturduğu şu günlere geçivermiş zaman; ve ben kafama kafama vuran onca duygu ve deneyimden sonra daha henüz aymaya başlıyorum ki Maya benden ayrı bir varlık, onun bir yolculuğu var ve ben ona sadece “sunabilirim”, o ise kendi ruhsal eğilimi, duyguları ve belki de karması ile yöneldiği şekilde sunduklarımı alabilir, veya reddedebilir. Peki benim gibi kendini zeki ve farkında varsayan bir kadının buna uyanmaya başlayana kadar ağlama krizleri, öfke patlamaları ve büyük bir direnç içinde aylarını geçirmiş ve çevresindeki herkesi gerim gerim germiş olmasını neyle açıklayabiliriz? Annelik hormonları, ilkel kimlik, koruma içgüdüsü, kendi kodlanmış anıları, çocukları yüzdelerle ifade eden persantil tablolarının “iyi yapmak” isteyen bir anne üzerindeki acı baskısı? Her neyse veya nelerin ortak örgüsüyse, tüm yaşam algımın anormalleştiren ve beni bu kadar kökümden sarsan, o yeni yeni çözülüyor. Ve ben bir ucunu çözsem başka bir yerden fışkıran başarma kaygımın annelik yolculuğumun neşesini boğmasına, bu aşk dolu ilişkiye bir düğüm eklemesine nasıl bu kadar cömertçe izin verdim, bilemiyorum…
Herşey kızımın kaşıkla olan küçük kavgalarıyla başladı; ilk
başta eğlendiği tadım serüveninde, süreç tatmaktan öteye, belli miktarlarda
yemeye gelince sanki kimliği tehdit ediliyormuşcasına tepkiler veren Maya, herşeyin
bir, iki veya üç lokma tadına bakan, ancak yeme eylemiyle mutlu olmayan bir
bebek oldu çıktı. Onun yemeği reddetmesi bende neler uyandırdı, gerek his,
gerekse takip eden anlamli-anlamsız düşünceler, şaşırtıcıydı:
-
Başarısızlık duygusu: ben bu katı gıdaya geçiş
sürecini doğru yönetemedim! Beceremedim, iyi bir anne değilim!
-
Korku: kızım %10 persantilde, ya küçük kalırsa,
ya zayıf olursa, ya yaşama karşı çelimsiz kalırsa?
-
Öfke: ben neyi yanlış yapıyorum? Bu çocuk beni
zorlamak için mi bunları yapıyor? Kimse benim ne yaşadığımı anlamıyor!
-
Umutsuzluk: acaba bir gün Maya da kendi
isteyerek bir yemek yiyecek mi? Ne yapacağımı bilmiyorum!
-
Keyifsizlik: o yemezken ben de hiç bir şey yemek
istemiyorum, yiyesim gelmiyor..!
Ben bunca olumsuz duygu ve düşünceyle kendi girdabımda
kaybolurken, tabi ki kızım her öğünde daha da sıkıntılı, mutsuz, gergin bir
çocuğa dönüştü. Bin bir beklentim,
umutsuzluğum ve önceki deneyimlerimin gerginliği, yılbaşı ağacının süsleri gibi
üzerimde yanıp sönerken, bu saf, algısı son derece açık varlık tarafından
olduğu gibi okunur, hissedilirken, onun da bunu oyunsu, eğlenceli bir eylem
olarak deneyimlemesi mümkün olabilir miydi ki? Çoğu zaman ne kadar meditatif,
sakin, sıfır zihinle başlamayı denesem de, her sonuçsuz denemede içimde kendime
yönelen öfke bir parça daha arttı. Ve yemek konusu aramızda bulantılı bir alan
yarattı.
Yazın açık hava, deniz, kum darken daha bol oksijen alan ve
yorulan kızımın iştahı birazcık olsun açılırken, İstanbul’a dönüşle birlikte
ağzı düz bir çizgi şeklini alarak seçiciliğini artırdı, miktarları iyice
azalttı. Benim kendime olan öfkemin dönüp dolaşıp yaşama ve kızıma yöneldiği,
ses tonumu sakin tutmaya çalışsam da eminim beden dilimden ve auramdan bal gibi
okunduğu bir sürece girdik. Osho’nun çocuk kitabında ve pek çok çocuk gelişimi
kitabındaki gibi, bebek senin söylediğini değil hissettiğini okuyor; bebek
senin onu yönlendirdiğini değil, senin yaptığını yapıyor. Oyun oynarken, kitap okurken, parkta bahçede
birlikte doğayı yaşarken, yatakta oynaşırken, birşeyi koklarken, banyodayken,
birlikte her eylemimiz keyifli, sevgi dolu ve keşif duygusu içinde sürerken, en
tatlı başlayan öğünde bile mücadeleyle dolu bir parantezin içindeydik. Yemeğe
direnen Maya ve onun yememesine direnen ben. Ne kadar direnç, o kadar acı.
Ben kendi bulanık auramda kıvranırken dışarıdan beni seven
pek çok güzel insan çeşitli yöntem ve yaklaşımlar öneriyordu, ama sesleri iç
işletim sistemime ulaşmıyordu bile. İçeri kabul etmek için önce duymak
gerekiyor, duymak için dinleyebilmek, dinleyebilmek için açıklık, açıklık için
sıfır bir zihin. Bende sıfır bir zihin ise ancak yogayla mümkün oluyor; oysa
sabah 8 akşam 8 Maya’nın peşindeyken, yardım aldığım zamanlarda bile günde
ortalama 3 öğünün her biri çileli 1 saat 15 dk sürerken, ve ben o yemeği en
yüksek miktarda kendim yedirebileceğime olan inancımla bir çay kaşığı daha
fazla içine gitsin diye kimseye şans tanımazken ne zaman yoga? Kendi kuyruğunu
kovalayan bir köpek gibi her gün yogaya ayıracağım o 45dk’yı yaratmaya
çabalasam da olmuyordu. Yoga yapabildiğim sınırlı sayıdaki gün, uygulamam tıpkı
bir avuç su gibi o an susuzluğumu gideriyordu, çok geçmeden yine susuyor ve
kuruyordum. Yogasız bir Deniz, fenerin ışığı olmaksızın zifiri gecede dev
dalgalarla boğuşan küçük bir tekne gibiydi.
Ve sonra “fatigue” noktası geldi. İTÜ’nün tozlu bir
amfisinde, sabahın erken bir saatinde, pür dikkat hocayı dinlediğim bir malzeme
bilimi dersinden aklımda kalan üç kelime; gevrek , sünek ve “fatigue”. Fatigue
şunu ifade ediyordu; bir metalin sürekli tekrar eden yüke maruz kalmasıyla bir
bölgede odaklanmış yapısal hasar oluşması. Yani malzeme duruyor, dayanıyor, ve
sonunda bir gün tık diye çatlıyordu. İşte ben de aynen öyle çatladım. Bir kaç
gün hüngür hüngür ağladım; hani çocuklar kendini yere atar ya da yatağa kapanıp
hıçkıra hıçkıra ağlar ya, işte öyle. Çünkü son ayların birden çok kişisel
sorunuyla orta yapan olaylar dizisi Maya’nın yeme problemiyle golü atmış,
bedenim bas bas bağırmaya başlamıştı. Ağrılar, mide problemleri, migren atakları,
hepsi üst üste el kaldırmaya, görmezsem bağırmaya başladı. Bedenim, Maya ve
yüce evren ellerinde işaret fişekleriyle aynı şeyleri işaret ediyordu: Mücadeleyi,
direnmeyi, zorlamayı bırak; teslim ol. Hayata güven, kızına güven, doğaya
güven. İçine dal ve herşeyin kağıt üzerinde mükemmel olmayışını kutlayacak
coşkunu yeniden bul. Hiç bir varlık, önünde onu besleyecek bolluk varken aç
kalmaz ve yemiyorsa belki de o an o kadarına, ya da o tada, ya da o içeriğe
ihtiyacı yoktur..? Neyi kontrol etmeye çalışıyorsun, ve sanki günde 18 saatini
verip 18 farklı yemek yapsan ve kaşığı 18 farklı açıdan getirsen ne değişecek? Çocuğunun
doğası mı? Hiç sanmıyorum!
(İşaret fişekleri dip not olarak da şöyle diyordu: uykusuz mu kalıyorsun, kızını bir saat daha mı az görüyorsun, o bir kaşık ya da beş kaşık daha mı az yiyor, çok önemli e-maillerini cevaplamayı mı erteliyorsun, neyse ne - ser o matı yere ve her gün çık üzerine…!)
(İşaret fişekleri dip not olarak da şöyle diyordu: uykusuz mu kalıyorsun, kızını bir saat daha mı az görüyorsun, o bir kaşık ya da beş kaşık daha mı az yiyor, çok önemli e-maillerini cevaplamayı mı erteliyorsun, neyse ne - ser o matı yere ve her gün çık üzerine…!)
İki gün dipte kaldım. Dip, birşeyleri görebilmek,
koklayabilmek için gerekli, en azından benim gibi ay akrepte, yükselen balıktaysa.
Dip, yüzeyde hayatla mücadele eden savaşçı koçun alevlerinden uzak, sakin ve
karanlıktı. Kendi gözyaşı göletimin derinliklerinde, yosunlarım salınır,
çamurum karışırken bugüne dek tecrübeli annelerin söylediği ve benim duymayı
reddettiğim herşeyi hatırladım. Artık savaşacak fiziksel ve duygusal gücüm
olmadığını idrak ettim. Kaldı ki bir varlığın kaderini belirlemek benim elimde
olmadığı gibi onun yaradılışıyla, eğilimiyle, yönelimiyle, doğasıyla mücadele
etmek de neyin nesiydi? Sanki bir düğmeye basıldı ve içimde gerili bir yay
boşaldı. Sonra sakinlik ve kabul geldi. Standartlar, büyüme eğrileri, günde ne
kadar ne yemeli cümleleri önemini yitirdi; ve böylece sabah minik kahvaltısı,
öğlen meyvesi ve akşam tek yemeği olan tarhananın bende yarattığı suçluluk
duygusu da. Ona yedirmeye gayret ettiğim miktarı yarıya indirdim. Mümkün olduğunca
yanında yeyip, ona da önüne birşeyler koymayı deniyorum, hiç yemezse küçük bir
miktarı ben yediriyorum. İçerde başlayan değişimin alışkanlıklarımı kırması
zaman alacak biliyorum, ilk “artık yemek istemiyorum” sinyalinden sonra belki 30dk
daha uğraşırken şimdi 5dk daha deniyorum, ara vermeye, sohbet etmeye zaman
ayırıyorum. Onu ne kadar sevdiğimi hissederek, kendimi şiddetsiz bir yere davet
ediyorum. Besleme ve büyütmenin bir kaygıya dönüşmesine gerek olmayacak kadar güven dolu bir yere. Aramızdaki muhteşem sevginin herşeye ilham verdiği bir yere. Varlığına müdahale etmek yerine saygı duyabileceğim, kendi tercihleriyle
iyi hissedebileceği, beni mutlu etmek için olduğundan başka birşey gibi
davranmak yükünü yüklenmeyeceği, hayata güveneceği bir yere.
Maya’nın eşsiz varlığını, canını, yaradılışını onurlandırıyorum
ve bana öğretmeye geldiği her şey için teşekkür ediyorum. Ve yoganın tılsımıyla
hayatı sevmiş, kendini tanımış, şifalanmış, anladığı ve hissedebildiği en derin
yerden yogayı aktarmaya adanmış bir insan olarak, günlük yaşamın tüm çalım,
manevra ve engebelerine rağmen her bir gün yoga uygulamama yeniden yer açmaya
söz veriyorum. Biliyorum ki bende iyileşen, herkeste ve herşeyde iyileşiyor. Ve
ben iyileşmeyi seçiyorum.
Yağmurlu gecenin sessizliğinde aylar sonra ilk defa
yazabilmenin keyfiyle,
Hep daha iyisini yapmaya gayret eden tüm ruhlara ‘Fatigue’ noktasına erişilmeden gelen küçük uyanışlar ve bol yogalı günler diliyorum,
Hep daha iyisini yapmaya gayret eden tüm ruhlara ‘Fatigue’ noktasına erişilmeden gelen küçük uyanışlar ve bol yogalı günler diliyorum,
Deniz
Not: Bana ilham veren, destek veren, yanımda olduğunu
hissettiren tüm anneler de teşekkür ediyorum